Ajans Bakırçay
2022-05-12 12:18:13

Azınlıklaştırma ve Ötekileştirme Süreçlerinde “Her Kuş Kendi Sürüsüyle Uçar” Duygusu (1)

Mehmet Can Gürbüz

h.dem08@hotmail.com 12 Mayıs 2022, 12:18

Bir şeyi dilemek, bir şeye inanmak, bir şey için eyleme geçmek birbirinin aynısı değildir. Bir şey dilersin, dilemekten başka bir iş yapmazsan ancak senden başkası pek bundan haberdar olmaz. Ya da sınırlı bir sayı haberdar olur. Ama bir şeye inandığın gibi onun için eyleme geçtiğinde, eylem gözle görülür. Görünür olması herkesin bunu fark etmesi nedeniyle sende kalan dilekten daha çok sonuç doğurur. Dilek dilemek belki kimseyi ilgilendirmez, dikkatini çekmezken. Eyleminin yarattığı ilgi, çekilen dikkat, üzerine yapılan yorumlar veya karşı eylemlere dönüşerek etki eder.

Eyleme geçen kişi, eylemi hakkında yapılan konuşmalara takılıp kalamaz, (önemseyebilir, dikkate alabilir) takılıp kalmış olması halinde kendini sınırlara hapsetmişte olmak riskini taşır. İnandıklarına kavuşmak için gereken eylemleri iç tutarlılığı, kendi öznesi için rahatlatıcı pozisyonu sağlamak adına özen göstererek yeni eylemlere geçer, geçmelidir. Eylemleri üzerinde ki yorumlar ve yorumdan doğan kararlar o yorumu yapan kişileri bağlar. O kendi doğru bulduğu güzel ve insanlığa yakışır olduğuna inandığının eylemini yapmıştır. Diğerlerinin kararı kendini durduran değil hızlandıran olursa önemsemeli, aksi takdirde inancının eylemselliğini sonuçlandıramaz. Eksen kayması halinde, inandığını söylediği şeye (Fikir, İdeoloji, inanç vb.) aslında kendisinin de inanmadığını ortaya çıkarır.

***

Peki bu eylemde kararlılığı, gerici bir inanç sahibi yaparsa, bu kişiye de saygımı duyacaksın diye sorabilirsiniz. Değişmesin mi aldığı tepkilerin yansımasıyla. Değişmesi daha doğru bir davranış değil mi diyebilirsiniz. Eğer o kişi yapılan eleştirel, ya da karşı eylemde, kendi eyleminin kırıcılığına geçiyorsa, zaten yapacağının iyi, güzel, insancıl ve doğru bir iş olduğuna inanmamış olur. İnancının eyleminde devam kararı belki bir gerici yönetişime yol açabilir. Doğrudur, gericidir ama ona o olanağı sağlayan aynı kararlılıkla inancının mücadelesini vermeyenler ondan daha mı makbuldür? Gericiyi alkışlamıyorum ancak ona sus kalanı da alkışlamam beklenmemelidir.

Gerici yapı, kendi kör kuyusu içinde yobazlığı ile mahkûm edilmeli, deşifre edilirken de bir daha hayat bulmamasının koşulları sağlanmalıdır. Bu ise kararlı bir eyleme dönüşmekle mümkündür.

***

Bu yazımı aslında yaşanmış ve anlatılmış bir anının üzerinden dokumak için böyle bir girişe ihtiyaç duydu. Ülkemize komutan olarak askerliğin çeşitli rütbe aşamalarından geçmiş, emekli olmuş saygı duyduğum bir büyüğümüzün görev sürecinde yaşadıklarının kaleme alması, anlatmasıyla ortaya bir kez daha sergilenmiş olan ayrımcılık. Bu komutan güzel ülkemizin insanları üzerinde herhangi bir ayrımcılığın olmamasını dileyen, ayrıştırmayı gördüğünde de hüzünlenen biri. Ancak aynı zamanda da bir kenara saklanan değil, üzerine düşen eylemciliği hayata geçiren olması.

