12.11.2021, 19:59

Cumhuriyet Demokrasi Laiklik

Başlık bana ait değil, Özdemir İnce'nin Samsun 19 Mayıs Üniversitesi 2007-2008 Ders Yılı Konuşmasının başlığı. Vedat Türkali’nin emek ve özgür düşüncenin iktidar olması üzerine yazısı sonrası bu sefer Özdemir İnce’nin konuşma yazısını sunuyorum. Hedefim ülkemizin emek, laiklik, cumhuriyet ve demokrasi, sosyalizm vb konularda çok kavram kargaşası yanı sıra bilgi seviyesi düşüklüğünün getirdiği tahammülsüzlükler, karşısındakini dinleme ve anlama yetersizliğine dönüşmesi. Birlikte daha sonraki yazılarda yoğuracağız fikirlerimizle günümüzün değerlendirilmesini.

ÖZDEMİR İNCE:

Ekim 2007 gecesi bir televizyon kanalında Roma İmparatorluğu’yla ilgili bir film seyrediyordum. Film dramatik bir belgeseldi, dramatize bir belgesel. Bir sahnede, çoktanrılı (politeist) Roma dinlerinin bir tanrısının temsilcisi rahip var, bu tanrı Zeus olabilir. Bir de yeni yeni palazlanan Hıristiyanlığın bir temsilcisi. Hıristiyanlığa inanan bir komutan olabilir bu. İkisi de İmparator Konstantinus’u etkilemek istemekte. Birisi elden kaçırmamak, öteki kazanmak istiyor. Hıristiyan dininin temsilcisi Konstantinus’a şöyle diyor: "Tek Tanrı, tek imparator!" Yani tek Tanrı ve tek Sezar! Tek Tanrı’yı kabul et ve tek Sezar ol! O gizemli, o büyülü "Bir" sayısı. "Tek Tanrı ve tek Sezar!" önermesinin insanlık tarihini etkileyen, insanlık tarihini kökünden değiştiren bir mantık ilişkisi vardır. Bu önermenin anlamı şudur: Tek Tanrı’nın kulu olursan, o Tanrı’nın temsilcisi olarak yeryüzünün tek Sezar’ı da sen olacaksın! Bu, Roma düzeninin, Roma cumhuriyetinin artık sonudur. Tek Tanrı, Tek Kilise, Tek Sezar! Hıristiyanlık öncesinde, görece de olsa politik etkinliği olan halk, tek Tanrı, tek Kilise ve tek Sezar’a bağlandı. Ve kul oldu! Özgür halk yoktur artık! Özgürlük demokrasiyi doğurdu, demokrasi özgürlüğü değil. Halk özgür değilse demokrasi de yoktur! İnsanın inanç bağlamında tek Tanrı’ya derin bir gereksinimi vardır. Onu tartıştığı zaman inançtan çıkar ama tek Kilise tartışılmaz değildir. Nitekim İznik Konsili’nin üzerinden bin yıl geçtikten sonra tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışma hem laikliğin, hem de demokrasinin başlangıcı olacaktır. Tanrı, din, kutsallık ve iktidar arasındaki gizli ve açık ilişki günümüzde de sürmektedir. İktidar kutsallaştığı, dinselleştiği zaman insanın bütün gücü elinden alınır. Tanrı, din ve kutsallığa dayanarak iktidarı elinde bulunduranlar, iktidarı tartışmak isteyenleri Tanrı, din ve kutsallık düşmanı, en hafifinden karşıtı ilan ederler. İktidarı tartışmak isteyenler sinerler. Düzen böyleydi ve böyle! Yeryüzünün düzenine karışan ve politikaya giren Tanrı ve din, demokrasinin karşısındaki en büyük engeldir. Tanrı ve din sadece laik rejimlerde politikanın dışında tutulabilir. Günümüzün gerçekleriyle karşılaştırmayı bir yana bırakalım. Ben ideal durumdan, olması gerekenden söz ediyorum. Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Yönetimin iktidar gücünü Tanrı’dan ve dinden aldığı toplumlarda demokrasi düşüncesi bile oluşmaz. Bunlar toplumsal gelişmenin önündeki engeller ya da çekici lokomotiflerdir. Ve insanlık tarihini bu iki uç arasındaki mücadele yazmıştır. Ve bu mücadele galiba ebediyen devam edecektir. Politik oyunun kurallarına uygun yapılması için, tekrar ediyorum, Tanrı ve dinin Sezar’a, günümüzün diliyle iktidara ve iktidar adaylarına yardımcı olmaması gerekir. Siyasetin ve yönetimin laikleşmesini gerektirir bu! Siyaset Tanrı ve din üzerinden değil, halkla birlikte ve halk üzerinden yapılır! Yoksulun demokratik ortamda özgürleşmesi, eşit haklara sahip olabilmesi için her zaman Tanrı’yı ve dini yanına alan yönetici sınıfların, iktidarın ve zenginliğin karşısında Tanrı ve dinin tarafsızlaşması gerekir. Bunu sağlayacak olan da laik düzendir.

