31.05.2022, 12:08

Düş Kırıklığı

İlk tayinim sizin köye çıktığında sevincimi tahmin edemezdiniz.

Anadolu’ya, üstelik de ana dili Türkçe olmayan insanların yaşadığı bir bölgeye ilk kez gidecektim.

Yaşım henüz 22…

İkinci bir dilim (lisanım) olacaktı. Nedense farklı diller öğrenmeye hep ilgi duymuşumdur. Ortaokuldaki İngilizce öğretmenim şaşmıştı buna. "Aferin sana, hemen kapıyorsun" demiş ve ailemde İngilizce bilen biri olup olmadığını sormuştu.

Doğu’nun en uçtaki köylerini çekenler o gün Ankara’da üzüntüden hasta olmuş gibiydiler.

Ben ise İzmirli olarak bayram ediyordum.

Öncesinde de kendimi buna hazırlamıştım zaten. Atamamın Doğu ya da Güneydoğu’ya çıkacağını adım gibi biliyordum. Okuldaki Doğulular bize hep gülerek "Sizler bizim oralarda yapamazsınız" deyip duruyorlardı. Neden böyle derler, anlamakta zorlanırdım. Sizler iki gözlü, iki kulaklı, tek beyinliler olarak yapıyorsunuz da bizler niçin yapamayalım demeye çalışırdım da bir türlü diyemezdim. Hele bir gidelim de, diye mi düşünüyordum kim bilir…

Şu vardı ki bizlere göre daha az gülüyorlardı sanki… Sanki bize göre daha ciddiydiler. Belki de bana öyle geliyordu. Onlara, ezilmiş/ acı çekmişler gözüyle bakardım hep. Bekir Yıldız’ın, Yaşar Kemal’in romanlarının etkisiydi galiba.

***

Köyünüze ilk geldiğimde babam vardı yanımda. Zaten ne zaman yalnız bırakmıştı ki beni…  Yaralandığım, sonrasında da kovulduğum okula ilk kaydolduğum günlerde de gene yanımdaydı aslan babam.

Beni, kendi elleriyle teslim edecekti köyün muhtarına. Canı öyle istemişti.

İlçede, köyün arabaları nereden kalkıyor diye sorduğumuzda bankanın önünü göstermişlerdi.

Sorduğum adama dönüp "Orada hiç araba yok!" dediğimde aldığım yanıt, yıllarca hiç çıkmadı beynimden:

"Aha ordalar lo, ne yoku?"

Güneydoğu gerçeğiyle ilk yüzleşmemdi bu. Ulaşımın dolmuş ya da taksiyle yapıldığını zanneden beynim, Güneydoğu gerçeğiyle sendeler gibi oldu.

Bankanın köşesindeki at arabalarını arabadan saymamış olmalıydım.

Tek ya da çift atlı, dört lastik tekerlekli arabalar, buranın kitle ulaşım aracıydı.

Önce valizlerimizi yerleştirdik. Öğretmen olduğumu öğrenen köylüler birbirleriyle anlaşmışçasına "Nerden geliyseniz?" dediler.

İlçeye dört kilometre uzaklıktaki köyün yolu toz topraktan geçilmiyordu.

Her gün duş yapmadan yatağa girmeyen biri olarak keyfim öyle kaçtı ki…

Sık sık beygir osuruğu, toz toprak, 'vara vara, muallim, heye, nizanim' sesleri arasında süren yolculuğumuzda her birinin meraklı sorularını yanıtladım.

Sağım solum göz alabildiğine düzlüktü. Pamuk tarlasıymış göz alabildiğine uzanıp giden topraklar… Ovada tek bir ağaç yoktu.  Üç dört evin önündeki dut ağaçları dışında…

İlçe çıkışında başlayan en fazla iki katlı kerpiç evlerin boyası ve sıvası yok gibiydi. Çok sayıda çocuk, evlerinin önünde sigara içen poşulu erkekler, tek tük olan bakkal dükkânlarını geride bıraktık. Köye kadar tek bir virajı olmayan dümdüz yolda karşımızdan gelen at arabalarının ve taksilerin çıkardığı yağmur gibi toz bulutu altında geçen yolculuğumuz yirmi dakika sonra bitti.

