Küçük Bir Ülke ile Dev Bir Şehir
Küçük Bir Ülke
Zamanın behrinde, yeryüzünün bir yerinde, biri bitip diğeri başlayan ve bazen yüzyıl süren savaşlar yaşanıyormuş. Bu savaşlar, ülkelerin hiçbirine uzun süren mutluluklar getirmiyormuş. Zafer kazanan ülkenin insanları, bir süre mutlu olur gibi oluyorlarmış gerçi ama bu uzun sürmüyormuş. Krallar tam ganimetlerin tadına bakacak, zaferlerinin keyfini sürecekken yeni bir savaş başlıyormuş. Ülkelerin genç nüfusu sürekli toprağa düşüyor, hayatta kalabilenler ise ömürlerini acı içinde geçiriyorlarmış. Bütün varlıklarını savaşlara harcadıklarından dolayı gelişemiyor, zenginleşemiyor, refaha eremiyorlarmış. Savaşmak istemeyen ülkeler dahi bu savaşların dışında kalamıyormuş. Çünkü bir diğer ülke, ordusuyla gelip kapıya dayanıyor ve herkesi kılıçtan geçiriyormuş.
Savaş demek, ölüm, açlık, kıtlık, zehir zemberek acı demekmiş. Krallar bu kıtlıklardan çok fazla etkilenmezlermiş aslında ama halklarının sefilliği krallıkları güçsüz düşürürmüş. Güçsüz olan ülke ise savaşlardan hep yenik çıkar, yenildikçe erir ve bir gün yok olup gider, ancak çok geçmeden yerine başka bir ülke kurulurmuş.
Halkları her gün biraz daha yoksullaşan ülkelerin, birbirlerinin ganimetleriyle semirmiş kralları, bir gün, savaşmak yerine oturup karşılıklı konuşmaya karar vermişler. Krallar, kanatlı atlar gibi uçaraktan uçsuz bucaksız ovaların birinde bir araya gelmişler. O güne kadar hep kılıçlar konuştuğu için kılıçsız nasıl konuşulacağını ilk anda bilememişler ve birbirlerine höt zöt etmişler tabii. Aralarında ufak kavgalara bile tutuşmuş, birbirlerine yine kılıç çekmişler falan ama günün birinde karşılıklı konuşmayı başarmışlar.
“Bu böyle olmuyor.” demişler. “Kedi köpek gibi kavga edip duruyoruz. Hep birbirimize zarar veriyoruz. Vaktimizi de varlığımızı da savaşlara harcıyor, güçlerimizi karşılıklı tüketip duruyoruz. Hiçbirimizin bir adım ileri gidebildiği yok. Artık savaşmamamız, işimizle gücümüzle uğraşmamız, ekip dikmemiz, topraktan ürün almamız, yepyeni icatlar yapmamız şart. Yoksa bu açlık ve kıtlık hepimizin halklarını kırıp geçirecek. Bizler de halksız kalacağız ve krallıklarımız bitecek. Buna bir çare bulmak zorundayız. Herkes düşüncesini söylesin.” demişler.
Sabahlardan akşamlara kadar günlerce bağrışmış, bir çare bulamamışlar. Ne nasıl barışılacağını biliyorlarmış ne de höt demeden nasıl konuşulacağını çünkü. Üstelik herkes de birbirine, karşısındakinin kendisinin düşmanı olduğu sabit fikriyle yaklaşıyormuş.
Gel zaman git zaman, içlerinden birinin aklına parlak bir fikir gelmiş. Demiş ki: “Ülkelerimizden birer küçük parça bölelim ve bir orta devlet kuralım. A ülkesi biraz versin, B ülkesi biraz versin, C ülkesi de biraz versin, ortada karışık bir ülke olsun. Savaşmaya kalkınca da önce, ülkemizden bölüp verdiğimiz kendi topraklarımıza saldırmamız, kendi insanımızı öldürmemiz gereksin. Böyle olunca belki o zaman savaşmayız.”
Uzun tartışmalar, gürültülü hötleşmeler sonunda bu fikir nihayet kabul görmüş. A ülkesi biraz toprak ve insan vermiş, B ülkesi biraz vermiş, C ülkesi de biraz vermiş. Minicik bir tabak içinde, ortaya karışık yepyeni bir ülke oluşturulmuş. Bu ülkeye ABC ülkesi adını vermişler. ABC ülkesinin başına bir kral oturtulmuş. Sınırlar kırmızı çizgilerle çizilmiş ve herkes kendi krallığına geri dönmüş.