Azınlık hale getirmek, asimilasyon ve sonsuz acı çektirme eyleminin sürekliliği ve ona karşı aynı oranda içsel kendini koruma bilincinin sonraki nesillere aktarılması mücadelesi, direncinin verilmesi.

İki ayrı kentte geçen anıların önce Çankırı’da geçeni bu bölümde verip, Diyarbakır ilinde geçeni yazının ikinci bölümünde aktaracağım. Ama özen gösterilmesi gerekenin; iyilik üzerinde dayanışmanın toplumu ve insanı nasıl mutlu kıldığını, tarihi huzura erdirdiğini örneklemek.

Anı şu:

Dersim’den sürgün edilen bir aile...

Biliyorsunuz Dersim isyanından sonra, bu isyana katıldığı tespit edilen bir çok aşiret mensubu çeşitli illere sürgün edildi.

Görev yaptığım batı illerinde bu ailelerin bir kısmı ile tanışma şansım oldu.

Şimdilik bunlardan sadece Çankırı’da tanıdığım bir aileyi anlatmaya çalışacağım.

1989 senesinde Çankırı İl Jandarma K.lığı Asayiş ve İstihbarat şube Müdürlüğüne atandım.

Eşimin ataması da Çankırı Lisesine biyoloji öğretmeni olarak yapıldı.

Göreve başladıktan sonra hoş geldin ziyaretleri başladı. Ben de gelenlere iade-i ziyarette bulundum.

Lojmanımıza yerleştikten sonra eşim, evin ihtiyaçları için çarşıya çıkmaya başladı.

Çarşıya çıktığında haliyle uğradığı yerlerden birisi de kasaptı.

Şehrin kasaplarından her hafta et alıyor,

ancak beğenmeyip, sık sık değiştiriyordu.

Bu şekilde üç kasap değiştirdi.

Sonunda bir kasapta karar kıldı.

Bir gün eve geldiğinde bana, “Lütfi yeni bir kasap buldum, çok temiz iki çocuk çalışıyor. Başlarında beyaz kasap beresi, üzerlerinde de beyaz önlükleri var. Hem kendileri ve hem de dükkânları çok temiz. Etleri de çok beğendim. Artık buradan et alacağım” dedi.

Artık hep oradan, yani adı “Yaman Kasabı” olan dükkandan et almaya başladı.

Bir gün eşim dükkâna gittiğinde çalışan çocuklarla sohbet etmiş. Çocuklar eşime, “Siz bu şehirde yenisiniz nerelisiniz Hocam” diye sormuşlar.

Eşim de “Diyarbakırlıyım” demiş.

Sonra Eşim de onlara kim olduklarını sormuş. Büyük olanı;

“Biz Çankırılıyız, benim adım Veli, kardeşimin adı da Cem.” demiş.

Böylece tanışmışlar.

Çocuklar akşam eve gidince annelerine, Diyarbakırlı bir hanım öğretmenin devamlı kendilerinden et aldığını söylemiş.

Anne de bu habere pek sevinmiş. Veli’ye, “Oğlum o hoca hanım bir daha dükkâna geldiğinde, bekletin ve bana haber verin” demiş.

Bir hafta sonra okul çıkışı, eşim yine et almak için dükkâna gitmiş ve sandalyede oturan bir kadın görmüş.

Siparişini verip, beklemeye koyulmuş.

Kasap Veli siparişi hazırlarken Eşime, “Hocam oturan kadın annemdir, sizinle tanışmaya geldi.”

Der demez anneleri hemen ayağa kalkıp, eşime “hoş geldiniz hoca hanım, gel içeri geçelim orada çay içeriz.” demiş.

İçeride karşılıklı oturup, çay içerken, anne, “Hocam siz nerelisiniz?”

Eşim de "Diyarbakırlıyım, buraya yeni geldik" cevabını vermiş.

Ve kasaptaki Çocuklarını da çok beğendiğini söylemiş.

Bunun üzerine Anne Gülsüm hanım, alçak sesle, “Hocam hanım çocuklar size bizim Çankırılı olduğumuzu söylemişler, ama ben doğrusunu söyleyeyim. Biz Çankırılı değiliz.”