Yağmurlar başladığında öğrenecektim bu yolun sonraki aylarda çamur deryası olacağını, ayakkabı giyilemeyeceğini, lastik çizmeyle yürünmesi gerektiğini…

Çamurdan ayağını çıkarmanın bile bir güç istediğini öğrendiğim günlerde küfür hazinemin de tahminlerden öte gelişeceğini ileride yaşayarak öğrenecektim.

1.90’lık köy İmamını o gün tanımıştım. Sonraki aylarda bizden porno dergi isteyecek olan imam, Ayntablıydı. Eşinin biri Ayntab’ta diğeri ise burada yanındaydı.

Şimdi düşünüyorum da o imam iyiymiş. Camiye gelen küçük yaştaki çocuklara tecavüz gibi bir sabıkası yoktu.Gel gelelim cinsellik aklını başından almış gibiydi. Okula gelip benden bakkal Şahin’in kızını istemek için aracı olmamı istediğinde şaşkına dönmüştüm.

O günlerde Türkiye, terör batağındaydı. Ölümsüz/ öldürümsüz gün geçmiyordu. Özellikle Güneydoğu’da…

Köy imamlarından biri zehirli yemekle bir köy öğretmenini öldürmüştü.

Bir gün, elinde bir tabak bulgur pilavıyla gelen imamı karşımda görüverince 'eyvah, sonum geldi' diye düşünmüştüm.

***

Okulun önüne geldiğimizde hayallerim/ inancım/ kararlılığım yara almış gibiydi. Döküldü dökülecek kadar eskimiş bir binaydı. Kapısında cam yoktu. Kapısı zincirliydi. Bildiğin kalın zincir…

Sanki bir sabıkası varmış gibi, üstüne üstlük bir de kilitlenmişti.

Selahattin’i o gün tanımıştım. Bilmediğim bir dille muhtarın kardeşine bir şeyler sorar gibiydi. "Muallim" dedi muhtarın kardeşi. Üstü başı toz toprak içindeydi. Çamura bulanmış da sonra kurumuş vaziyette bir elbise vardı üzerinde. Yalınayaktı. Bakınıp durdu bana. Hoş geldin bile demedi.

Valizlerimizin üstü bir karış tozdu.

Sen Ayşe! Seni o gün tanımıştım. Başın önde, tos tos bana bakıyordun. Saçların ne kadar karışıktı öyle. Kirli ve tozlu… Bana Merih’ten gelmişim gibi bakıyordun. Ayağın da diğer tüm çocuklarınki gibi çıplaktı. Elinde kuru bir ekmek parçası bile yoktu.

Lojmanın kapısı açıldığında, burası iki gün temizlik ister diye düşünmüştüm. Dağınık, toz, toprak içinde olduğu gibi çok da bakımsızdı. Bakımsızlıktan öldü ölecek adeta.

Okulun kimi sıraları da buradaydı. Babamla göz göze geldim bir ara. Gülümsemekle somurtmak arasında kaldım.

O ise içi kanar halde gibiydi. Odanın penceresini açayım der demez çığlığı bastım. Şimşek hızıyla hareket eden kapkara bir akrepti gördüğüm. Döşemenin yarıklarından birine girip kayboldu. Muhtar gülüyordu. "Akreptir lo! Dokunmazsan zarar vermez."

Betim benzim solmuş olmalı ki babam, muhtardan su rica etti.

Mustafa, seni de o gün lojmanda tanıdım. Gülmüştün bana. Muhtara da dönüp "Muallim çok korkaktır." demiştin. Saçların papazınki gibi, upuzundu. Ayağın da çıplak…

Köydekilerin akrebin zehirli bir sürüngen olduğunu bilmemeleri olanaksız…

Dokunmazsak  zarar vermezmiş!.

Döşemeye göz gezdirince yarıkların çok olduğunu farkettim. Sağımız solumuz örümcek ağıydı. Pencerenin korkuluğu/ siz ona pancur deyin düştü düşecek gibiydi. Tuvalet ise bir facia!

Konuşmayı pek sevmeyen muhtar, "Çocuklar gelsin, tertemiz ederler burayı." dedi. Su, beş yüz metre ilerdeymiş. Su da ifadesine bakılırsa çok güzelmiş.