Geride, kendilerini bölüp veren öz ülkelerine kırgın halklardan oluşan yeni bir ülke kalmış. Ve orada kırık kalpli yeni bir yaşam başlamış. Üzgün, küskün, sitemli, öfkeli bir yaşam.
Hangi tartışma sonucunda karar verildiği bilinmese de kuruluş sırasında, ülkenin resmi dili olarak A dili kabul edilmiş. B dilindeki insanların bu durumdan nasıl etkilendikleri hakkında herhangi bir rivayete rastlanmamakla birlikte, C dilinde olanların, bundan dolayı çok eziyet çektikleri kayıtlara geçmiş. Örneğin devlet dairelerinde (Devlet dairesi, o ülkede belediyeler imiş.) işlerini yapamamışlar. Askere giden C gençleri, emirler A diliyle verildiği ve onlar da A diliyle verilen emri anlamadıkları için çokça yanlış yapmış ve çokça cezalandırılmışlar. Daha fenası da savaşlarda yaşanmış. (Ne yazık ki bu minik devletin kurulması işe yaramamışmış. Savaşlar hâlâ son hızla sürüyormuş.) Verilen emri anlamayan C askeri, komutanına itaatsizlik ediyor durumuna düşmüş ve savaş suçlusu muamelesi görmüş. Tutuklanıp yüksek mahkemeye çıkarılmış. Mahkemede de kendisine, ülkenin resmi dili A ile soru sorulduğu ve suçu da aynı dilde bildirildiği için suçlamanın ne olduğunu da anlayamamış ve haliyle kendini savunamamış. Böylelikle ABC ülkesinin pek çok C askeri, kendi ülkesinin, kendi dilinden konuşmayan mahkemeleri tarafından idam cezası almış ve idam edilmiş. Bunların dışında çocuklarına C dilinde isim de veremiyorlarmış, çünkü yasakmış. Çocuklarının isimleri A dilinden olmak zorundaymış. Anadilleri C olan bu kişilerin A anadilini bilme ve konuşma imkanları yokmuş. C dili okullarda öğretiliyormuş ama bu eğitim anadilde olmadığı için pek başarıya ulaşamıyormuş.
C dilini konuşanlar, A dilini öğrenemezlerken, o yüzyılda, ülkeyi yöneten ve yönlendiren yüksek sınıfın içinde olabilmek için mutlaka A dilini konuşabilmek gerekliymiş. C dili konuşanlar alt sınıf vatandaş sayılıyorlarmış. Bu durumun doğurduğu sıkıntılar artık ayyuka çıkınca ülkenin C tarafında tepkiler oluşmaya başlamış. Ve o yüzyılın sonunda, bu ezici duruma karşılık olarak C Hareketi gelişmiş.
Bu hareketin içinden çeşitli gruplar çıkmış. Örneğin, ideolojik olarak C’lerin kültürel haklarını savunan bir grup. Sonra C Bölgesi için özerklik ve bağımsızlık isteyen bir başka grup. Üçüncü olarak da C bölgesinin, ayrıldığı eski ülkesine yeniden katılmasını isteyen bir grup… Tarihçiler bu grupların tümünü tek çatı altına almış ve hareketi, C Hareketi diye adlandırmışlar.
C hareketinin grupları, en sonunda bir ortak noktada birleşmişler. Bu noktada iki istek başı çekiyormuş. Bu isteklerin ilki, anadilleri C’nin, ülkenin resmi dillerinden biri olması iken ikincisi de bölgelerinin özerk olmasıymış. Bunun için uzun yıllar mücadele etmişler.
Bir zaman sonra, ABC ülkesinin siyasetinde, iki ana dile bağlı, özerkleşmeden yana bir eğilim giderek artan bir şekilde baskın hale gelmiş. Toplumsal gerginlik artmış. Bütün bunların sonucunda ülkenin anayasası, çatışma potansiyelini en aza indirmek için değiştirilmiş. ABC ülkesi üç ana topluluk ve üç bölgeye ayrılmış. Her bölgenin resmi dili kendi ana dilleri olmuş. A bölgesinin resmi dili A; B bölgesinin resmi dili B; C bölgesinin resmi dili ise C…
Sözünü ettiğim bu masal ülkesinin gerçek adı Belçika.