Eşim:

“Öyle mi, peki nerelisiniz?”

“Hoca hanım, biz BALABANLI Aşiretindeniz. Dersim sürgünüyüz. Önce Zonguldak’a, oradan da Çankırı’ya gelmişiz. Burada bizi herkes Zonguldaklı biliyor. Çocuklara bir kötülük gelmesin diye de kimseye Tunceli’den geldiğimizi söylemiyoruz. Sadece siz bilin yeter.”

Eşim de, “memnun oldum kimseye söylemem, fakat eşim jandarmada binbaşı ona söylerim, bilsin.” deyip sohbeti sürdürmüşler.

Eşim eve gelince bu tanışmayı bana hemen anlattı. Böylece kasap olan baba Mustafa Yaman’ı ve çocuklarını ben de tanımış oldum.

Hemşeri olduğumuzu öğrenen Mustafa Bey, bir gün öğleden sonra yeğeni Hüseyin’le birlikte ziyaretime geldi. Rahat olsun, sıkılmasınlar diye odamın kapısını kapattırdım. Ve çayımızı içerken buralara geniş öyküsünü sordum.

Anlatmaya başladı, “Komutanım biz Pülümürlü, yeğenim Hüseyin ise Ovacık - Zeranik (Yeşilyazı)li’dir. Dersim isyanında Seyit Rıza bazı aşiretlerde saklanmış. Saklayanlar arasında bizim aşiretin de adını vermişler. Doğru mudur biz bilmiyoruz. O nedenle bizim aşiretin hepsini sürgüne göndermişler.”

“Eşimle sürgünde ailelerin aracılığı ile tanışıp evlendik.” diyerek hayat hikâyesini özetledi.

Ben de kendimi tanıttım, çok sevindiler. Yakın ilgimi görünce çok mutlu oldular.

Epeyce sohbet ettik. Sonra ayrıldılar. Ben de çıkış kapısına kadar onları uğurladım.

Dayı- yeğeni uğurlarken arkalarından uzun uzun baktım.

Geri döndüğümde çok duygulanmış, masama sanki çökmüştüm.

Sonra bir yerde okuduğum bir söz, bir kere daha aklıma gelmişti.

O söz kısaca şöyleydi:

“Siz hiç toprağından göç eden ağaç gördünüz mü? Ağacı toprağından ayırırsanız o ağaç kurur. Vatan topraktır, biz ise ağaç...”

Bu söz aklıma düşünce dalıp gitmişim. Dalıp gitmişim ama hepimizin hayatı da devam ediyordu

Eşim de tabi ki "Yaman" kasabından etini almaya devam ediyordu.

Bu ara tabi ki biz de yeni yeni dostlar edinmeye başlıyorduk.

İlk tanıdıklarımız arasında İlin defterdarı Tuncelili Ali Güçlü, kadın doğum uzmanı Diyarbakırlı Dr. Ali Zengin, Adalet Bakanı Sn. Seyfi Oktay’ın yeğeni Emn. Md. Hasan Koç ve daha birçok isim vardı.

Bunların hepsiyle tanışmış ve ailece görüşmelere de başlamıştık.

Bu insanların ben hariç hepsi de etoburdu. Maşallah ellerinden gelse sanki üç öğün et-ciğer yiyecekler.

Bir hafta sonu bizde toplanmıştık. Konuşma sırasında Eşim “Yaman Kasabı” ndan bahsetti. Ve kasabından çok memnun olduğunu söyleyip, ayrıca da tanıttı.

O günden sonra ne kadar tanıdık varsa hepsi Yaman Kasabı’nın müşterisi oldu.

Artık memurlardan da müşterisi olmaya başlamıştı kasabımızın.

Eldivan ilçesine bu dostlarımızla pikniğe gider, mangal yakardık. O zaman Yaman Kasabında et kalmazdı. O nedenle bir gün önceden et siparişi verilirdi.

Şunu da itiraf edeyim, piknikte 20 kişiysek herkes et mangal işinden iyi anlardı, ben hariç.