Son zamanlarda insanlar cumhuriyet ile demokrasi arasında seçim yapmaya zorlanıyorlar. Kimileri cumhuriyet rejiminin demokrasiyi içermediği, Türkiye cumhuriyetçilerinin demokrasiye karşı ve faşizan meşrepliler olduğu izlenimi yaratmaya çalışıyorlar. Bu konuşmamda gündelik politikaya girmemeye kararlı olduğum için bu konuda tartışmayacağım. Ama demokrat kaftanı altında cumhuriyet ilkelerine karşı çıkanlar, cumhuriyet ilkeleriyle sorunları olan tutucular ve dinciler “Ama, derler, türlü çeşitli cumhuriyet var: Kongo gibi demokratik cumhuriyet var, Pakistan ve İran gibi İslam cumhuriyeti var, Brezilya ve Almanya gibi federal cumhuriyet var, Çin ve Bangaldeş gibi halk cumhuriyeti var, Venezüela gibi Bolivar cumhuriyeti var, Suriye ve mısır gibi Arabî cumhuriyet var, Vietnam gibi sosyalist cumhuriyet var, Libya gibi cemahiriyye bile var. Önemli olan demokrasi!” derler. Ve sonra İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda ve İspanya monarşilerini örnek gösterirler. Bunların hepsi birer mugalatadır, demagojidir. Biz, laik ve demokratik bir cumhuriyetten söz ediyoruz. Régis Debray’nin Que vive république (Yaşasın Cumhuriyet) adlı kitabında belirttiği gibi Cumhuriyet sadece bir politik rejim değildir, politik rejimlerden biri değildir. O bir idealdir, mücadeledir. Parolası özgürlük ve eşitliktir. İşareti vatan aşkı ve eşitliktir. Sosyal adalettir ve insan haklarıdır. Bu söylediklerimizin hiçbirini cumhuriyet dışında bir rejim gerçekleştiremez. Kuşkusuz kötü cumhuriyetler de gerçekleştiremez… Dünyadaki 194 ülkeden 22’si krallık ve sultanlık, 9’u federasyon ya da birlik, 3’ü prenslik ve buna karşılık 135 cumhuriyet. Son zamanlarda, İslamcı ve muhafazakâr kanadın ürettiği "Cumhursuz cumhuriyet", "cumhursuz cumhurbaşkanı", "cumhur cumhurbaşkanını seçti" gibi, dar ve partizan sloganları bir yana bırakıp Cumhuriyet’in çıktığı topraklardaki anlamını irdeleyelim: Nedense, Türkiye’nin bir kısım aydını Cumhuriyet ile Demokrasi’yi birbirine rakip olarak gösterirler; önemli olanın cumhuriyet değil demokrasi olduğunu söylerler. Cehalet mi, saptırmaca mı, bilemem, ama Cumhuriyet ve Demokrasi birbirlerine göre tanımlanamaz. Ama ben ikisinin arasındaki ilişkiyi şöyle açıklayacağım: Cumhuriyet bir testidir, içine istediğinizi doldurabilirsiniz, ama en iyisi cumhuriyet testisinin içine demokrasi iksiri doldurmaktır. Cumhuriyeti demokrasiye göre tanımlayamayız ama monarşi (monarchie, hükümdarlık yönetimi) ve teokrasiye (théocratie, dinerki yönetimi) göre tanımlayabiliriz: Monarşi: Sürekliliği ve kimliği miras yolu esasına ya da “kutsal yasa”ya göre seçilen tek bir kişi tarafından temsil edilen devlet; değişik biçimlerde yönetilebilir; demokratik usule göre yönetilmesi durumunda parlamenter ya da meşruti monarşi adını alır. Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Meşrutiyet dönemi öncesinde mutlak monarşi; Birinci ve İkinci Meşrutiyet’te meşruti monarşi. Teokrasi: Bu devletin geçici temsilcileri görece demokratik yöntemlerle seçilse bile devletin sürekliliği ve kimliği bizzat Tanrı tarafından temsil edilir (Vatikan). Referansları din olan Suudi Arabistan da teokratik devlet olarak kabul edilebilir.