Belçika, hiçbir ülke ile savaşmıyor. Orada bugün artık hiç evsiz insan yok. Ev satın alabilecek gücü olmayana, o şehrin belediyesi bir ev vermekle yükümlü. Kişiler, kendilerine tahsis edilen o evde cüzi bir kirayla otururlar. Evin belli aralıklarla bakımı yapılır. Bu bakıma ait giderler belediyeler tarafından karşılanır. Ev tadilata alındığında size geçici bir ev verilir. Oraya taşınır ve tadilatın bitmesini beklersiniz. Sonra tertemiz ve yepyeni evinize geri taşınırsınız. Taşınma masrafının da bir kısmını belediye karşılıyor galiba ama bundan emin değilim.
Eğer isterseniz, size tahsis edilen o sosyal evi, ödeme gücünüze uygun taksitlerle, kira yerine taksit ödeyerek satın alabilirsiniz. Ev dediğiniz, öyle çok yüksek apartman katlarından biri değil; ya bahçe içinde villa tipi müstakil bir ev ya da en çok üç-dört katlı apartmanlardan birinin bir dairesi.
Ülkenin başında gayet demokratik görünümlü bir yönetim bulunmasına rağmen Belçika bir krallık. İngiltere’de olduğu gibi sarayda oturan sembolik bir kral var.
Avrupa’da krallıklar devrilip yerlerine cumhuriyetler gelmeye başlayınca krallar korkuyorlar. Hele de komşuda Sovyet devrimi gerçekleşince iyice paniğe kapılıyorlar. Olası bir devrimin önünü kesmek için, halk talep bile etmemişken (ya da etmişken, o kadarını bilmiyorum) krallar, bir hayli geniş sosyal haklar veriyorlar vatandaşlarına. Sosyal konut, işsizlik maaşı, sadece insan olduğu için kişiye saygı, parasız eğitim-sağlık vb. Böylelikle krallıklar ayakta kalıyor. Sovyetler dağıldıktan sonra da rahatlıyor ve sosyal hakları gevşetmeye başlıyorlar. Son durum böyle.
Fakat en gevşek halleri bile bizlere düğün bayram görünüyor. Çünkü bizim devletimizin, insanı mutlu etme kaygısı hiç olmamış. En küçük bir talep bile devlete düşmanlık olarak görülmüş. Her ne talep edilirse edilsin, talep edenler ya öldürülmüş ya cezaevinde çürütülmüş ya da vatandaşlıktan çıkartılmış. Vatandaşları dinlemeyi ve onların taleplerini yerine getirmeyi aklından geçiren bile olmamış. Yönetenler, vatandaşı nasıl mutsuz ve huzursuz edeceklerine kafa yormuşlar sanki sadece. Kimsenin yüzü gülsün istememişler. Hâl böyle olunca da ülkeden isyanlar eksik olmamış, ne var ki azıcık isyana benzeyen her hareket, aşırı ve kontrolsüz şiddet uygulanarak bastırılmış. Bu, zamanla iyice yerleşmiş ve devlet aklına dönüşmüş. “Vatandaş bir şey istiyorsa sustur! İsyan ediyorsa öldür!” Böyle olunca da büyüklerimiz hep öldürtmekle uğraşmışlar. Bizler de hep öldürülmüşüz.
Belçika bunun tam tersini uygulamış ve insanı öncelemiş. Orada ne sokak çocuğu var bugün ne evsiz kimse ne de sokak hayvanı. Çaresizlik içinde yaşayan hiç kimse yok. Yatağa aç giren bir tek çocuk yok. Yetersiz beslenmeden dolayı bodur kalan nesiller yok. Eğitim alamayan kimse yok. Çocuğuna harçlık veremeyen ebeveyn yok. Kanunlara, kurallara uymayan kimse yok. İstanbul’dan küçük bu ülkede üç bölge, o üç bölgenin ikisinde beşer ayrı vilayet-eyalet, her vilayet-eyaletin de ayrı başkenti, ayrı bayrağı ve kendi resmi dili var. Üstelik ülkenin bölündüğü de yok.
