“Talih, cesaretli ve atılganlara güler yüz gösterir” Erasmus
***
Talihin Talihsizliğe, Talihsizliğin Talihe Dönüştürülmesi Olayı
Giriş
Yaşam tuhaflıklarla dolu olup yarınlar birçok şeye gebedir. Bazıları beklenen, beklenebilen, bazıları beklenmeyen türdendir. Ne kötü bir durum ki her daim “talihin talihsizliğe”, ne iyi bir vaziyet ki “talihsizliğin talihe” dönüşme ihtimali mevcuttur. Zira anılan kavramların kaygan bir zemin üzerindeki işleyişi pek değişkendir. Talih de, talihsizlik de baki değildir. Her şey olasılık dahilindedir. Sırf bu nedenle talihe pek güvenip böbürlenmek, talihsizliğe aşırı gücenip somurtmak doğru olmaz. Bir bakarsınız bir gün talihin yerinde yeller esip rüzgara kapılıp gitmiş, aksine günün birinde bir de ne göresinki talihsizliğin yerinde güller açmıştır. İki aksi durum her zaman mümkündür.
Talih de, talihsizlikte hayatın gerçeği olup iki ayrı yüzüdür. Talih güldürür, talihsizlik ise genellikle ağlatır. İkisinden kaçış yoktur. Bundan dolayı her duruma hazırlıklı olunmalıdır. En iyisi hakikat ile karşı karşıya gelindiği zaman metin olmaktır.
I - Kavram
Talih ve talihsiz kavramlarının anlamlarını şöyle özetleyebiliriz.
Talih: Şans, baht, baht açıklığı ve ikbal demektir. Kavram itibariyle insan hayatındaki rastlantıları düzenleyip yöneterek insanlara iyi veya kötü durumlar ve gelecek hazırladığına inanılan doğaüstü güç olarak algılanır.
Talih kuşu : Saadet Kuşu (Mürg-i Hümâ). Daha iyi talih anlamına gelir.
Baht aynası: İran’da kızın evlenmeden kısa bir süre önce müşterek kalacağı kocasının evine geleneksel “honça” geçiş töreni ile gönderilen cehiz eşyları arasında yer alıp genellikle çerçevesi gümüş oyma ve işlemeli orta boy aynaya denir. Merasimle alınıp gelinin yatak odasına konulur. Başucunda “tâgça /takça” denilen raf varsa oraya yerleştirilir. Baht aynası adeta gelinin çeyizinin olmazsa olmazıdır. Gelinin bahtını açık tuttuğuna inanırlar.
Baht dileği: Düğün gecesi gelin son kez doğup büyüdüğü evinden ayrılırken, anne-babası mahzun duygularla kendisine şöyle iyi dilek ve temennide bulunurlar: “kızım kocanın /erinin evine git, bahtın açık olsun, inşallah hoş- baht, hoş- nud ve bahtiyar olursun…” .
Talihsiz: Şansız, talihi olmayan, talihi kötü veya ters olan, bahtsız.
Ma’kus talih: Talihsizliğin en kötü durumu. Kötü gidişat.
Ma’kus talihi yenmek: Talihsizliği talihe çevirme veya dönüştürmektir.