Hasan’la da o gün tanıştık. Hiç konuşmuyor, öylece bakıyordu bana. Senin adın ne bakayım, dediğimde hemen başını çeviriyordu. Onun da ayakkabısı yoktu.

Testi ve kovalarla sular gelmeye başladığında vakit akşama döner olmuştu. Çevremizdeki çocukların da yardımlarıyla yetişkinlerin sayısı yirmiyi bulmuştu. Lojman temizleniyor muydu, çamura mı bulanıyordu anlayamıyordum.

İçerisi öyle pisti ki suyu görünce her yer bir anda çamura dönüşüveriyordu.

Eksiklerimizi öğrenmiş, anlamıştık. Valizlerimizi açmadan öylecene koyduk.

İlçeye dönmek istediğimizi anlayan muhtar, "Olur mu lo, Tanrı misafirisiniz. Bugün bizdesiniz" dedi.

Lojmanda somyeye benzer bir şey yoktu. Yatağımızı da henüz almış değildik. Bir de akrebi düşününce "Bugün olmaz muhtar" dedim. Israr etse de faydası yoktu.

Lojmanı kilitleyip yola düştük. Baba oğul, ilçe yolunda kırk beş dakika boyunca gelene geçene  "Aleykümesselam" dedik. Burada böyle diyorlardı.

Otelin altındaki kebapçıda acılı kebabımızı yiyorken babamı biraz donuk gördüm. Bir şey söyleyecek de sanki söyleyemiyor gibi… Yemeğin sonuna doğru da söyledi: "İstifa et, yarın dönelim."

Henüz 22’sindeyim. Memleketimde de çok köy görmüştüm. Evet, burası mahrumiyet bölgesiydi.  Okuldayken de anlatmıştı hocalarımız. "Zoru görünce kaçmak yok!" diye de uyarmışlardı. Özellikle de müdürümüz İlyas Bey.

"Unutmayın ki o bölgede yaşayanlar da birer yurttaş. Cehaletin hüküm sürdüğü o toprağın insanlarını uyandırmak gibi bir göreviniz var" demiş, biz de söz vermiştik topluca…

Bunu anlattım babama. "Ben kalacağım" dedim.

Başını yana çeviren, burnunu siler gibi mendiliyle yaşaran gözlerini silen babam, hiç ses çıkarmadı. Bu tabloyla karşılaşacağımı kestiremesem de tahmin etmekte de zorluk çekmemiştim aslında.

Öte yandan da "Ama ya o akrep?" düşüncesinden de kurtulabilmiş değildim. Ben her gece korkuyla mı yatacaktım yani… İzmir’de değil aklıma, gözümün önüne bile gelmiyordu hiç, bu akrep denilen yaratık.

Okulun ve lojmanın tertemiz olması bir haftamızı almıştı.

Her sabah otelin altında kahvaltımızı yapıyor ve düşüyorduk yola. Akşam karanlığına doğru da dönüyorduk. İlçenin hemen çıkışındaki bakkalda gördüğüm Yılmaz Güney posteriyle İbrahim Tatlıses posterine ve bakkal Sait’e merhaba demek artık işimiz olmuştu.

Küçük küçük taburelerde tembel tembel oturup sigaralarını içenler de artık bize alışmış, selam veriyorlar, hal hatır soruyorlardı.

Kemal, Mehmet, Harun, Seyyit, Cengiz, Şahin, Abdülkadir, Halil, en büyük dilsiz yardımcılarımdı. Hiç biri bilmiyordu dilimi.

İlginçtir, yanıma hiç liseli ya da ortaokullu gençler sokulmuyordu. Yanıma gelen her bir genç ya da yaşlı, adımdan önce ilk olarak nereli olduğumu soruyor, İzmir dediğimde de "Haa, Tece!" diyorlardı.

Hiç unutmam… o akşam oteldeki Türkiye haritasında 'Tece' diye bir kasaba ve il arar olmuş ama bulamamıştım. Resepsiyondaki Resul, merak edip nereye baktığımı sorunca öğrenmiştim işin aslını.

Buradaki siyasete meraklı gençlerin ağzında çok yaygındı bu Tece.