Dev Bir Şehir
Yaşamımın bir kısmını geçirdiğim İstanbul ile yine yaşamımın bir kısmını geçirdiğim Belçika’yı, yıllardır birbirleriyle karşılaştırır, kıyaslarım. İstanbul’da bir deprem bekleniyor olması, bir süredir bu karşılaştırmaları daha da yoğunlaştırdı ve konu, aklımı daha çok meşgul eder oldu.
İstanbul’da yaşayanlar, sabah evden çıkarken akşam eve dönüp dönemeyeceklerini bile bilemiyorlar. Günü kazasız belasız atlatan, haline şükrediyor. Herkes tedirgin, herkes mutsuz. Belçika’da insanlar mutludur, huzurludur, sağlıklıdır, neşelidirler. Bizde gülen yüze rastlanamıyor epeydir. Bırakın gülen yüzü, çoğumuzda saldırmaya hazır birer horoz hali var. Belçika’da, sokakta karşılaştığınız insanlarla selamlaşırsınız. Bizde selamlaşın da görün!
Belçikalıların mutlu olmalarının bir diğer sebebi de gelecek korkusu yaşamıyor olmaları. İşsiz kalmıyorsunuz çünkü. İş bulmakla yükümlü kurumlar size iş buluyorlar. Bulamaz iseler devlet işsizlik maaşı ödüyor.
Bizde neden herkes mutsuz?
Bunu, aradaki uygulama ve yaşam standardı farklarını tespit edebilirsek ancak anlayabileceğimizi düşündüm ve kıyaslama yapabilelim diye Belçika’yı anlatmaya çalıştım. Şimdi de farkların bir kısmını İstanbul üzerinden buraya yazmayı deneyeceğim:
Belçika, 2000 yılında İstanbul ile eş nüfusa sahipti. Bugün ise İstanbul’un ancak küçük kardeşi olabilecek büyüklükte bir ülke. 2000’de her ikisinin nüfusu da 7 milyon idi. Bugün, Belçika 11 milyon 727 bin, İstanbul 14 milyon 804 bin nüfusa sahip. Bu arada İstanbul’un Ankara’dan yönetilen bir şehir; Belçika’nın ise on bir vilayetten oluşmuş üç bölgeli bir ülke olduğunu anımsamakta yarar var.
Belçika’nın yüzölçümü 30.528 km ve burada 11 milyon 727 bin insan ferah ferah yaşıyor.
İstanbul'un yüzölçümü 5.343 km² ve İstanbul’da 14 milyon 804 bin insan, sıkış tepiş yaşamaya çalışıyor.
Belçika nüfusunun üstüne İzmir nüfusunu eklesek yine de bir İstanbul nüfusu oluşmuyor. (İzmir’in nüfusu 2 milyon 500 bin)
Yukarıda ABC ülkesi olarak anlattığım Belçika’da, Valon(A) Bölgesi’nin resmi dili Fransızca, Flaman(C) Bölgesi’nin resmi dili Flamanca (Felemenkçe). Valon Bölgesi sınırları içinde bir de minik bir Alman Bölgesi var. Alman(B) Bölgesi’nin resmi dili ise Almanca. Brüksel Başkent Bölgesi ortak bölge. Orada hem Fransızca hem de Flamanca konuşuluyor.
Flaman Bölgesi’ndeki okullarda ana dil dersi olarak Flamanca, ikinci dil dersi olarak Fransızca; Valon Bölgesi’nde de bunun tam tersi, ana dil dersi Fransızca, ikinci dil dersi olarak da Flamanca okutuluyor. Yabancı dil olarak ise İngilizce. Altıncı sınıfı bitirmiş olan bir öğrenci iyi kötü üç ayrı dil öğrenmiş oluyor.
Üç resmi dilin yanı sıra Belçika’da, gayrı resmi olarak konuşma serbestisi bulunan başka diller de yer alıyor. Örneğin Türkçe, Arapça, Kürtçe, Yunanca, İtalyanca… Bu diller her ne kadar gayrı resmi olsalar da devlet dairelerinde mutlaka o dilleri bilen memurlar veya tercümanlar bulunduruluyor.
