Bayıldığım bir söz var:
"Yaşlanmak; bir dağa tırmanmak gibidir. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır ama görüş açınız genişler."
Eserlerinin en önemlisini/ en şahanesini ilerlemiş yaşlarında üretmiş/ yaratmış olanlar için söylenmiş bir söz olmalı bu.
Michelangelo, Pablo Picasso, Mimar Sinan ilk aklıma gelenler…
****
Yayımlanmış yazılarımda eksik ya da kusur bulduğumda vahsınırdım.
Gerçi şimdi gene öyleyim… Eksiğimi ya da yanlışımı görünce kendime kızmıyor değilim ama öte yandan da teselli buluyorum yukarıdaki veciz sözle.
Önceleri, birinin yazdığında yanlış bulunca hemen karşılığını vereyim derdim. Kusurlu kişinin kusurunu yüzüne çarpmaktan yanaydım. Mesela dedi diye karşımdakinin kafasını patlatırdım neden 'örneğin' demiyor diye…
Çünkü annem bile ne mesela derdi benim ne de cevap…
Mübalağa ettiğimi sanmayın, annem sık sık "Yanlış bir sözcük kullanırsam uyarın oğlum beni." derdi. Arapça, Farsça kökenli bir sözcükse o, biz onun Türkçesinin söyler, o da uyardı bize.
Bunu yaparken de yaşı ne 40 ne 50 idi.
İlerlemiş yaşlarındaydı, bize kulak verdiği günlerde.
Bu nedenle annemin; cevap, mesela gibi sözcükleri kullandığına tanık olmamıştır hiçbir arkadaşım.
"Siz öğretin ki yanlış bir şey yapmayayım." derdi samimice…
Anneme olan aşkım bundandır!
Anneme olan aşkım, onun şiir sevdalısı bir kadın olmasından.
Anneme olan sevdam, onun türkülere olan aşkından.
Boşuna 'Türkü Ana' denilmedi ona…
****
Annem durduğu yerde böyle olmadı herhalde. Yirmili, otuzlu yaşlarında da böyle miydi acaba?
Sanmıyorum!
İki oğlunun öğretmen olması, çevresinde aydınlık yüzlü insanların bulunması, okuduğu deyişlerdeki arı-duru dil ve olan bitene kulak vermesi gibi etkenler nedeniyle annem son yıllarında Türk Dili Ve Edebiyatı’nda okuyan öğrenci gibiydi gözümde.
Hakk’a yürümesinden bir ya da iki gün önce hastanede Sunay Akın’ın kitabını okurken iyi ki fotoğrafını çekivermişim. Albüme baktıkça hep öpüyorum onu.
Babamın bir üvey annesi vardı. Seniye ninem…
Ne anneanneme benziyordu ne anneme…
Eksik, kusur arar gibiydi. Affedici değildi.
Oysa o da yaşlıydı. Ne var ki dağların zirvesine tırmandıysa da hep miyop kalmıştı.
****
Demek ki dağların tepesine tırmanmak her kişinin görüş alanını genişletmiyor.
Bu da başka bir gerçeklik…
****
Diyelim ki birinin kitabını okudum. Parçadaki anlatım bozukluğu ya da yazım yanlışlarını görünce dayanamıyor, söyleniyordum karşımdakine…
Cumhuriyet Gazetesi Okurları Yürütme Kurulu Başkanlığı yaptığım günlerde, gazetedeki her yazım yanlışı nedeniyle gazetenin sekreterini arıyor, eleştirilerimi sıralıyordum.
Şimdi, para verseler yapmam o işi…
Arkadaşımın biri çocuk kitabı yazmış. Aman Allah’ım! Dil, anlatım ve kullanılan sözcükler hiç bana göre değil… Ne yapıyordum? Dayanıp döşeniyordum…
Ya da birinin konuşmasında yanlış görmeyeyim?
Hem konuşmayı hem de yazmayı görev biliyordum.
Düşünüyorum şimdi… Bugün aynısını yapar mıyım diye…
De da’ları yanlış da kullansa, anlatım bozukluğu da olsa okuyup geçiyorum. Bir canım arkadaşım hep y ile ğ’yi karıştırırdı yazılarında. Önceleri hiç affetmiyordum. Şimdi hep suskunları oynuyorum.
Heyecanlı, atak yapım ve eleştirme hastalığım otuzlu yaşların sonu, kırklı- ellili yaşlarmış.
Yaptığı konuşma ya da yazdığı kitapları nedeniyle artık kimselere ses çıkarmaz oldum. Okuyup geçiyorum. Tabii ki elimdeki kitapların bir kısmı kızamık çıkarmış gibi olmuyor değil…
Somut örnek vermek gerekirse bir yayınevinin kitaplarının çoğunda editörlük çalışması olmadığını gördüm. Önemli bir yayınevinin kitaplarında bazı sözcüklerin kulağımı çok tırmaladığına tanık oldum.
Yaşım 45 olsaydı görürdünüz siz?
Gözlerimdeki iyilik kasları gelişmiş, kötülük kasları da dumura uğramışa benziyor şimdi.
İyilik-kötülük kasları da mı varmış, diyebilirsiniz pekala… Yok tabii ki, ben uydurdum.
Öykü yazarken uydurduğum gibi…
Şu var ki, tepeye yaklaşmış gibiyim.
Ayşe’nin ağız şaplatmalarını, Fatma’nın ter kokusunu, Emine’nin sulu yemeğe ekmeğini banıp yemesini, Berna’nın dişlerinin arasında kalmış kırıntıları artık sorun yapmaz oldum.
Ayşe Fatma kim diyorsanız söyleyeyim… uydurdum!
Damat Kenan Bey’in ayak kokusu, Bülent eniştenin askerlik anıları, ablamın ders çalışsın diye çocukların kafalarına elini yumruk yapıp vurması da artık öfkelendirmiyor beni.
Sadece izliyorum olan biteni…
Yirmili yaşlarda böyle miydim ben?
Anlaşılan tepeye yaklaşmışım.
Şu var ki, olgunluk çağı bir başka…
Resmin en unutulmazı, romanın en okunası, bestenin en etkileyicisi ve bir köprünün/ türbenin ya da parkın en şahanesi emin olun ki Michelango’nun, Mimar Sinan’ın, Salvador Dali’nin, Bernard Shaw’ın ilerlemiş yaşlarında çıkıyor insanoğlunun karşısına. Bunu bilir bunu söylerim.
20 yaşında çok iyi koşabilirsiniz ama çok iyi bir romana imza atamazsınız.
25 yaşına kadar dünyayı gezmiş olabilirsiniz ama 25 yaşında La Sagrata Familiya gibi bir katedrali inşa etmiş olmazsınız.
Victor Hugo’nun, İngmar Bergman’ın ya da Laplace’ın iz bırakmış sözlerinin 20’li yaşlar olduğunu söyleyemezsiniz.
O güzel sözler; tepelere tırmanmış olmayı gerektiriyor çünkü.
Sadi, Sartre, Volter, Andre Gide bunun için büyük!