Kimi sözcüklerin yaşamımızdan çıkması çok üzücü. “Melal” sözcüğü mesela... Uzaktan tanıdığım bir dostun ölümü gibi gelir bana bu sözcüğün kaybı. Hani O Belde şiirinde Ahmet Haşim, “Melali anlamayan nesle aşina değiliz” diyordu ya, kastettiği, yaşadığı dönemdeki gençliğin duyarsızlığıydı. Melal denen duyguyu yeterince hissetmiyor olmakla suçluyordu gençleri. Oysa bugün, melali hissetmek - hissetmemek bir yana bu sözcüğün anlamını bilen, hatta yaşamının herhangi bir anında bu sözcüğü duyan kimse kalmadı. Resimli Türkçe Kamus’ta Raif Necdet Kestelli, bu sözcüğün anlamını, “usanma, bıkma, sıkılma, yeis ve fütur” diye vermiş. Oysa Türkçe Sözlük, “üzüntü, hüzün, keder” diyor “melal” için. Sanırım Haşim’in anladığı, bunların hiçbiri değil; daha ince, daha hafif, iç sızısı gibi, bir an duyulan, çabucak kaybolan bir duygu. Şu şarkıdaki gibi bir şey:
*
“Baharda bu yıl bir melal var, hüzün gibi,”
*
Hüzün gibi bir melal varmış baharda. Hüzün değil. Hüzün gibi bir şey... “Nerede kaldı senin Türkçe savunuculuğun? Şimdi kalkmış Arapça bir sözcüğün hayatımızdan çıkmasına mı üzülüyorsun?” diyenler olacaktır. Haksız da sayılmazlar hani! Ama durum biraz farklı. Bir sözcüğün hayatımızdan çıkmasına değil, bir duyguyu kaybettiğimize yanıyorum ben. Sorsak “melal” diye bir duygu hisseden var mı şimdi? Dilde karşılığı olmayan duyguyu hissedemeyiz ki... Hissetsek bile hissettiğimiz şeyin ne olduğunu bilemeyiz. Sözgelimi “saygı” sözcüğünü bilmeden nasıl saygı duyup saygı gösterebilirdik? “Şefkat” sözcüğünü bilmeyen biri, diyelim annesinin kendisine gösterdiği ilgiyi nasıl adlandırabilir?
Hüzün gibi bir melalden söz etmiş ya güfte şairi; incelikli sözcüklerden biri de bu: hüzün. Melalden biraz daha kalıcı, biraz daha ağır. Ama üzüntü değil mesela. Üzüntü, nedeni belli bir hal; oysa hüznün nedeni yok. Kendiliğinden doğan bir duygu... Bu sözcüğünün, sanırım İskandinav dillerinden birine Orhan Pamuk çevirileri sayesinde girdiğinden söz edildiğini duymuştum. Kendi dillerinde karşılığını bulamadıkları için sözcüğü böylece almak zorunda kalmışlar.
Ben aslında bunları değil, ikinci dizedeki anlatım kusurunu söylemek için konu edecektim şarkıyı. Melale takıldım, kaldım. İlk dizedeki inceliğe yakışmayan bir özensizlik var ikinci dizede:
*
“Bülbülde ses, gülde renk açmaz oldu, neden?”
*
Şair ayrı yüklemler aramaya üşenmiş sanki. Ortak yükleme bağlayıvermiş. Ama olmamış. Gülde renk açmaz oldu, tamam; ama bülbülde ses... O açmaz ki...
Aynı şarkının meyan dizesi de güzel. Orada da özel bir sözcük var: Hicran. O da acı demek ama herhangi bir acı değil, ayrılıktan dolayı duyulan acı.
*
“Gönülde sarı bir hicran var, yüzün gibi,”
*
“Hicran” kavramına en uygun renk aransa sarıdan uygunu bulunmazdı doğrusu. Bir de üzüntü, keder, acı anlamlarına gelen ne kadar çok sözcüğümüz olduğuna dikkat çekmek isterim. Sanırım neşe, sevinç anlamları içeren sözcüklerimizden çok daha fazladır karşıt duyguları anlatanlar. Biz hüzünden beslenen, hüzünle yaşayan insanlarız çünkü. “Hüzün ki en çok yakışandır bize,” derken nasıl da haklı Hilmi Yavuz.
Dil hangi alanda çok kullanılırsa o alanda gelişiyor. Eskimoların dilinde kar yağışıyla ilgili yüzlerce sözcük varmış, Arapların dilinde de deve ile ilgili sözcükler çoktur. Bizdeki at ile ilgili sözcüklerin çokluğu gibi. At üstünde doğup at üstünde öldüğümüz günlerde atın yürüme biçimlerini bile adlandırmışız. Anadolu’ya gelip yerleşince durulmuşuz ama. İslam dini, durgunlaştırmış bizi. Durup kendimizi dinlemeye, efkârlanmaya başlamışız. “Melal, hüzün, hicran, keder, elem...” sözcüklerinin dilimize girmesi bu dönemde. Bir de alıngan mı olmuşuz ne! Dede Efendinin şu şarkısına bakar mısınız?
*
“Sana ey cânımın cânı efendim,
Kırıldım, küstüm, incindim, gücendim.”
*
“Darıldım” da var ama güfte şairi onu dizelere sığdırmamış besbelli. Elem, keder, yeis, firkat, hüzün, hicran sözcüklerinin tümünün yabancı olmasına karşılık bu dargınlık ve küsme bildiren sözcüklerin tümünün Türkçe olmasına ne dersiniz peki? Biz doğu dillerinde hüzünleniyor ama kendi dilimizde mi küsüp inciniyoruz?