Ama getir- götür işlerini ve yellemeyi(yelpaze) ayıp olmasın diye az da olsa yapardım.

Diyarbakırlı olan Doktor Ali Bey benim için, “Enişteme dokunmayın, onun yerine ben her şeyi yaparım” diye takılırdı. Kulakları çınlasın...

Günlerimiz dostlarımızla birlikte çok iyi geçiyordu.

Bir gün odamda otururken birden aklıma geldi. Bizim jandarmada 200 asker vardı. Ve sık sık et ihalesi yapardık. Bu çocuklara söyleyeyim gelip, onlar da ihaleye girsinler diye düşündüm.

Etleri de zaten kaliteli, ama bu tür devlet ihalelerine hiç girmemişler.

Yine de haber gönderdim, geldiler. Konuyu açtım, güzel güzel dinlediler. Ama baktım gerçekten ihale işlerinde pek acemiler.

Bunun üzerine kendilerine, “hangi evraklar hazırlanacak, kurallar nedir size ben öğretirim “dedim.

“Herkes gibi siz de ihaleye girin, şansınızı deneyin.”

İkna oldular.

Günü geldiğinde ihaleye girdiler. Ve de kazandılar.

Artık 200 askerin etini Yaman Kasaptan almaya başladık. Askerlerimiz yediği etten de çok memnundu.

Bunun dışında, bizim edindiğimiz başka dostlarımız da vardı. Onlarda Yaman Kasabının müşterisi olmuştu.

Maşallah fabrika gibi çalışıyordu bizim Yaman kasabı.

Aylar sonra baba Mustafa beyle dükkanda sohbet ediyoruz. Bana:

“Komutanım Ankara yolunda yapılan lüks dairelerden 4 tane alıyorum. Kısa zamanda da bitecek. Bir gün sana göstereyim.” dedi.

Olur, hayırlı olsun dedim.

“Bunlar sayende oluyor Komutanım. Sana mutlaka göstereceğim.”

“Tamam bitsin gider görürüz, ama bunlar benim sayemde olmuyor. Siz namuslu ve dürüst çalıştınız, temiz ürün verdiniz. O sayede oldu. Yoksa hatanız olsaydı gözünüzün yaşına bakmaz, anında ihale iptal edilirdi.

Aferin çocuklara onları tebrik ederim.” dedim.

Tahmini bir buçuk yıl sonra bu evler bitti. Evleri hep varlıklı insanlar almıştı.

Bunların içerisinde bizim “Yaman” kasabı da vardı.

Mustafa bey bir gün telefon ederek, pazar günü buluşalım dedi. Kabul ettim. Buluşmanın saatini ve yerini de belirledik.

Öğleden sonra randevu yerine gittim. Beni bekliyordu. Epeyce konuştuk.

Sonunda bana:

“Komutanım dairelerimiz yakında teslim edilecek. Biliyorsun 4 tane aldık. Önceden Ailemizle konuşarak bir tanesini de sana vermeyi düşündük. İşlemlere de yakında başlayacağız. Hazırlıklı ol” dedi.

Bu vefalı insan beni çok duygulandırdı. Kaldığı şehirde yalnız yaşıyor gibiydiler. Bizimle birlikte toplum içerisine girmiş, yalnızlıkları da azalmıştı.

Kendisini dikkatle dinledim. Söylerken ne kadar samimi ve mutlu gözüküyordu.. Ama tabi ki teklifi kabul edemezdim.

Kendisine;

“Bak Mustafa Bey! senin 4 çocuğun var.

Biri kız, 3’ü erkek. Hepsine birer daire düşüyor. Geliriniz de sadece bu kasap dükkânından. Benim öyle mi? Bir kızım ve bir oğlum var. Ben subayım, eşim öğretmen, lojmanda kalıyorum, emeklilik güvencem de var. Senin neyin var? Ben senden zenginim. O evler size yakışır, çocuklarınızla birlikte güle güle oturun. Teklifin için teşekkür ederim. Sağalasın” dedim.