Cumhuriyet: İktidarın halka, millet iradesine ait olduğu ve onu kendi seçtiği milletvekilleri aracılığıyla uyguladığı yönetim biçimi. Bu rejimle yönetilen devlet. Latince halkın çıkarları anlamındaki res publica sözcüğünden alınmıştır. Bu devlet biçiminde egemenlik kişilere bağlı olmayıp bizzat halkın kendine aittir. Cumhuriyet her ne kadar Yunanca halk anlamına gelen demos ve erk anlamına gelen kratos sözcüklerinden yapılan demokrasi ile anlamdaş kılınmış ise de her iki devlet biçimin ilk anlamları birbirinden farklıdır. Antikçağ Greklerinin kentdevletlerinde devleti bizzat halk yönetirdi yani "demoskratos" söz konusu idi. Cumhuriyet ise halkın temsilcileri aracılığıyla yönetim idi. Günümüzde ikisinin biçim ve öz ilişkisi benim sözünü ettiğim testi ve içine doldurulan sıvı gibidir. Biçim cumhuriyet, öz ise demokrasi.

Demokrasinin ansiklopedik bir tanımı var: İktidarın halkın elinde bulunduğu bir örgütlenme modeli. Böyle bir şey olmadı, böyle bir şey yok, böyle bir şey olmayacak. Demokrasi acaba halkın yetki verdiği temsilciler aracılığı ile iktidara sahip olduğu bir örgütlenme modeli mi? Bu açıklama biçimsel olarak doğru ama bu iktidarın halka yabancılaşması olasılığı yok mu acaba? Halkın yetki verdiği temsilciler iktidarı halka karşı kullanamazlar mı? Kullandıkları çok görüldü. Bizim neoliberallerin sandığı gibi tek bir demokrasi yok ve o demokrasi de liberal demokrasi değil. Türkiye’de aralarında olmak üzere, ulusal devleti zayıflatmak isteyen güçler laikliği hedef alarak, onunla alay ederek, demokrasiyi öne çıkarmaktadırlar. Sanki demokrasi her derde deva ebegömeci. Oysa laiklik olmadan demokrasi bütün özelliklerini yitirir ve derhal yozlaşır. Bu noktada atılıp, “1923-1950 arasında laiklik güçlü idi ama demokrasi yoktu” derler. O yılların evrensel konjonktürünü bir yana bırakalım ve iddianın doğru olduğunu kabul edelim. Ama sonuçta bu laik cumhuriyet sayesinde iyi-kötü bir demokrasi geldi. Eğer 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen Demokrat Parti’nin Başbakanı Menderes, demokrasinin çimentosu olacak olan Cumhuriyet devrimlerini 15 gün sonra, 29 Mayıs 1950’de, millete mal olmuş devrimler, millete mal olmamış devrimler diye ikiye ayırmasaydı, Türkiye’de hiçbir askeri müdahale olmazdı ve Türk demokrasisi Avrupa Birliği’nden bugün ders ve icazet almazdı. Aradan 57 yıl geçtikten sonra gerçekler değişmemiştir: Cumhuriyet ve demokrasinin sağlığı laikliğin sağlığına bağlıdır. Bir ülkede yasal laik düzenin karşısında bir anti-laik cephe varsa, cumhuriyet de, demokrasi de sakatlanır. Laiklikten verilen her ödün, cumhuriyet ve demokrasiden verilen ödün demektir. Rönesans ve Reform hareketleri sadece inanan insanı değil, fakat düşünen insanı da gündeme getirir. Demokrasi de düşünen insanın rejimidir. Demokrasi ihtiyacını düşünen insan hisseder. Fransa’da 1789 Devrimini yapanlar, anayasayı, yalnızca devleti örgütleyen, statüsünü belirten hukuki bir belge olarak değil, fakat monarkın, hükümdarın iktidarının sınırlanması olarak da algılıyorlardı. 