II - Şarkı Güftelerinde Derin Mânâlar
Meşhur bestekâr Arif Sami Toker’in ünlü hüzzâm şarkısını bir kez daha radyodan dinleyip üzerinde azıcık düşününce, o güne değin (13. 11. 2011-Pazar) “talih ve talihsizlik” konusunda hiç düşünemediğim çok önemli bir gerçekle karşılaştım. Söz konusu düşünce “talihin talihsizliğe”, “talihsizliğin talihe” dönmesi veya dönüştürmesi meselesidir. Mualla Mukadder / Emel Sayın hanımefendilerin güzel sesi eşliğinde harika müzikle desteklenen “Talihin elinde oyuncak oldum” şarkı dizelerinde merhum güftekâr ibretli bir şekilde şöyle der:
Talihin elinde, oyuncak oldum
Kader böyleymiş, buymuş alınyazım
Zalimin elinde, sarardım soldum
Şimdi gönlüm kırık yaralı kuşum
Ömrümde gülmedim, yanarım inan buna
İsterim artık kader gülsün bana
Gençliğim geçti yazık, ıstıraplar içinde
Acaba bir gün, acaba bir gün, gülecek miyim…
Güftekârın deyimiyle “Talihin elinde oyuncak olma” gerçekten ne kadar hazin bir olay. Can yakıcı olduğu kadar, çok da düşündürücü bir konu. Fakat onlardan daha fazla ibret verici. Bu dizelerin ardından tarihin en talihli çoğu karakter ve şahsiyetlerinin toplam yaşam öykülerini kaba taslak gözden geçirince bunun, hiç de yabana atılmayacak trajik bir gerçek olduğunu anladım. Talih kavramını bu bakımdan gözden geçirince Herodot’un Solon’a atfen naklettiği Krezüs’ün trajik yaşam öyküsünün aslında, böyle bir dramatik gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiş olduğunu gördüm.
Edindiğim izlenim şu ki, insanın doğuştan veya sonradan karşı karşıya geldiği “talihi talihsizliğe” ya da aksine “talihsizliği talihe” çevirmesinin çoğu kere kişinin bizzat kendi elinde ve yaşadığı ortamın etkisindedir. Tahmin edildiği kadar önceden biçilmiş ve içinden çıkılmayacak kaderin değil. Doğal olarak yaşamın gizemli labirentlerinde bir yandan akıl ve mantığın öte yandan hevâ ve hevesin bunda küçümsenmez öncül, belki belirleyici rolü vardır. Mesele, doğru zamanda, doğru mekanda, gereğini doğru yapmak ve yürümek talihi; ya da tam aksine yanlış zamanda, yanlış mekanda, gereğini yanlış yapmak talisizliğidir.
Güftenin başka bir dizesinde önemli bir konu daha dikkat çekmektedir. Genellikle “kadercilik” veya kaderi kanıksamak insanlarda –son çare olarak- ağır basar. Nitekim bu geleneksel yerleşik anlayışın güçlü ifadesini emeklilik dilekçemi vereceğim 1 Aralık 2011 sabahı “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime” şarkısında anlamlı bir biçimde dile getirildiğini belirledim. Gerçekten ben dahi 26-27 yıllık meslek yaşamımda kimseye şikâyet etmeden hiç te iyi niyetli olmayan kişilerin çok kötü desise ve oyunlarıyla karşılaştım. Fakat halime ağlamadan, kendimi sakin koylara, güzel limanlara atarak kötü ve kötülüklerin uhdesinden gelmeyi mümkün olduğunca başardım. Kendimi aşırı sarsıntının etkisine kaptırmadan, badireyi asgari zararla geçiştirmeyi yeğledim. Bu arada günü gününe yaşadığım yıpratıcı haksızlığa rağmen, beni ayakta tutan mutluluk ve neşemi asla kaybetmedim. Bu yüzdendir ki, kimse ne denli ağır bir travma geçirdiğimi fark etmedi. Her ne kadar haksızca karşılaştığım ayak oyunlarının buruk acısı unutulacak gibi değilse de…
Çoğunlukla normal yaşamda olumlu şeyler veya gelişmeler talihten beklenirken, değinilen şarkıda tam aksine “kader”den umulmaktadır. Talihin yapamadığını kaderden beklemek, ne kadar enteresan bir düşünce ve beklenti tarzıdır. Ancak yaşamda bu da pekâla mümkün olmaktadır. Büyük bir olasılıkla Solon’un çok önemsediği, fakat Krezüs’un mutluluklarını umursamadığı Atinalı ve Argoslu sıradan vatandaşlar, talihin güldüremeyip kaderin güldürdüğü mutlular zümresinden kimselerdi… Kim bilir!
