Ülkelerin batışında ve yükselişinde
eğitmenlerin sorumluluğu önde gelir”
(II. Borna)
***
Milli futbol maçına gitmek üzere olan bir sınıfın öğrencileri neden gitmekten vazgeçti?
***
Sözünü ettiğim belirleyici olay, öğretim hayatımın en ilginç ve o kadar da kıvanç verici anılarından biridir. Büyük olasılıkla1990’lı yılların başında güneşli sıcak bir gündü. Öğleden sonra 14-15 saatleri arasıydı. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin 4 sınıfında ‘Devletler Hususi Hukuku’ dersindeydim. Sınıf, binanın “Hasan Ağa Bahçesi”ne bakan (müşrif) 4. katındaydı. Birinci saat bitti, teneffüse çıkmak üzere kürsüden inmiştim ki, sınıfın “Kanun Sözcüsü” –maalesef şimdi kendisini hatırlamıyorum- yanıma geldi. Unutmadan hemen belirtim, genellikle ders verdiğim sınıflarda kanun sözcüsü diye adlandırdığım bir öğrenci tayin ederdim. Ona görevler verir, işbirliği halinde dersi götürürdüm. Şöyle dedi:
***
“Hocam sınıf adına sizden bir ricamız var”.
Buyurun.
“Hocam bugün Halkapınar meydanında maç var. Milli futbol takımımız oynanacak, sınıf olarak maça gideceğiz. Tuttuğumuz otobüsler geldi, aşağıda bizi bekliyor, o nedenle sizden ikinci saat için izin istiyoruz” dedi.
Kendisinden maç kaçta başlayacak diye sorduğumda;
Akşamüzeri 19 - 20 falan dedi.
“Peki neden bu kadar erken gidiyorsunuz”.
“İyi yer tutmak için….”
“Gitmezseniz olmaz mı?
“Hocam milli maçtır, gitmezsek…” biçiminde bir söz söyledi.
“Peki bana söyler misiniz? Milli takım yenilirse o zaman ne olacak, yani ? Ülkemiz yenilmiş mi sayılacak?”
***
İnanmış demokrat ve özgürlükçü bir insan ve öğretim üyesi olarak bana bu konuyu söylemelerine ve izin almalarına gerek olmadığını düşünerek dinledim. Çünkü gidip gitmeme konusu, tamamen kendi inisiyatiflerindeydi. Bu hususu genellikle onların özgürlük alanı gördüğümden, danışmalarına gerek duymamıştım. Habersiz gitseler, yine ses çıkarmaz ve hiç tepkim olmazdı. Ciddi, ayrımcısız akademisyen olarak öğrencilerimle ilişkilerim içtendi. Genellikle onlar da bu durumu sezdiklerinden, bana karşı tutumları düzgün ve samimiydi. Yakınlık gösterirlerdi. O nedenle yaptığı açıklamayı bir nezaket ve saygı meselesi olarak saydım. Fakat sorumluluk derecesi yüksek bir kişi olarak bu kere içime kurt düştü. Şöyle düşündüm: Madem hoca olarak bana sordular, o halde onlara karşı ister istemez sorumluluk altına girdim. Sorumluluğumu yerine getirmeliyim. Bu yüzden sorumluluktan kaçamayıp uyarma görevimi yerine getirmekle yüz yüze kaldım.
Fırsatı kaçırmadan ona “Madem bana sordunuz, öyleyse lütfen arkadaşlara söyleyiniz, yerlerine otursunlar. Bir çift sözüm var” dedim. Kendimde gerisin geri gidip kürsüye çıktım.
Devletler Hususi Hukuku anabilim dalının önemi dolayısıyla sınıf öğrenciyle doluydu. Aklı başında çok düzenli, disiplinli ve seviyeli bir sınıf topluluğuydu. Kanun Sözcüsünün uyarısıyla hemen yerlerine oturup merakla beni dinlemeye koyuldular. Kendilerine teşekkür ederken o saniyelerde içimde doğaçlama beliren şu düşüncemi açıkladım: “Değerli öğrenciler, arkadaşınız dileğinizi bana iletti, topluca maça gidecekmişsiniz. Benden izin almanıza gerek yoktur, bana söylemeyebilirdiniz, Fakat nezaket gösterip konuyu bana açtığınız için sizlere çok teşekkür ederim. Madem söylediniz üzerime bir sorumluluk yüklediniz. Topluca bir soru sormak istiyorum: “Anlaşılan sınıf olarak bir maç için kişi başına 7-8 saat vakit harcayacaksınız. Üstelik parada ödeyeceksiniz. Ansızın içimden şu soru geçti: “Çok merak ediyorum! Acaba söz konusu takımın tüm üyeleri değil, sadece bir tanesi merak edip benim dokuz Eylül Hukuk Fakültesinde okuyan genç hukukçu vatandaşlarım, adaleti ayakta tutmak için ne biçim uğraşılar veriyorlar diye özenip 2-3 saat değil, sadece 10 dakika için, işini gücünü bırakıp buraya ziyaretinize gelir mi? Zamanını harcar mı? Hele siz değerli gençlerin hukuk ve adalet uğruna yaptığınız üstün çaba ve katlandığınız meşakkat aziz milletimizin huzuru, mutlu yaşamı ve yüce yararı için milli dava değil mi?” deyip sözümü bitirdim. kendilerine iyi dilekte bulunup duraksamadan sınıftan ayrıldım.