İstanbul’da yetmiş iki milletten insan var. Devlet dairelerinde ücretsiz tercüman var mı, bilmiyorum. Ayrıca devlet daireleri denilince ne anlaşılacağının bilinemediği durumlar da yaşanıyor. Çünkü bütün illerde olduğu gibi İstanbul’da da hem seçilmiş yönetici hem de atanmış yönetici bulunuyor. Bu da hem seçilmiş yönetici hem de vatandaşlar için ciddi sorunlar yaratıyor. Hizmette gecikmeler, hizmet alamamalar, keyfe keder kısıtlamalar; yerel sorunların, sorunlara hiç de vakıf olmayan kişilerce merkezden çözülmesinin yarattığı yepyeni başka sorunlar gibi.
Deprem bekleyen İstanbul’a doluştukça doluşmuş insanlar. Şehir daha da büyüsün, iyice zıvanadan çıksın diye kanal açıp ortasından ikiye bölmeyi bile düşünüyoruz. Bir şehir daha ne kadar büyüyebilir? Sokaklarında daha ne kadar evsiz, işsiz, yoksul ve çaresiz insan ve kimsesiz ve bakımsız çocuk barındırabilir? Sorunlarını çözebilmek için daha ne kadar Ankara’dan izin (kâh onay, kâh para, kâh karar, kâh yasak) bekleyerek oturabilir? Daha ne kadar kendi kararlarını alamayan bir dev şehir olarak varlığını sürdürebilir? Daha kaç bin gökdelen yükseltilebilir İstanbul’da? Marmara daha kaç zaman, tam bir lağım olmamak için direnebilir? Beklenen deprem için, eli kolu bağlı oturup merkezi karar bekleyerek ne yapılabilir? Şehrin hem mimarisi hem kültürel ortamları hem de demografik yapısı, merkezi yönetimce daha ne kadar bozulabilir? İstanbul’a daha ne kadar kaçak doldurulabilir? Ev fiyatları ve kiraları daha ne kadar artabilir? İstanbullunun seçtiği yönetici, atanmış yöneticiye daha ne kadar ezdirilebilir? İstanbul’da daha ne kadar yaşanabilir?
Bilmiyoruz.
Bir Bağcılar’ın, bir Bahçelievler’in, bir Esenler’in, bir Ümraniye’nin, bir Üsküdar’ın, her birinin nüfusu, şaka gibi ama, epey iri bir şehir olan Eskişehir’den fazla.
On iki büyük şehrin toplamı İstanbul’un nüfusuna ulaşamıyor. (Ankara, İzmir, Bursa, Gaziantep, Adana, Konya, Antalya, Diyarbakır, Kayseri, Mersin, Eskişehir ve Şanlıurfa) Bu nüfus İstanbul’a yetmezmiş gibi bir de dünyada ne kadar amaçsız insan varsa bir el tarafından İstanbul’a getirilip dökülüyor.
Ülkemizi yeniden kurarken İstanbul’un yükünü hafifletmeyi de düşünmek gerekecek galiba diye düşünüyorum. Belçika modeli incelenebilir, özellikler karşılaştırılabilir ve devleşen İstanbul için bir çıkar yol bulunabilir mi?
Ülkemizi, bir insan bedeni gibi düşünebilecek miyiz acaba bir gün? İçinde ayrı sistemleri olan bir bütün olarak düşünebilecek miyiz? Yani aslında, devletimizin her yere yetişemediğini, yetişemeyeceğini, ülkemizin sorunlarının çözümü için yeni yollar aranması ve mutlak bulunması gerekeceğini ve aslında şu anda da zaten çok çok gerektiğini anlamak isteyecek miyiz? Bilmiyorum ama istesek de istemesek de İstanbul’un deprem sorunu için ne ölçüde bir destek verileceğinin ve şehrin önünün nasıl açılacağının oturulup konuşulma zamanı geldi de geçiyor. Bunun için kimsenin geç kalma lüksü yok. Bu dev şehri, deprem karşısında kimse kaderine terk edemez, etmemeli. İstanbul’u kurtarmak, yeni hükümetin ilk işlerinden biri olur diye umuyorum.
Umut iyi bir şey.