1789 Devrim ideolojisinde, anayasa yalnızca devletin statüsünü değil, aynı zamanda devlet içinde iktidarı ve toplum içinde devlet iktidarını sınırlayan belgedir. Anayasanın bu anlamı, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin 16.maddesinde ifadesini bulur ve anayasa kavramının siyasi niteliğini yansıtır. Buna göre “İnsan haklarının sağlanmadığı ve kuvvetler ayrılığının belirlenmediği bir toplumda anayasa yoktur.” Elbette demokrasi de yoktur. Anayasanın devlet iktidarını sınırlayan, kişi haklarını güvenceye alan bir belge oluşu aynı zamanda siyasi bir tercihi yansıtıyor. Çünkü anayasanın, devletin statüsü olması onun hukuki niteliğidir. Buna karşılık, anayasanın devlet iktidarını kayıtlaması, İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’nin 16. maddesindeki ifadesi ile, anayasanın siyasi niteliğini ortaya koymaktadır. Bu siyasi niteliği ile anayasal devlet ile anayasalı devlet’in birbirine karışması önlenmiş olur. Zira, tanımı gereği, her devletin kendine göre bir anayasası vardır. Demokrasinin demokrasi olması için özgür seçimler ve anayasa yeterli değildir. Bu noktada, Türkiye’de iktidarın meşruiyeti ve yetkisi konusunda gündemden düşmeyen ve özellikle saptırılan bir durumdan söz etmek zorundayız. Seçilmişler ve atanmışlar çelişkisi. Bazıları demokratik oyla seçilmiş olan parlamentonun denetlenemeyeceği görüşündedir ki bu parlamenter diktatorya anlamına gelir. Ancak, Anayasa (Mahkemesi) yargılamasının kabul edildiği bütün ülkelerde ortaya çıkan temel sorun şudur: Atanmış yargıçlardan oluşan bir mahkeme, halkın temsilcilerinden oluşan parlamentoyu denetleyebilir mi, bu denetim demokratik ilkelerle bağdaşır mı? Çünkü, halkın iradesini temsil eden ve genel oy’dan gelen parlamentonun işlemlerinin denetlenmesi, ilk başta demokratik yönetime ve giderek millet iradesine karşı engel sayılabilir. Ancak, uygar toplum, bir yüksek mahkemenin parlamento iradesini hukuki açıdan denetlenmesinin, demokrasinin gelişimi ile çelişmediği sonucuna varmıştır. Zira, insan haklarını güvence altına alan bir belge olan anayasanın üstünlüğünün kuşkusuz, bir hukuki yaptırımı da olacaktır. Anayasaya uygunluğun yargısal denetimi, aslında demokrasinin gelişmesinde bir aşamadır. Demokrasi, iktidarın yalnızca seçim yolu ile el değiştirmesi olmayıp, aynı zamanda iktidarın anayasanın çizdiği yetki sınırlarına göre kullanılması ile ilgilidir. Bu bakımdan, temel hakların korunmasını sağlayan ve bunu güçlendiren mekanizma, demokrasinin gelişmesine uygundur. Alain Touraine, “Demokratik düşüncede hiçbir ilke, temel insan haklarına uyması gereken şu ilkeden daha önemli değildir: Devletin sınırlandırılması ilkesi.” Alaine Touraine’in bu düşüncesinin Türkiye için biraz daha açılması gerekir. Çünkü devletin sınırlandırılması ilkesi iktidarın, hükümetin iktidarının ve uygulamalarının sınırlandırılmasını da içerdiği mutlaka söylenmelidir. Bu söylenmez ise, hükûmetler bu ilkenin gereklerini üstlerine almazlar. Burada, bir kez daha “sınırlamak” fiili girdi cümlemize. Türkiye’de bunu öğrenmemiz gerekiyor, hukukî sınırlandırmalar yok ise demokrasi de yoktur. Çünkü her an dejenere olur. Demokrasinin kaynağı olan halk ve millet egemenliği de sınırlıdır, sınırsız değildir. Onu insan hakları sınırlar. İktidarın sınırlanmasının demokrasiyi oluşturan ilkelerden biri olduğunu Alain Touraine de söyler, ama kaçınılmaz, olmazsa olmaz bir ilkedir. 14 Mayıs 1950’den bu yana Türkiye demokrasisinin en zayıf yanı bu noktadır. Sağ iktidarların kafası iktidarlarının sınırlandırılması gerekliliğini bir türlü anlamamıştır. 