Üsteki şarkının güftesini öğrenip yazmak amacıyla internet ortamında arayıp dururken, şarkıyı dinleme esnasında şaşkınlıkla bir de ne göreyim; ummadık bir biçimde karşıma hikmet, felsefe, ibret ve mâna dolu bir şarkı daha çıktı. Şarkı dizelerinde değil, sadece bir deyimlik ad ve başlıklarında bile bizleri yaşamda maksada ulaştıracak öğretici ipuçlarının yeterince mevcut olduğu gerçeğidir.
Edinilen intibalardan ortaya çıkan sonuç şu oldu. Tüm tahminlere karşın yine de anılan çetrefil olgular, başka bir şarkıda söylenen “Ömrümüzün son demi” nin nihai çizgisine kadar varlığı bir muamma, bir sır olarak kalacaktır. Dünyamızın esrarı çözülememiştir ki, evren ve yaradılışın esrarı çözülebilsin. Şimdiye değin anlaşılıp bilinenler muhtemelen devede kulak bile değildir... Anlaşılan herkesin ödünçlü yaşam şeridi herhangi bir gün ve zamanın “Dönülmez akşamın ufkundayız” şarkısındaki dönülmezliğine bağlanmış durumdadır. Bu yüzden söz konusu zincir tam kopmadan her şey belirlenmiş ve bitmiş sayılmaz. Anlaşılan Solon da kovulması pahasına ibretli söylevinde bu gizli gerçeği açıklamıştır. Bir bakıma pek farkına varmadan “Hayat gülerken ağlatır” şarkısındaki gibi… Bir edebiyatçı dostum, bu satırları okurken başka güzel deyişleri hatırlattı: Muhtemelen Tevfik Fikret’ten “Güleriz ağlanacak halimize” ve ardından “Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz”. Ne harika betimlemeler. Yaşamda arka planda kendini gizleyen, çelişen ruh halleri, ancak bu kadar mahirane betimlenebilir. Melankolik tavsifler, kâh gülen yüzlerin göz yaşlarında, kâh ağlaşan yüzlerin mütebessim dudaklarında hayatın karmaşık, trajik- komik cilvelerini ne güzel gözler önüne serip yansıtırlar. Gerçek anlamda komedi -tragedya buna derler. Sanıyorum Mevlana (Molevi) da “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” özdeyişinde yaygın anlamının dışında, kişilerin günlük hayatta çoğunlukla cesaret edemediklerinden kaçındıkları çelişen yanıltıcı durumlarına dikkat çekmek istemiştir. Kim bilir!
Belirtilen görüşte oldukça gerçeklik payı vardır. Talih ve talihsizliğin iç içe geçtiğinin en tipik karakteristiğine Hitler, Mussolini ve Saddam gibi tarihe mal olmuş hırçın kişilerin şaşalı mutlulukla başlayıp en acımasız dramla biten yaşamları örnek gösterilebilir. Vaktiyle tozu dumana katan, tarihi sallayan bu siyasetçiler, yakın çevreleriyle birlikte gülerken, yaşamlarının sonlarına doğru ağlaşmaları, geçmişte keyif çatarcasına gürleme ve gülüşmelerinin iç içe geçmiş sonucu değil midir? Gerçekten Adolf Hitler’in sevgilisi Eva Braun ile birlikte son çare olarak kendi eliyle beynini kurşunla dağıtıp ardından bedenlerini yaktırması; Benitto Mussolini’nin gedikli sevgilisi Clara Petacci ile birlikte kaçarken, yakalanıp feci şekilde dövüldükten sonra koyun gibi bacaklarından sallandırılması; bilahare acımasız Saddam Hüseyin’in delikten perişan suratla dışarı çıkarılıp ardından zincirlenmiş ayaklarıyla boynunu celladın dar ağacının yağlı ipine vermesi, nihayet iki oğlunun kurşunlarla delik deşik edilmeleri anındaki dramatik durum ve hazin manzaraları acaba “hayat gülerken ağlatır” tezinde yatan gerçeği en korkunç biçimiyle doğrulatmıyor mu!