Özellikle belirtmem gerekir. Bu görüşümü onlarla paylaşırken herhangi bir sonuç çıkacağı aklımın ucundan geçmemişti. Tepkisel bir gaye de gütmemiştim. Zaten başka bir şey düşünmemeye de fırsat yoktu. Adeta sıradan bir soru olarak “Saldım çayıra Mevlam kayıra” gibisinden ortaya atıp gitmiştim. Etkin bir etki yapacağını hiç düşünmemiştim. İşbu safiyane duygu ve düşünceyle teneffüsten sonra sırf görevim gereği tekrar sınıfa gelip ‘Herkes gidip kimse yoktur’ diye gerisin geri dönecektim. Burada bir parantez açıp belirtmem uygun olur: 1979 tarihinde İran’da geçirdiğim korkunç trafik kazası sonucu bacağım kırılıp ayağım aksadığı için yürürken genellikle yere bakarım. Hele sınıfın eğreti (tesi mati) kürsünün kenarına takılmamak için daha fazla özen gösterip titiz davranırdım.
Böylece sınıfa girerken kimseyi görmedim. İçeri tam sessizlik içerisindeydi. Çıt yoktu. Bu nedenle kürsüye doğru yürüdüğüm sürede sınıfta kimsenin olduğunu ne gördüm, ne de hissetim. Zaten içeride kimsenin olacağını düşünmediğimden sınıfın bomboş olduğunu sanıyordum. Ancak kürsünün üstündeki kitabet masasına doğru yönelip çantamı tam onun üstüne koymak üzereyken, bir de ne göreyim! Öğrenciler sessiz sedasız sıralarında oturuyorlar. Nereden bilebilirdim… Gözlerime inanamadım. Gördüğüm manzara benim için tam anlamıyla inanılmaz bir tabloydu. Sınıfta kimse bulunmayacak derken, peki mevcut kalabalık neyin nesiydi? Olağanüstü şaşkınlık içinde sadece “Peki neden gitmediniz? Hanı gidecektiniz!” diyebildim. Sınıf sözcüsü öğrenciler adına şöyle yanıtladı: “Hocam siz öyle deyince hepimiz vazgeçtik”. Hayretler içinde ‘Neden neden? üstelediğimde, Kanun sözcüsüyle göz göze geldik. Şunları söyledi: “Hocam siz gittikten sonra oturup kendi aramızda konuşup tartıştık. Anladık ki, takımın hiçbir üyesi bir dakika bile buraya gelmez, o nedenle gitmekten vazgeçtik”.
Kanun Sözcüsüne “Peki gelen otobüsler vardı, onları ne yaptınız?” sorunca dedi ki “Hemen yanlarına gidip vaz geçtiğimizi söyledik, verdiğimiz kaporayı kendilerine bırakıp anlaştık”. Hayal kırıklığı içinde klan şoförler “Neden vazgeçtiniz, niçin gelmiyorsunuz? Bu kadar uzaktan geldik, epeyce bekledik” diye üstelediklerinde “Aman sormayın iş değişti. Hoca işte, ikna etti. Artık gelmiyoruz. Siz buyurun gidin deyip onları eli boş geri gönderdik”. Ne kadar doğru-yanlış bilmiyorum, hayal kırıklığına uğrayan otobüsçüleri yolcu ederken, şoförlerden biri dayanamayıp mırıldanmış: “Yahu! O hoca ne yaman hocaymış, bey ağabey!”.
Doğal olarak beklenmeden dillendirdiğim sıradan bir konuşmanın bu denli etkili olacağı aklımın ucundan geçirmediğimden, gelinen noktadan ve genç hukukçularımızın sorumluluk duygularından pek memnun oldum, sevinç duydum. Meslek hayatımın unutulmaz en güzel hatıralarından birini bana yaşattılar. Herhalde kendileri içinde öğrencilik yıllarının unutulmaz bir sınıf anısı oldu. Aradan geçen bunca yıl sonra, fırsat bulup söz konusu ilginç olayı nostaljik hatıra olarak yazma olağanı bulduğumdan sevinç duydum. Anılan öğrencileri artan bir sevgi ve saygıyla gönlüme basıyorum. Umarım hepsi mutlu yaşıyor.
Kadim Öztürk 9 Ay Önce
Görev yapmayı gerçekten hak eden Erdemli idealist akademik yeterlilik sahibi ve tüm öğrencileri kucaklayacak donanıma sahip öğretim elemanlarına acil ihtiyaç duyulmaktadır tüm üniversitelerde.
M. Hakan ERİŞ 9 Ay Önce
Sınıfın Kanun Sözcüsü bendim Hocam. Sınıfımız adına selam ve sevgilerimizle; bu konuda da sözcülüğü üstlenmek isterim izninizle. Emeklerinize bir kez daha teşekkür ediyoruz. Öğrencilerinizden M. Hakan ERİŞ
Hüseyin Ali Sadruleşrafi Sayın... 4 Gün Önce
Sayın Hakan Eriş bey maalesef yazınızı çok geç gördüğüm için geç cevap yazıyorum. Bu gecikmeden dolayı özür diliyorum. Sevgilerimi kabulle lütfen arkadaşlarınıza söyleyiniz.