27 Mayıs 1960 ihtilalinin başlıca nedeni de Demokrat Parti iktidarının sözünü ettiğimiz “sınırlama” ilkesini anlamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Kendimizle yüzleşme ve daha fazla demokrasi: “Cumhuriyeti kuranlar 1923’ten itibaren neden demokrasiyi de kurmadılar?” gibi safca sorular sorarak tarihimizle yüzleşmek isteyenler var. Birey ve toplum bağlamında, insan ve kurumlar bağlamında insan haklarına dayalı özgürlükler gündelik sıradan hayata geçmeden, demokrasinin alt yapısı kurulamaz. Laiklik ile özgürlükler birbirine kaynamadan demokrasi kurulamaz, ortaya çıkacak ortamı ne anarşi ne de kaos tasvir edebilir. Burada kestirip atacağım: Gerçek demokrasi çağı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945’ten itibaren başlamıştır. Bu tarihten önce dünyanın hiçbir ülkesinde örnek bir demokrasi, daha doğrusu örneğe yakın bir demokrasi yoktur. Şimdi de yok! Bu nedenle, 1923-1945 arasını demokrasi mihenginde denemek iyi niyetli bir davranış olmamalı. Sanıldığı gibi 1945 yılında, Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi olmanın koşulu çok partili bir rejim sahibi olmak değildi, Almanya ve Japonya’ya savaş açmış olmaktı. Türkiye bu iki devlete savaş ilan ederek koşulu yerine getirmişti. 1923 Cumhuriyeti savaştan sonra çok partili rejime geçerek, Demokrat Parti’nin kurulmasını sağlayarak demokratik bir rejim olduğunu kanıtlamıştır. Birleşmiş Milletler’e 1946-1950 arasında üye kabul edilen ülkeler arasında Afganistan, Tayland, Pakistan, Yemen, Birmanya, Endonezya vardı. İlk 51 ülke arasında bakın hangi ülkeler vardı: Çin, Etyopya, Irak, İran, Küba, Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve daha niceleri. CHP yönetimindeki Türkiye, çok partili rejime Birleşmiş Milletler’in zorlaması ile değil kendi iradesi ile geçmiştir. Genç Cumhuriyet böylece demokrasi bilincini somutlaştırmıştır. Ancak, bu sayede iktidara gelen Demokrat Parti ne Cumhuriyet’e ne de laikliğe gereken özeni göstermiştir. Daha sonraki iktidarlar da onun izinden gitti. Günümüz Türkiye’sinde ortaya çıkan “Halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı” ve “sık sık referandum” hevesleri, bende, seçilmiş otokrat, seçilmiş hükümdar heveslerini ele veren kuşkular uyandırıyor. Gerçek demokrasi seçme ve seçilme haklarıyla sınırlı, parlamento toplantılarıyla sınırlı bir rejim olmamak gerekir. Özgürlük ve hukukî eşitliği sağlamış bir yönetimin gerçekten demokrasi olabilmesi için sosyal devletin gereklerini de yerine getirmiş olması gerekir: Ulusötesi işverene karşı ulusötesi sendikalar... Yoksulluğun ve dışlanmanın bütün biçimlerini ortadan kaldırmayı amaçlamış bir demokrasi… Demokrasi, soyut insan haklarına ve soyut ifade özgürlüğüne indirgenemez. Demokrasi, dünya piyasasının, dışardan kontrol edilen çok partili seçimlerin ve basit insan hakları ideolojisinin boyunduruğunda piyasanın kurallarını kabul etmek olarak tanımlanamaz. Demokrasi ama siyasette ve ekonomide demokrasi! Gerçek demokrasilerde halk yoksullaşmaz, gerçek demokrasi halkı yoksullaştırmaz. Yoksulluğun olduğu yerde demokrasi eksiktir, sakattır. Demokrasi, sermayenin tek yanlı diktasının arzuladığı bir yönetim tarzı da değildir. Çoğunluğun zorbalığına izin vermeyen, azınlığın veto hakkına sahip olduğu bir demokrasi. Türkiye için böyle bir demokrasi!