Çok üzüldü. Sağ elin parmaklarını saçlarının arasına götürdü. Sıkıntıdan sanki saçlarını tarıyor, bir gözü de seğiriyordu.

“Haydi sıkılma çay içtik, şimdi de bir kahve içelim” dedim.

Kahveleri de içtik.

“Tamam! Komutanım, şimdi sana ne ikramda bulunayım, ama böyle de olmaz.”

“Evet! biliyorum böyle de olmaz” dedim.

“Ne istiyorum biliyor musun senden?”

“Ne istiyorsun Komutanım?”

“Hani aylar önce piknikte bir saç kavurma yapmıştın, ailece yemiştik. İşte o saç kavurmanın aynısını isterim” dedim.

Kolay olmadı ama ısrarım üzerine saç kavurmada anlaştık.

Ve mekândan ayrıldık.

Kapıdan çıktığımızda yağmur yağmış, yollar ıslanmıştı. Yağmur sonrası oluşan o tertemiz havayı soluyarak evimin yolunu tuttum.

Biraz da anne Gülsüm hanımdan bahsedeyim.

Gülsüm hanım 4 çocuğunu da kanatlarının altına almış, 24 saat kontrolünde tutuyordu.

Öyle ki kocaman çocuklara nefes aldırmıyordu.

Ben diyordu, “Çocuklarıma kendi toprağımdan kız getireceğim.”

Nitekim Gülsüm Hanım dediğini yaptı, dört çocuğunu da memleketinden evlendirdi.

Mutlulukları daim olsun.

Bir hafta sonu Gülsüm hanımlara davetliydik. Akşamleyin evlerine gittik. Hani derler ya “bir kuş sütü eksik” aynen öyle bir sofra. Evde de tanımadığım 25-26 yaşlarında adı Nuri(Sönmez) olan bir delikanlı.

Kim olduğunu sordum. Gülsüm hanımın evli olan en büyük oğlu, Ali’nin kayınbiraderiymiş.

Kız kardeşini görmeye gelmiş.

Kendisi Erzincan’ın Munzur Dağı eteğindeki Tilek(eski ismi)” köyündenmiş.

Baktım her haliyle temiz bir çocuk.

Ticaret Lisesi mezunuymuş.

Merakımdan sordum.

“Nuri ne iş yapıyorsun?”

“Komutanım 3 defa memurluk sınavına girdim, yazılılarda kazanıyor ama mülakatlarda Alevi olduğum için eleniyorum” dedi.

Böylece Nuri’nin az da olsa geçmişinde neler olmuş öğrenmiş oldum.

Pazartesi günü sabahleyin mesaiye başlamıştım. Hemen Personel şube müdürü Osman başçavuşu yanıma çağırdım.

Birliğimize Ankara’dan memur alımı için emir gelmişti. O dosyayı getirmesini istedim.

Dosyayı inceledim, şartları da Nuri’ye uygun. Bunun üzerine hemen sınav komisyonunu kurdurup, işlemleri de hızlandırdım. İlanları da yaptırdım.

Anlayacağınız gibi Nuri’yi de bu sınava

soktum.

Önceki sınavlarda olduğu gibi bu yazılı sınavda da Nuri başarılı oldu.

Sıra geldi mülakata. Mülakatta da sadece bir metin veriyoruz ve bu metni daktiloda 5 dakikada yazmasını istiyoruz.

Tabi ki Nuri Ticaret Lisesi mezunu olduğundan on parmak daktilo yazıyor. O nedenle verilen metni 5 değil, 2 dakikada yazıp, komisyona teslim etmiş.

Sonuç geldi, aldığı puan yüz üzerinden yüz.

Şunu da söylemem gerekiyor. Bu başarı, başından sonuna kadar, tamamen Nuri’nin başarısıdır. Kendi bilgi ve birikimiyle bu sınavı birincilikle ve Hakkıyla kazanmıştır.

Ve sınavı kazanan bizim Nuri, Çankırı Jandarmasına memur oldu.

Bir kaç yıl sonra da Gülsüm hanımın kızıyla mutlu bir evlilik yaptı.

Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine... Diyelim.

Bir anımı daha anlatıp, yazımı öyle bitireyim.

Çankırı-Şabanözü ilçesinin “MART” isminde bir Alevi köyü var. Bu köyün muhtarı bizi köyüne davet etti, ille de sizi bekliyorum dedi.

Kırmadık, aile dostlarımızla birlikte muhtarın köyüne gittik.

Köyün ileri gelenleri bizi karşıladı.

Eve geçtik. Sağ olsun kadınlar güzel şeyler hazırlamışlar, hepsi de organik. Biz de şehirden bir şeyler almış, onlara götürmüştük.

Yiyip içtikten ve sohbetten sonra muhtara, "haydi biraz da köyün içinde dolaşalım."dedim.

Hep birlikte evden çıktık. Köy içinde gezerken, biraz ileride etrafı ağaçlarla çevrili, duvarları alçak geniş bir alan gördüm.

Ağaçların gölgesinde de son model arabalar vardı.

Yaklaşınca baktım arabaların plakası da yabancı plaka.

Ağaçların ve duvarların çevrelediği yerde köyün mezarlığıymış.

Muhtara;

“Maşallah köyünde pek zengin köymüş. Hepsi de Alamancı. Son model Avrupa arabaların var. Hiç bize söylemedin.” diye takıldım.

Muhtar da ah ah! deyip içini çekerken;

“Komutanım nerde bizde öyle zenginlik. Ne bu arabalar bizim, ne de sahiplerini tanırız”

Nasıl olur tanımazsın? Peki kim bunlar Muhtarım?

“Komutanım bu gördüğün insanların babaları, dedeleri Dersim’den bizim köye sürgüne gelmişler. Bunlardan bir kaçı köyümüzde vefat etmiş. Ve köyümüz mezarlığına defnedilmişler. Sonra af çıkınca sağ olanların hepsi Tunceli’ndeki köylerine dönmüş. Burada kimse kalmamış.”

“İyi de bu gelenler kimdir muhtar?”

“Komutanım, işte bu gördüklerinin hepsi, köyümüzde ölen, Dersimli’lerin çocukları veya torunları. Her yıl Almanya dönüşü köyümüze gelir, babalarının ve dedelerinin mezarlarını ziyaret eder, bakımlarını yaptırıp dönerler. Gördüğün arabalarda onların arabası” dedi.

İçimden,” Demek ki bu köyde, hala Dersim sürgünlerine ait kutsal bir toprak parçası varmış: O da köy mezarlığı...” dedim.

Rahmetlilere bizde bir Fatiha okuyarak oradan, sonrada köyden ayrıldık.

Her bir şeyin sonu olduğu gibi, bizim de bu güzel şehirde bir sonumuz olacaktı.

Nitekim 1991 yılı Haziran ayında Van’a tayinimiz çıktı.

Tabi ki ayrılmadan önce ayrı ayrı tüm tanıdıklara veda ziyareti yaptık.

Uğurlama birliğimizin bahçesinde yapıldı.

Herkes belirlenen saatten önce gelmişti. Çok kalabalık vardı.

Eşimin öğretmen arkadaşları, şehrin bürokratları ve dostlarımız, hepsi gelmişti.

Hüzünlü bir ayrılış oldu. Arabamıza binerek yola koyulduk.

Ama en az 30 araç bizi Ankara sınırına kadar takip etti.

Baktım peşimizden ayrılmıyorlar, arabamı önüme gelen ilk akaryakıt istasyonuna soktum. Onlarda arkamdan mecburi olarak istasyona girdiler.

Program dışı olan son seremoniyi de burada yaparak, dostlarımızdan ayrıldık.

***

Not:

1. Kasap Mustafa Bey 1996 yılında vefat etti. Eşi Gülsüm Hanımın sağlığı yerinde olup, şimdi de torunlarına bakıyor.

2. Oğulları Veli ve Cem evlenip, çocukları oldu. Çocuklarının hepsi de üniversite eğitimi aldılar. Kendileri ise Çankırı’da şimdi Ocak başı işi yapıyorlar.