Tuhaf durum sadece bu kadarla da kalmıyor, tezi doğrulayan bam başka zıt denklemler ve yadırganacak ilginç haller vardır. Bir zamanlar kendileri keyif çatıp gülerken, düpedüz muhaliflerini ağlatıyor; buna karşı onlar tepetaklak düşüp ağlaşırken, bu kere düşmanları kahkaha atıp gülüşüyorlar. Çok çarpık ve karmaşık bir durum, bir bakıma despotun keyfi mazlumun ahi, onun derdi mazlumun keyif kaynağı oluyor. Böylece ne yazık ki, birinin felaket günü, başkasının saadet günü olabiliyor. Boşu boşuna dememişler “Alma mazlumun ahını, çıkar âheste âheste”. Pek bilinmez ama, değinilen nahoş durumlar herhalde hak edilmeyen boşuna keyfin, kötü bedeli veya bedelleşme ve cedelleşmesi oluyor. Söz konusu feci tablolar ve insan manzaraları, vaktiyle ünlü düşünür Thomas Hobbes’un (1588-1679) sırf “sosyal yaşam” döneminden önceki ilkel “doğal yaşam” devresini betimlemek için kullandığı insanın insana karşı kurt kesilmesinden “Homo homini Lupus” (İnsan insanın kurdu) daha kötü bir durum gibi gözüküyor…
Talihin talihsizliğe, talihsizliğin her zaman talihe dönüşme ihtimali olduğuna göre, talihin yol açtığı mutluluğun, buna karşı talihsizliğin sebep olduğu yas ve umutsuzluğun bu bakımdan hem nisbi (rolatif) hem de geçici olduğu bir vâkıa olarak iyice bilinmelidir. Söz konusu değişkenliği göz önünde tutmak suretiyle daima aşırılıktan kaçınarak olağanüstü tepki verilmemesi doğru olur. Kapıları tümüyle kapatmamak gerekir. Bir kapının açık bırakılması, geri dönüş yolunun bulunması maslahata çok daha uygun olacaktır. Bundan dolayı abartılı zevahire kapılıp, aldanmamalı. Zira yarının neye gebe olduğu pek belli değil. Bundan dolayı yarını da iyice hesaba katıp akıllıca davranılması çok yararlı olur. Ne yazık ki Krezüs ve onun gibi düşünenler belirtilen bu yalın gerçeği zamanında anlamamışlardır. Bu nedenle dönülmez akşamın ufkuna ve sath-ı mâiline gelmeden ne yapılacaksa zamanında yapmalıdır. Çünkü yarın çok geç olabilir!
Yukarıda özetle değinilen görüşler, hayat deneyi içeren bir düşünce tarzının eseridir. Bunların üzerinde layıkıyla durularak incelenmesi lazımdır. Bana öyle geliyor ki, yüzyılların kültürel mirası, birikimi ve değerleri içinde yer alan türkü ve şarkılarda sözü edilen görüş ve fikirler üzerinde –genellikle müzikal değerlendirilmeleri dışında- felsefi, düşünsel, eğitsel ve doktrinsel bazda yeterince durulmamıştır. Edebi çevrelerce de gereği gibi incelendiğini sanmıyorum. Halbuki teorik çapta araştırıldığında, duyulan müzikal haz ve neşenin ötesinde, pek çoğunun dizelerinde düşünsel anlamda önemli ve özgün görüşler barınmaktadır. Hatta bazen ileri seviyede mevcut varsayımlar felsefi düzeyde düşünce ufkunu zorlayacak niteliktedir. Buna rağmen denilebilir ki, şarkı ve türkülerde felsefi derinlik bu denli güçlü, geniş ve üstün iken, ne yazık ki, genelde müzikal keyif ve duygunun altında gölgede kalmıştır. Böylece ister istemez geçici haz, engin olan kalıcı düşünceye baskın ve üstün gelmiştir. Kişisel hazların etki alanı, toplumsal düşünceye dönüşmeden pek kıt kalır. Kalıcı olan haz değil, düşüncedir. Aslında haz, kısa süreli bir mutluluk duygusudur. Buna karşı fikir veya düşünce, âlemde daha uzunca bir süre çok geniş alan ve çevrelerde varlığını sürdürür. Hazzın anlamı, ancak uygun düşünceye büründüğü zaman anlaşılır.