Laiklik 'Allahsızlık, Kitapsızlık, Dinsizlik' değildir savunmasını ben de yapacağım. Burası Türkiye! Laiklik, bireyin ve toplumun Allahsızlığı, Kitapsızlığı, Dinsizliği değildir. Ama politik ortamın Tanrı’dan, Kitap’tan ve Din’den arındırılmışlığıdır. Cumhuriyet ve demokrasi gibi laikliğin de referansı Tanrı ve din değildir. Laiklik, “Tek Tanrı, Tek Sezar” önermesinden önceki zamanı aramaktadır. “Ne Tanrı ne de Sezar!” demektedir. Sezar deyince, “Sezar’ın Hakkı Sezar’a” özlü sözün kaynağı olan İncil’e başvuracağım. Öykü Matta, Markos ve Luka İncillerinde var. İncil’in kötü adamları Ferisiler İsa’yı tuzağa düşürmek için bir düzen kurarlar ve kral Hirodes’in adamlarıyla birlikte kendi adamlarını İsa’ya gönderirler. Gerisini Markos İncili’nden aktarıyorum: “İsa’ya gelip, ‘Öğretmenimiz’ dediler, ‘Senin dürüst biri olduğunu, Tanrı yolunu dürüstçe öğrettiğini, kimseyi kayırmadığını biliyoruz. Çünkü insanlar arasında ayrım yapmazsın. Peki, söyle bize, sence Sezar’a vergi vermek Kutsal Yasa’ya uygun mu, değil mi? İsa onların kötü niyetini bildiğinden, ‘Ey ikiyüzlüler!’ dedi. ‘Beni neden deniyorsunuz? Vergi öderken kullandığınız parayı gösterin bana!’ O’na bir dinar getirdiler. İsa, ‘Bu resim, bu yazı kimin?’ diye sordu. ‘Sezar’ın’ dediler. O zaman İsa, ‘Öyleyse Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin’ dedi. Bu sözleri duyunca şaşırdılar, İsa’yı bırakıp gittiler.” (Matta, 22: 15-22) Bu kıssanın anlamı şudur: İsa, yeryüzünün hükümdara, gökyüzünün Tanrı’ya ait olduğunu işaret ederek, kuramsal düzlemde din ile devleti ayırmaktadır. Demek ki Hıristiyanlar 1.800 küsur yıl İsa’nın buyruğuna aykırı davranmışlar. Aslında konuşmama laiklikten başlamalıydım. Çünkü laiklik yoksa ne demokrasi vardır, ne de cumhuriyet. Din ile devlet ayrılmasaydı ne demokrasi olurdu, ne de cumhuriyet. Din ile devlet ayrılmasa idi Tanrı ve din iktidarın kaynağı olmayı sürdürecekti. Laik anlayışa göre iktidar gücünü halktan ve insan aklından alır. Laik anlayış, bireysel din ve inanç özgürlüğünü zedelemeden, yeryüzü iktidarı bağlamında Tanrı ve dine sınır getirmiştir. Laikliğin belki de en gerçekçi tanımı şöyle olmalıdır: “Laiklik, birey ve toplumu dinlerin kendi adlarına ve Tanrı adına yaptıkları baskılardan korur.” Bu tanım benim tanımım, henüz kitaplarda yazmıyor. Adnan Menderes’ten bu yana taa Recep Tayip Erdoğan’a kadar sağ politikacıların pek beğendiği bir tanımla, yani laikliğin din ve vicdan özgürlüğü olduğu ya da laikliğin din ve vicdan özgürlüğünün garantisi olduğu tanımıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Din ve vicdan özgürlüğü insan hakları listesinde yer alır. Laiklik insan haklarıyla ilgili bir öge (unsur) değildir, yüzde yüz politik bir kavramdır. Bir devlet teorisidir, bir devlet türü tasarımıdır. Din ve vicdan özgürlüğü laik devletin ilkelerinden biridir ve laiklik din ve vicdan özgürlüğünü sınırlar. Bu noktaya çok dikkat edelim: Laiklik, siyasal bağlamda ve devlet döneminde Tanrı ve dinleri sınırladığı gibi din ve vicdan özgürlüğünü de sınırlar. Bu nedenle “Laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür” tanımı laikliğin sınırlayıcı özelliğini elinden alır ve laikliği ortadan kaldırır. Türk-Fransız laikliği bu türden sınırlayıcı bir laikliktir. Türkiye’de kimi yazarların zaman zaman laiklik yerine Anglo-sakson sekülarizmi istedikleri görülür. Özellikle liberal