İzmir’de babamla boya badana işleri yapıyorduk. Öğretmen olup maaşa bağlanınca canım babama yardım edecek, elini hafifletecektim. Maaşımın yarısını ona gönderecektim. Hem işlerini görecek hem de bana düğün dernek parası hazırlayacaktı. Ömrü boyunca bekar kalacak değildim ya…

O ise, akrebi/ tozu/ toprağı ve yoksulluğu görünce beni buralarda bırakmaya kıyamıyor, geri götürmeye çalışıyordu.

Canım babam!

Emekliliği olan bir işe başladığım için Allahıma şükrediyordum.

Lojmanda yılan çiyan da olsa yaşamımı öğretmen olarak sürdürmeye kararlıydım.

***

Babamı uğurladığımda lojmanımda her şey vardı. Somyem, yatağım, yorganım, teneke sobam, masam, sandalyem ve kap kacağımla tüpüm…

Hepsini alıp tamamlamış, "Bundan sonrakiler de senin oğlucum!" demişti.

Nasıl da alışmıştık birbirimize… Yokluğuna alışmam hiç de kolay olmadı. O varken beş kuruş harcamamıştım, her masrafı o karşılamıştı.

Geceleri, gaz lambasının altında bu bölgenin konuştuğu dili çözmeye çalışıyordum. İçinde sanki biraz Fransızca, biraz Farsça, biraz İngilizce biraz da bizden sözcükler vardı. Melez bir dildi Kürtçe.

İngilizce’yi nasıl ki kolayına öğrenmiştim, bu dili de öğrenecektim.

Öğrencilerimin konuştuğu dili öğrenirsem onlarla daha iyi anlaşacaktım. Emindim ki beni daha çok seveceklerdi.

Güneş tutulmasını, ulusal kurtuluş savaşını ya da yerçekimini anlatacak olduğumda tutulup kalıyordum.

O zamanlarda Eyüp Pamukçu yetişiyordu imdadıma.

Eyüp, tercümanımdı. Annesi ilkokul dörtten ayrılmıştı. Türkçe’yi biliyordu.

Dil bilmenin, farklı dilleri öğrenmenin önemini İzmir ve Efes’teki turistik gezilerimde öğrenmiştim ben. Liseyi bitirdiğim yıl üniversiteye girememiş, bir tur şirketinde çalışmaya başlamıştım. Rehberlerle iç içe bir yaşamım olmuştu. Sık sık da Efes’e turist götürüyorduk.

Hediyelik eşya satanların turistleri kazıkladığı anlarda turistlerin bana sordukları sorulara yanıt verememenin acısını benliğimde duyumsamış, onlara yardımcı olmaya çalışmış ve esnafla dalaşır olmuştum bu nedenle. On lira olan bir anahtarlığı yirmi beşe satıyordu bizimkiler…

Otobüste suratları asık olanların bana da öfkeyle bakıp durmaları karşısında Almanca’yı öğrenmek farz olmuştu. Çat pat da olsa… Esnafa karşı bir Alman ailenin yanında yer almam bizim esnafı ne kadar sinirlendirdiyse Alman ailenin de o derecede güvenini ve sevgisini kazanmıştım. Hatta beni Frankfurt’a davet etmişti o aile…

Hediyelik eşya satıcısı birinin bana "Sen vatan haini misin?" şeklinde bağırmasını ise o günlerin bir anısı olarak hep belleğimde saklıyorum.

Dil bilmeyen Alman turistlerin kazıklanmasına tahammül edemiyordum bir türlü…

Burada tek öğretmendim. Beş sınıfa birden bakıyordum. Birinci sınıflara okuma yazma öğretecektim güya… Onların Türkçe bildiği yok ki… Nasıl öğretecektim okumayı?

Bir de çok konuşuyorlardı. "kadınlar hamamı" derler ya, biraz da itiraf edeyim öyleydi. Konuşan, bana bakıp bakıp gülüşen, argo konuştuğuna emin olduğum yaşı büyükçe olanların sert sert konuşmaları…

Bocalıyordum. Öğretmen okulundaki hocalarım "Onların dillerini öğreneceksiniz, başka çareniz yok!" demişlerdi.

