Benim rutinimdir vakti kerahette üç kadeh rakı…
İllâ sodalı olacak. İllâ rakımın yanında leblebi- fıstık olacak. İllâ aç karna…
Üç kadehten yarım saat sonra da akşam yemeği…
Değmeyin keyfime…
---
Ne olursa olsun, rutinimin dışına çıkmam ben. Her akşam aynı ritüel desek doğru olur mu acaba…
Sonuçta rakıcı bir babanın oğluyum ben.
14 Şubat’ta rutinimin dışındaydım.
Yılmaz İstanbullu, Tekirdağ’ı tercih etmişti. Gıkımızı çıkarmadık. İyi dedik.
Servis başladığında bana sormadan kadehime su koyan garsona çok bozulduysam da sessizliği tercih ettim. Leblebi sorduğumda 'yok' dediklerinde kızmıştım zaten. Kendi kendime "huysuzluk etme Recai!" demiştim.
Sormadan su boca edilir mi hiç?
Bu mekânda herkes rakıyı suyla içiyor olmalı.
Garsonları cehaleti… Bence eğitilmeliler.
Bence rakı dediğin sodayla içilmeli. Dikkat edin, "sodayla içilmeli" derken 'bence' diyorum.
Buradakiler bu incelikten uzaklar. "Suyla içeceksiniz!" der gibiler…
Hatta geçen hafta sıhhi tesisatçı Osman Uçak, eşime diyesiymiş ki "Hatice abla, hocamın dediğini yapıyorum. Öyle güzel oluyor ki… Ben rakıyı sodayla içmeyi ondan öğrendim valla!"
---
Aradan henüz iki dakika geçti ki, sağımda bir el…
Lop diye buzu yuvarlayıverdi kadehime.
Haydaaa!
Gözümün önüne Aydın Boysan geliverdi. "Defol şurdan!" derkenki hâli…
Defol demenin dışında da bir şeyler derdi herhalde.
Hiç onaylamazdı rakıya buz koyma işini. Evsafını bozduğu için…
Masada on kişiyiz. Her biri değerli dost… Kimisi bürokrat…
Onların yanında garsona "Sen ne yapıyorsun cahil adam!" mı diyeyim yani…
Rakıya buz mu konur hiç!
Garsonlar gerçekten eğitimsiz.
Leblebi yok. Rakı sodasız. Bir de üstelik sormadan buz!
30 yıldır başıma gelmedi böylesi…
Öyle sinirlendim ki ilk yudumda ölçüyü biraz kaçırdım. İkincide de… Kadeh zaten bizim evdeki gibi değil. Bitiverdi hemen. İkincisi de…
Öte yandan çok da mutlu olduğum bir gün. Bir iş başarmışız o gün. Keyfim yerinde…
Şaka maka 52. Kütüphanemizi açmışız. Ta Ankaralardan gelmiş, kütüphanemizi açacak olanlar…
Çok sevdiklerimle bunun tadını çıkarıyoruz. Kutlama yapıyoruz.
Gel gör ki garsonlar içine etti keyfimin…
Serde işçi sınıfına duyduğum ilgi/ sevgi ve saygı var. Büyükşehir Belediyesinin işbilmez proleterlerine tafra mı yapayım yani…
Güzel dostlarımla bir arada bulunmanın keyfi, öfkeyle harmanlanınca ayarım kaçmış olsa gerek…
Üstelik yemek yiyerek rakı içen biri değilim. Rakı, benim bildiğim ne etle ne balıkla ne de herhangi bir yemekle yenir. Rakının ekürisi leblebidir benim bildiğim. Ya da badem, fıstık… Çerez yani… Ötesi de muhabbet…
Yemekle ne oluyor?
Bakmayın siz, rakı etle yenir/ içilir lafına… Bakmayın siz 'Rakı Balık Ayvalık' üçlemesinin kabul görmüşlüğüne… Bizim Ayvalıklıların kafiye aşkı o…
Vah zavallı bağırsaklarım, vah benim hassas midem!
Rutinimin dışında çalışacaklar bugün. Biliyorum ki kızacaklar buna. Tepki gösterecekler. Kim bilir, belki de küfredecekler.