olduğunu söyleyenler. Türkiye cumhuriyetini kuranlar 29 Ekim 1923 tarihinde 2000 yıllarının demokrasisi ile işe başlamadıkları için eleştiriliyorlar. Dikkat edersek 29 Ekim 1923 demokrasisinin normlarına göre işe başladıklarını görürüz. Kurucu kadro Fransız-Avrupa laikliği yerine Anglo-Sakson sekülarizmini seçip alamazdı. Neden? Bunun nedenini sekülarizmden başlayarak araştıralım. İlkin sekülarizm laikliğin eşanlamlısı değil. Ama dinden bağımsızlaşma, dünyasallaşma anlamına geliyor. Laikleşme anlamına da geliyor. Ama eşanlamlı değil. Bence dinin bağımsızlaşması, dinin devletten bağımsızlaşması anlamına geliyor daha çok. Sekülerleşmenin tarihi Luther ve Calvin reformlarına kadar gidiyor. Protestanlık, Roma Katolik Kilisesi’nden bağımsız kiliseleri kapsar. Protestanlığın ortaya çıkması güllerle karşılanmadı. Emperyal devlet ve Roma Kilisesi, Papalık müthiş bir baskı başlattı Protestanlar üzerinde. Bu baskı SaintBarthélemy Katliamı (1572) ile doruk noktasına çıktı. Fransız kralı 3000 kadar reform yanlısının öldürülmesine izin verdi. Protestanların dinsel özgürlüğü Nantes Fermanı (1598) ile güvence altına alındı. XIV. Louis’nin 1685’te Nantes Fermanı’nı yürürlükten kaldırması üzerine 500.000 protestan ülkeden ayrıldı, bunların büyük bir bölümü Kuzey Amerika’ya göçtü. Protestanlar Avrupa’da 1789 Fransız Devrimi’nden sonra özgürlüklerine kavuştular. Protestanlık ve İngiliz kolonlarının sağladığı siyasal modeli, ABD Anayasası’nın hazırlanmasında etkili oldular. Özetleyecek olursak, AngloSakson Sekülarizminde Halk ve Kilise, devleti sınırlandırmak için işbirliği yapmıştır. Toplumsal örgütlenmede Protestan tarikatları çok etkindir. Kilise ve halkı korumak için devlet iktidarı sınırlandırılmıştır. Bu sayede din devletten bağımsızlaşmış ve devletin denetimi dışında kalmıştır. Ancak ABD anayasasını hazırlayan kurucu babaların çoğunluğu deistir ve Anayasa’da Tanrı adı bir kez geçer. Avrupa laikliğinin, düşünsel olarak değil ama pratik olarak başlangıç tarihi 1789 Fransız İhtilalidir. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir. Ama ondan önce 1215 tarihli Manga Carta Libertatum; 1679 tarihli Habeas Corpus Act, 1689 tarihli Bill of Rights (Haklar Bildirgesi) vardır. Fransız ihtilalini burjuvazi ve proletarya yani halk Krallık ve Kilise’ye karşı yapmıştı. İhtilal krallığı ortadan kaldırdı, kilisenin mallarını elinden aldı ve dünyasal yetkilerini ortadan kaldırdı. İhtilali yapan halk ve ihtilalin kurduğu yeni devlet Kilise’ye karşı işbirliği yaptılar. Avrupa-Fransız laikliği bu işbirliğinden kaynaklanır. Bu laiklik kiliseyi ve dini sınırlar. Tekrarlayacak olursak: Sekülarizmde, halk ve kilise devlet iktidarını sınırlar. Laiklikte, halk ve devlet kiliseyi yani dini sınırlar. Din eğer İslam dini ise durum daha da karışıktır. İslam’da Kilise benzeri hiyerarşik bir örgütlenme biçimi ve Papalık benzeri bir üst otorite bulunmadığı için, Avrupa ve ABD’de olduğu gibi, bir din-devlet ilişkisi kurmak olanaksızdır. Bu nedenle Cumhuriyet Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. Bu yüzden Cumhuriyet çokca eleştiriye uğramış, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Türk laikliğini zedelediği ileri sürülmüştür. Eğer İslam’da Kilise benzeri bir yapı olmuş olsaydı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasına gerek kalmazdı. Acaba Halifelik kaldırılmasaydı