3. Askeriyede memur olan Nuri de yeni emekli oldu. Didim’e yerleşti. İki kızı oldu. Büyük kızı Gamze şimdi Samsun’da Cumhuriyet Savcısı.

Size sürgünde yaşamını sürdüren, Dersim’li çekirdek bir aileyi kısaca anlatmaya çalıştım.

İnşallah yapabilmişimdir.

Saygılar sunarım.

Lütfi ALGÜN

E.J.Alb.

***

Lütfü ALGÜN albayıma o dönem orada öğretmenlik yapmış bir adı Deprem SARIKAŞ’ ı sordum. Tanıyamadılar. Ne kendisi ne de eşi. O öğretmen babası Vartolu bir çiftçi ve dava vekiliydi. Annesi ise kasabanın köklü ailelerinden birinin kızı. Depremden önce ve depremden sonra doğan çocuklarının toplamı 10. Deprem SARIKAŞ’ın deyimiyle “anası kolay doğururdu çocuklarını.” Deprem günü bile doğumu zorlanmadan yapmış. 10 çocuğun 10'u da okutulmuş. Çünkü depremin ardından Varto'nun kaderi değişmiş, Türkiye'nin okur yazar oranı en yüksek olan ilçelerinden birine dönüşmüştü. Varto’nun kaderi belki değişmişti ancak ülkenin kaderi hâlâ faşizmin beyaz terörü altında cirit atmaya devam ediyordu. Vartolu öğrenci Deprem SARIKAŞ, Türkçe öğretmeni olmaya karar verince Diyarbakır Üniversitesi 'ne gitti. Sonra da bir öğretmenle evlendi. Bir oğulları oldu. Ona gökkuşağı anlamına gelen bir isim verdiler: Alkım...

İşte bu Deprem Çankırı’da Lütfi komutanın çalıştığı dönemde öğretmenliğinin son günlerini yaşıyordu. Çankırı’da kendilerine ülkücü diyen bir gurup tarafından sürekli bağış adıyla para vermesini istiyorlar ve her seferinde "Faşizmi beslemeye verecek param yok" diyerek karşılarına dikiliyordu. O dönem Çankırı İl Milli Eğitim Müdürlüğü, eğitim verdiği okul kapılarına ve çarşı içinde çeşitli yerlere Deprem SARIKAŞ gibi barış severlerin isimleri terörist bunlar diye asılırmış. Tehdit edilmek mi onlar günlük yemek öğünü gibi bir şeymiş. 1992 de askere gittikten sonra tayini başka kente çıktı. Ve 2007 yılında gazetelerin şu manşetiyle yer aldı:

Deprem öğretmene hüzünlü veda

Görev yaptığı okulun önünde uğradığı silahlı saldırı sonucunda yaşamını yitiren Ankara Yenimahalle Mustafa Kemal Lisesi edebiyat öğretmeni ve Eğitim Sen işyeri temsilcisi Deprem SARIKAŞ, görev yaptığı okuldan gözyaşları arasında son kez uğurlandı.

***

Deprem arkadaşım için yazdığım şiirimi buraya aktarıyorum.

DEPREM

Suskun dostum, sevgini karşılar sevgim.

Öylesine güçlüdür ki

Yaşamda kalmanın şükürleri

Gözyaşlarıyla derin çukurlar açarken

Bedduaları koşturan yıkıntıların toz bulutları

Ve insan emeğini sömürenler

Hem kör hem sağır iken

Umudu, doğuşunla ayakta tutan adamsın.

-

Kızılay Sakarya köprü üstünde uzanmış yatan tunç adam

Sen onun tüten cigarasına bakarken hayran

Yağmur başımızda rahmet

Yerde çamur

Altında kim bilir neler oluyor?

Bildiğim: depremlerde de Deprem oluyor.

Belki az, belki naz ama böyle yaz.

***

Sevgiyle, sağlıcakla kalın…

Yorumlar (1)

Gülistan hülya elma 3 Yıl Önce

Kalemine sağlık evimi direği

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.