Hiç unutmam, bir gün bağırmıştım resmen: "Susun!"

Biri yanıma gelip bir şey söyledi: "Hıske!"

Susun demek yerine hep 'hıske lo' demeye başladığımda ekim ayındaydık yanılmıyorsam…

Bir de 'şorri mege' demeyi öğrenmiştim.

Derken,  yavaş yavaş öğrenmeye başlamıştım bu toprakların dilini.

İlçe milli eğitim müdürü, kısa sürede bu bölgenin dilini öğrendiğim ve köylüler tarafından çok sevildiğim için beni ödüllendirmişti.

İlçe milli eğitim müdürü de görev yaptığım köydenmiş meğerse.

*****

Sizler, özellikle de anne ve babalarınız, ben dilinizi konuştukça çok mutlu oluyordunuz.

Hatta dedeleriniz sarılıp alnımdan öpüyordu. "Sen bizim canımızsın! Bizim bir parçamızsın!"

Biliyordum ki bazı gençler de benden hoşlanmıyordu. Asimilasyoncu mu neymişim ben.

Ben, boyacı Remzi’nin oğluyum. Emeğiyle geçinen bir adamın oğluyum. Asimilasyoncu olmak neyime!

Arada bir lojmana gelip bana uzun uzun bölgeyi anlatıyorlardı. Nasihat çeker gibi…

İsviçre’den Bengladeş’e atanmış bir memur gibiydim onların gözünde.

Sizler, çıplaktınız, açtınız, güzel ve yakışıklıydınız. Ne güzel gözleriniz vardı örneğin… İri iri ve sürmeli… Çelimsiz bedenleriniz vardı. Kiminiz yaralı bereli…

Benim babam, annem ve kardeşlerim de sizden farklı değildi.

Sizleri kucaklamamam için bir neden yoktu. Benden bir parçaydınız sonuçta…

Dilimiz farklıydı sadece.

Okuyorken ben de sizler kadar yoksuldum. Okulu bitirebilmek için inşaatlarda çalıştım. Babama yük olmayayım diye… Çok evler boyadık babamla… Otelin birinde resepsiyonda çalıştım.

Burada öğretmenlik yaparken babama göndereceğim parayla diğer iki kardeşimin okumasını sağlayacağım örneğin… Belki de maaşımın dörtte birini harcayacağım burada.

Öğretmen okulunda okurken sizleri/ bizleri savunan öğrenci arkadaşlarımın yanında yer alamadım bu nedenle. Okuldan atıyorlardı öylesi öğrencileri. Benimse mezun olmam gerekiyordu. Atılırsam babama, kardeşlerime nasıl yardımcı olabilirdim?

Pısırık, düzen adamı diyordu kimileri…

Varsın desinlerdi. Şimdi en azından kardeşlerimin okumalarına yardımcı olabileceğim. Sizlere de bir şeyler öğreteceğim.

Lojmana gelen silahlı gençlerin sözlerini anlamakta zorluk çekmiyordum. Fakirliğin ve yoksulluğun ortadan kalkması için çalışıyorlardı.

Bana çok bilinen siyasi önderlerden söz ediyorlardı sık sık.

Yatarken babamın benim için ilçede harcadığı paraları düşündüm bir bir… Otel, lokanta ve kahvede içtiklerimiz… Hafta sonlarında il’e sinemaya gitmemiz falan…

Zavallı benim için neler yapmıyordu ki… İşlerini bırakıp ta buralara kadar benim için gelmişti.

Sizler benim bir parçamdınız. Sizlerde kendimi görüyordum. Öğretmenliğimin en güzel günlerini yaşattınız bana. Babam benim için ne yaptıysa ben de sizler için aynısını yapmaya çalıştım burada. Biliyorum ki iş güç sahibi olamayacaktınız. Çünkü beş paranız yoktu.

Bunu düşündükçe kahroluyordum.

Ne biliyorsam öğreteyim ki dedim kendi kendime, hiç olmazsa ilgili bilgili vatandaşlar olasınız.

Sebahat!

Sende öyle bir sayısal zekâ vardı ki… Problem çözmede üstüne yoktu.