mı? Halifelik ile Papalık aynı şey değil ki… ABD’de, ABD anayasasını hazırlayan Kurucu Babalar toplantısından çıkan Benjamin Franklin’e halk nasıl bir hükümet kurduklarını sorar, o da “Korumayı becerirseniz, bir Cumhuriyet” der. Ve bu cumhuriyet, Anayasa’ya göre, din ve devlet işlerini ayırmaktadır. ABD cumhuriyeti ve demokrasisi bu ayrılık temeli üzerine kurulmuştur. Aynı şey Fransız-Avrupa-Türk laikliği için de söz konusudur. Bu laiklik de devlet ve dinin ayrılması ilkesine dayanır. Cumhuriyet ve demokrasi de laiklik düşüncesinin uygulamaya geçmesiyle hayat bulmuştur. Cumhuriyet ve Demokrasi’nin kalitesi Laiklik ya da Sekülerliğin kalitesi ile doğrudan ilişkilidir. Laiklik bozulursa, Cumhuriyet ve Demokrasi de bozulur. Laiklik ile oynayanlar Cumhuriyet ve Demokrasi ile de oynarlar. Bu nedenle Laikliğe karşı yapılan her olumsuz hareket, Cumhuriyet ve Demokrasi’ye de yapılmış demektir. Doğayı, suyu ve toprağı koruyan, insanların insanca yaşayacağı, insanların barış içinde yaşayacağı küresel bir dostluk ve barış için; insanın ruh, beden ve beyninin özgürce gelişeceği, insanın bütün yaratıklarla dost olacağı, insanın kara büyüden özgürleşeceği, önyargı ve kör-inançlardan kurtulacağı, inançların insanları körleştiremeyeceği; çocukların yalınayak gezmediği, delik topuklu çoraplara mahkûm olmayacağı bir dünya ve evren için, açlığa ve işsizliğe karşı bir laik cumhuriyet ve demokrasi! Bunları gerçekleştiremedikten sonra cumhuriyet, demokrasi ve laiklik ne işe yarar!

Yorumlar (0)
17
parçalı bulutlu
banner17
Günün Karikatürü Tümü
Günün Anketi Tümü
Bergama İl Olmalı mı?
Bergama İl Olmalı mı?
Puan Durumu
Takımlar O P
1. Galatasaray 11 31
2. Fenerbahçe 11 26
3. Samsunspor 12 25
4. Eyüpspor 12 22
5. Beşiktaş 11 21
6. Göztepe 11 18
7. Sivasspor 12 17
8. Başakşehir 11 16
9. Kasımpasa 12 14
10. Konyaspor 12 14
11. Antalyaspor 12 14
12. Rizespor 11 13
13. Trabzonspor 11 12
14. Gaziantep FK 11 12
15. Kayserispor 11 12
16. Bodrumspor 12 11
17. Alanyaspor 11 10
18. Hatayspor 11 6
19. A.Demirspor 11 2
Takımlar O P
1. Kocaelispor 12 25
2. Bandırmaspor 12 24
3. Erzurumspor 12 22
4. Karagümrük 12 21
5. Igdir FK 12 21
6. Ankaragücü 12 19
7. Ahlatçı Çorum FK 12 19
8. Boluspor 12 18
9. Şanlıurfaspor 12 18
10. Manisa FK 12 17
11. Esenler Erokspor 12 17
12. Ümraniye 12 17
13. Pendikspor 12 17
14. Keçiörengücü 12 15
15. Gençlerbirliği 12 15
16. İstanbulspor 12 14
17. Amed Sportif 12 14
18. Sakaryaspor 12 13
19. Adanaspor 12 7
20. Yeni Malatyaspor 12 -3
Takımlar O P
1. Liverpool 11 28
2. M.City 11 23
3. Chelsea 11 19
4. Arsenal 11 19
5. Nottingham Forest 11 19
6. Brighton 11 19
7. Fulham 11 18
8. Newcastle 11 18
9. Aston Villa 11 18
10. Tottenham 11 16
11. Brentford 11 16
12. Bournemouth 11 15
13. M. United 11 15
14. West Ham United 11 12
15. Leicester City 11 10
16. Everton 11 10
17. Ipswich Town 11 8
18. Crystal Palace 11 7
19. Wolves 11 6
20. Southampton 11 4
Takımlar O P
1. Barcelona 13 33
2. Real Madrid 12 27
3. Atletico Madrid 13 26
4. Villarreal 12 24
5. Osasuna 13 21
6. Athletic Bilbao 13 20
7. Real Betis 13 20
8. Real Sociedad 13 18
9. Mallorca 13 18
10. Girona 13 18
11. Celta Vigo 13 17
12. Rayo Vallecano 12 16
13. Sevilla 13 15
14. Leganes 13 14
15. Deportivo Alaves 13 13
16. Las Palmas 13 12
17. Getafe 13 10
18. Espanyol 12 10
19. Real Valladolid 13 9
20. Valencia 11 7

Gelişmelerden Haberdar Olun

@