Nitekim olmadı da değil…
Midem "Bu ne menem iş Recai?" der gibi…
Alışık değiller lokmaları etle/ rakıyla çalkalamaya…
Lokmalar acele acele bağırsaklara doğru yola çıkmış bile… Midede çalkalanıp durmaktan hoşlanmamışa benziyorlar. Kaçıyor gibiler. Normalde, midenin çeperini okşayıp, öpüşüp koklaşan rakı da kızgın… Lokmalarla çarpışıp durmaktan…
Midemdeki anarşi biteceğe benzemiyor.
1350 gramlık diğer can dostum da etkilenmiş olsa gerek… Emir verse de onlara, ne lokmalar dinliyor beynimi ne de rakı… Ağırlığı da artmış gibi sanki… Kim bilir, belki de iki kiloya çıktı ağırlığı… Hissedebiliyorum çünkü… Bir ağırlığın altında gibiyim.
Onlar boğuşadursun ben hâlâ deviriyorum sevimsiz sulu kadehleri…
Bu arada dilim de alıyor payını. Beynimin kontrolünden çıkmışa benziyor. Peltek peltek konuşmaya başlıyorum.
Allah bilir arkadaşlarım "kafayı buldu" deyip duruyorlar. "İşin tadını kaçırdın ama" demek istiyorlar belki de… Diyemiyorlar inceliklerinden…
---
Perakende satıcıları gibi taksit taksit konuşabilmekteyim artık. Bir çırpıda çıkmıyor sözler. Nöronlar izin vermiyor. Ağız burun da büyük olasılıkla kaymış durumda…
Bu durumda, hiç olmazsa sus! Sesini çıkarma!
Ama çok mutluyum. Konuşmak istiyorum sevdiklerimle…
Paylaşmak istiyorum o günkü yaşadıklarımı… Hele hele, illâ T.S. Elliot’ın "İnsanların ikiyüzlü olması sizi hâlâ şaşırtabiliyorsa iyi bir insansınız demektir" sözünü paylaşmak istiyorum can dostlarımla…
Keşke Doğu’nun bilge kişilerini gözümün önüne getirip az konuşmanın erdemiyle ilgili sözlerini anımsasaydım. Anımsayabilseydim.
İşte benim zayıf yanım!
İşte benim sorgulanması gereken huyum!
İşte üstesinden gelemediğim özelliğim!
Sonuç mu?
Evime geldiğimde yatağın üstüne devrilivermişim.
İskeleden evime kadar yürüyerek nasıl geldim diye düşünüyorum. Yanıt yok! Sendeleye sendeleye, savrula savrula yürüdüğümü hayal meyal anımsıyorum. Ne diye taksiye binmedim ki…
Arada bir şarkı bile mırıldandım yollarda... Allah bilir ne kadar kötü okudum.
Benim bildiğim her gece rüya görürüm ben. Annemi, babamı, akrabalarımı, arkadaşlarımı… Arada bir de cilveli kadınları…
Hayret! Rüya bile görmedim o gece.
Ertesi sabah…
Sekreterim gibi hep yanımda taşıdığım çantam da yok!
Eyvah! İçinde kimlik kartlarım, maaş kartım, dolmakalemim, kitaplarım, selpağım, diş fırçam…
Param da var mıydı acaba?
Hışımla pantolonumun arka cebine yöneliyorum.
Oh!
Onlar cebimde. Çok şükür!
***
Öğleden sonra arayan arkadaşlarımın hiç birinin telefonuna yanıt vermedim. Çünkü utanıyorum. Sarhoşlara tahammül edemeyen biri olarak kendime en ağır cezayı vermek istiyorum. Hiç ses vermeyeceğim birine de… Not yazıp yanıt bekleyenlere de…
Böyle olmamalıydı. Utandım bu hallere düşmekten.
İki güzel abime hâlâ telefon açasım bile yok.
Kendine gelen beynim, "O gece hem beni yordun hem de yanımızdakileri" derken itiraz edemedim.
Kulağıma sessizce fısıldadı.
"En iyisi, utancını kaleme al. Yazdıkça iyileşeceğine adım gibi eminim. Çünkü seni 68 yıldır tanıyorum."
Ben de onu yaptım, gördüğünüz gibi.