----------------
NOT 1: Belçika’nın yukarıda saydıklarımı gerçekleştirebilmesi doğru vergilendirme ve vergisini ödemeyene çok iri cezalar kesme ile mümkün olabiliyor. Ayrıca herhangi bir kurala uymayana da yüksek tutarlarda para cezası veriliyor. Ve orada ne vergi affı var ne de herhangi bir cezanın affı. Ancak kimseye de haksız yere ceza verilmediği için, her kim ceza aldıysa bunu hak ettiğini biliyor ve gidip cezasını ödüyor.
NOT 2: Belçika Eğitim Sistemi ile ilgili de yazarım belki bir ara.
Bergama İl Olmalı mı?
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Galatasaray | 12 | 34 |
2. Fenerbahçe | 12 | 29 |
3. Samsunspor | 13 | 28 |
4. Eyüpspor | 13 | 22 |
5. Beşiktaş | 11 | 21 |
6. Göztepe | 11 | 18 |
7. Sivasspor | 13 | 18 |
8. Konyaspor | 13 | 17 |
9. Başakşehir | 12 | 16 |
10. Rizespor | 12 | 16 |
11. Gaziantep FK | 12 | 15 |
12. Kasımpasa | 13 | 15 |
13. Antalyaspor | 12 | 14 |
14. Trabzonspor | 11 | 12 |
15. Kayserispor | 12 | 12 |
16. Bodrumspor | 13 | 11 |
17. Alanyaspor | 12 | 10 |
18. Hatayspor | 12 | 6 |
19. A.Demirspor | 11 | 2 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Kocaelispor | 12 | 25 |
2. Karagümrük | 13 | 24 |
3. Bandırmaspor | 12 | 24 |
4. Erzurumspor | 13 | 22 |
5. Ahlatçı Çorum FK | 13 | 22 |
6. Igdir FK | 12 | 21 |
7. Boluspor | 13 | 21 |
8. Ankaragücü | 13 | 19 |
9. Keçiörengücü | 13 | 18 |
10. Şanlıurfaspor | 13 | 18 |
11. Ümraniye | 13 | 18 |
12. Gençlerbirliği | 13 | 18 |
13. Pendikspor | 13 | 18 |
14. İstanbulspor | 13 | 17 |
15. Esenler Erokspor | 13 | 17 |
16. Manisa FK | 13 | 17 |
17. Amed Sportif | 12 | 14 |
18. Sakaryaspor | 13 | 14 |
19. Adanaspor | 13 | 8 |
20. Yeni Malatyaspor | 13 | -3 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Liverpool | 11 | 28 |
2. M.City | 12 | 23 |
3. Chelsea | 12 | 22 |
4. Arsenal | 12 | 22 |
5. Brighton | 12 | 22 |
6. Tottenham | 12 | 19 |
7. Nottingham Forest | 12 | 19 |
8. Aston Villa | 12 | 19 |
9. Newcastle | 11 | 18 |
10. Fulham | 12 | 18 |
11. Brentford | 12 | 17 |
12. M. United | 11 | 15 |
13. Bournemouth | 12 | 15 |
14. West Ham United | 11 | 12 |
15. Everton | 12 | 11 |
16. Leicester City | 12 | 10 |
17. Wolves | 12 | 9 |
18. Crystal Palace | 12 | 8 |
19. Ipswich Town | 11 | 8 |
20. Southampton | 11 | 4 |
Takımlar | O | P |
---|---|---|
1. Barcelona | 14 | 34 |
2. Atletico Madrid | 14 | 29 |
3. Real Madrid | 12 | 27 |
4. Villarreal | 13 | 24 |
5. Osasuna | 14 | 24 |
6. Girona | 14 | 21 |
7. Mallorca | 14 | 21 |
8. Athletic Bilbao | 13 | 20 |
9. Real Betis | 14 | 20 |
10. Real Sociedad | 13 | 18 |
11. Celta Vigo | 14 | 18 |
12. Rayo Vallecano | 12 | 16 |
13. Sevilla | 13 | 15 |
14. Leganes | 13 | 14 |
15. Getafe | 14 | 13 |
16. Deportivo Alaves | 14 | 13 |
17. Las Palmas | 14 | 12 |
18. Valencia | 12 | 10 |
19. Espanyol | 13 | 10 |
20. Real Valladolid | 14 | 9 |
Kaleminiz tükenmesin..