Öğrendim ki şimdi ilçedeki Kadiroğulları Eczanesi’nde çalışıyormuşsun.

Sen Ferhat!

Ne güzel taklitler yapardın. Makineli tüfek gibi ses çıkarırdın da bizler de hep gülerdik sana. Keleş Ferhat demeleri boşuna değildi sana…

Hayret ederdim her birinize… Her biriniz nasıl da güzel söylerdiniz İbrahim Tatlıses şarkılarını… Müzik derslerimiz asla 'Ayağında kundura'sız geçmezdi sayenizde… Yılmaz Güney ve İbrahim Tatlıses aşkını sizlerde gördüm ben.

Şimdi de seviyor musunuz onu diye çok merak ediyorum.

Çamurdan yapılmış gibi olan o konik damlarda nasıl yaşıyor olduğunuzu, evdeki yaşantınızı hep merak ediyordum.

Bu nedenle sık sık geldiğim oluyordu damlarınıza.

Çok özür dilerim ama dam derken bile bir hal oluyorum. Ev demek isterim ama ev demeye bin tanık lazımdı o yapılara. Dam derken utanıyorum aslında. Bu devirde insanlar böyle yerlerde mi yaşamalı?

İlk kez kurutulmuş patlıcan sapının yakıt olarak kullanıldığına tanık olmuştum burada. Babalarınızın üç dört demet haline getirip onları ortadan ikiye bölüp sobaya attığı anlarda ortaya çıkan toz topraktan biriniz olsun etkilenmiyordunuz. Oysa toz yağmuru altında kalıyorduk. Kurutulmuş patlıcan sapları adeta toz deposuydu. Bir anda tutuşan ve bir anda geçen bu yakıtın bir anda verdiği ısıyla önce yanıyor sonra gene üşümeye devam ediyorduk. Önümüz Afrika arkamız Sovyetler Birliği…

Öğrendiğime göre İbrahim Uysal ve Muhammet Karaçulha dışında üniversiteye gideniniz olmamış hiç.

Olanağınız olsa hangi biriniz İstanbul’da ya da Ankara’da okumak istemezdiniz ki… Matematik ve fen bilgisinde hayrandım başarılarınıza… Yeter ki biri öğretmeye çalışsındı. Hemen kavrıyordunuz.

İbrahim’le Muhammet’e Tübitak da sahip çıkmış yanlış duymadıysam.

Şıh Osman Efendi Hazretlerinin çocuklarının her birinin ilçedeki okullardan sonra büyük şehirlere gidip okuyup eczacı, mühendis ve avukat olarak ilçeye döndüklerini duyunca neden sizler de okumayasınız diye düşüncelerimi dillendirdiysem de kendime yandaş bulamadım nedense…

Üstüne üstlük eczacı olan belediye başkanı da olmuş. Mühendis olanı da yabancı biriyle evlenip il’e mi ne yerleşmiş ne…

Şıh olanın, sırtı asla yere gelmemiş burada. Muhtar hep böyle derdi.

Düşünüyorum da kaymakamdan bile güçlüydü Şıh Osman.

Çalıştığım yıl, ilçedeki büyük bir evde yapılan toplantıya engel olmaya çalışan kaymakamı azarladığını duymayan kalmamıştı o yıl. Kaymakamı da hemen almışlardı ilçeden…

Duydum ki mezarını ziyarete gelenlerin çokluğu herkesin dilindeymiş. Ankara’da ve il’de evi, ilçede çok geniş arazileri olan Şıh, ilçeye bir okul yaptırsa daha çok sevilmez miydi?

Böyle dediğimde "Sen ne diysin lo, o zaten çok seviliy!" demişti Bakkal Salih.

Kışın çamurla boğuştum. Kış sonrası toz toprakla… Akrep ve yılanın sülalesiyle tanıştım. Karanlıkta yaşadım. Gaz lambası ışığında yaptım planlarımı. Bulgur pilavıyla geçirdim yıllarımı.

***

Aradan koca 40 yıl geçti.

Yeğenlerimden biri o bölgedeki bir ilçeye kaymakam olunca, çağrısını naz niyaz etmeden kabul ettim. Bir haftalığına yanına gittim. Çünkü benden çok dinlemişti bu bölgeyi… Yazdığım anılarımı okuyunca çok etkilenmişti belli ki…

Bir iki gün yeğenimle birlikte olduktan sonra bir taksi dolmuşa atlayıp doğruca ilçeme seyirttim. Oradan da köyüme… Yol, eskisi gibi değildi. Tozdan topraktan arınmış, yola benzemişti.

Köye doğru giden bir taksiye el kaldırdım. Aracı kullanan selamünaleyküm dışında tek söz bile etmedi köye kadar.

Caminin yanında indim ve okula doğru yürümeye başladım. İn cin top atıyor gibi. Kimsecikler yok.

Okul harabeye dönmüş. Kapalı…

Kırk yıl önceki gibi bir coğrafya… Ortada dolaşan ne insan ne kedi köpek var.

Bakkalın bulunduğu yere doğru yürüdüm. Dükkânın yerinde yeller esiyor. Sadece iki yaşlı kadın…

Onlarla da anlaşamadık zaten. Mezarlık viran halde.

4 kilometrelik yolu yürüyerek döndüm ilçeye.

Birilerine "Bizim köye ne oldu böyle?" bile demeden atladım taksiye döndüm yeğenime.

Yorumlar (0)
12
parçalı az bulutlu
banner17
Günün Karikatürü Tümü
Günün Anketi Tümü
Bergama İl Olmalı mı?
Bergama İl Olmalı mı?
Puan Durumu
Takımlar O P
1. Galatasaray 31 80
2. Fenerbahçe 31 75
3. Samsunspor 32 54
4. Beşiktaş 31 52
5. Eyüpspor 32 50
6. Başakşehir 31 48
7. Trabzonspor 31 45
8. Göztepe 31 43
9. Konyaspor 32 43
10. Kasımpaşa 31 42
11. Gaziantep FK 31 42
12. Kayserispor 31 40
13. Antalyaspor 31 40
14. Rizespor 31 37
15. Sivasspor 32 34
16. Alanyaspor 31 34
17. Bodrum FK 32 34
18. Hatayspor 31 19
19. A.Demirspor 31 -2
Takımlar O P
1. Kocaelispor 36 69
2. Karagümrük 36 63
3. Gençlerbirliği 36 62
4. Bandırmaspor 36 60
5. İstanbulspor 36 58
6. Erzurumspor 36 58
7. Iğdır FK 36 55
8. Boluspor 36 55
9. Amed Sportif 36 54
10. Ümraniye 36 53
11. Esenler Erokspor 36 52
12. Keçiörengücü 36 51
13. Ahlatçı Çorum FK 36 51
14. Sakaryaspor 36 48
15. Pendikspor 36 45
16. Manisa FK 36 44
17. Ankaragücü 36 42
18. Şanlıurfaspor 36 40
19. Adanaspor 36 30
20. Yeni Malatyaspor 36 -21
Takımlar O P
1. Liverpool 34 82
2. Arsenal 34 67
3. Newcastle 34 62
4. M.City 34 61
5. Chelsea 34 60
6. Nottingham Forest 33 60
7. Aston Villa 34 57
8. Fulham 34 51
9. Brighton 34 51
10. Bournemouth 34 50
11. Brentford 33 46
12. Crystal Palace 34 45
13. Wolves 34 41
14. M. United 34 39
15. Everton 34 38
16. Tottenham 34 37
17. West Ham United 34 36
18. Ipswich Town 34 21
19. Leicester City 34 18
20. Southampton 34 11
Takımlar O P
1. Barcelona 33 76
2. Real Madrid 33 72
3. Atletico Madrid 33 66
4. Athletic Bilbao 33 60
5. Villarreal 33 55
6. Real Betis 33 54
7. Celta Vigo 33 46
8. Osasuna 33 44
9. Mallorca 33 44
10. Real Sociedad 33 42
11. Rayo Vallecano 33 41
12. Getafe 33 39
13. Espanyol 33 39
14. Valencia 33 39
15. Sevilla 33 37
16. Girona 33 35
17. Deportivo Alaves 33 34
18. Las Palmas 33 32
19. Leganes 33 30
20. Real Valladolid 33 16

Gelişmelerden Haberdar Olun

@