Prensip itibariyle denebilir ki, fikri ağırlığına karşın, müzikal üstünlük şarkıların talihsizliği olmuştur. Nitekim 2009 tarihinde “Klasik Türk Sanat Musikisi Hakkında Bildiklerim, Duyduklarım, Gördüklerim ve Öğrendiklerim” adlı 60 sayfalık eseri yazdığım sırada bu önemli boyutun pek farkında olmadığımdan, şarkıların fikri derinliği ve yaşamsal düzeyi üzerinde fazla durmamıştım. Mevcut boşluğa karşın, acaba ikisinin ortası bulunamaz mı? İfrat ve tefritten kaçınarak tabii ki her zaman uygun yol ve yararlı yöntem bulunabilir. Uygar yaşam çizgisi genellikle aşırılıktan uzakta “orta yolun” bulunmasından geçer. Boşuna değil İslâm peygamberi “Her şeyin iyisi ortasıdır” (Heyr-el umur-e evsateha) buyurmuştur. Her türlü aşırılıktan kaçınmak tahmin edildiği kadar kolay iş değil. İnsanoğlu pek çok değişik dürtü, emel ve garezin saikı altında hareketle sürekli oradan oraya savrulup durmaktadır. Aşırılıktan uzakta sürekli ortada dikiş tutturan beri gele…
Mevlana hazretleri ormanların kralı koca aslanların bile “ihtiyaç” sebebiyle nasıl tilki kesildiğini ne güzel anlatmıştır:
An-ke şirân ra koned rubeh mezac - İhtiyac est, ihtiyac est, ihtiyac
آن که شیران را کند روبه مزاج - احتیاج است، احتیاج است، احتیاج
Aslanları tilki mizaç yapan şey - İhtiyaçtır, ihtiyaçtır, ihtiyaç
Genellikle her tarih ve çağda her insan ve toplum için varılması gereken doğru aşama, makul düşünce ve davranışta yatmaktadır. Huzur ve selamete ancak sakin limanlarda varılır. Sakin sahillerin kıymetini denizde korkunç fırtınaya tutunanlar çok iyi bilirler. Dünyaca ünlü Şirazlı Hafız divanının hemen girişinde “Sahillerde sakin sakin oturanlar, karanlık gecede denizde can derdine düşenlerin halini nasıl anlayabilirler!” biçiminde ne güzel açıklamıştır:
شب تاریک و بیم موج و گردابی چنین هایل - کجا دانند حال ما سبکباران ساحلها
Şeb-e tarik-o bim-e moc-o gerdabi çenin hâyel
Kocâ dânend hal-e mâ sebokbâran-e sahelhâ
Bu tarihte (Pazartesi - 21 Kasım 20011) işbu satırları yazarken fark ettim ki, Babür Şah’ın inişli çıkışlı serüvenli yaşamı bu konuya en iyi tanıklık edecek durumdadır. Bu yüzden üstünde durulabilir. O, siyaset alanında üst üste talih ve talihsizlik maceralarıyla dopdolu sürüp giden yaşamında, kolayca kurtulamayacağı, kaçınılmaz ölüm tehlikesiyle yüz yüze geldiği –günlerce süren- en talihsiz vak’ada kendi deyimiyle “ölümü satın alma” cesaretini göstermek suretiyle talihsizliğin en daniskasını en büyük talihe çevirmesini bilmiştir. En büyük talihsizliğini en kıymetli talihe çevirmenin büyük ödülü kuşkusuz Hindistan’da kurduğu zengin “imparatorluk” olmuştur. Kulaklara küpe “Umutsuzlukta sonsuz umut var” dedikleri tam buna derler, herhalde.
Velhasıl Türk musikisinde evlilik temaları, karı koca ilişkileri, yâr ve yarenlik hakkında sözlerimizi toparlarsak rahatlıkla diyebilirim ki, engin Türk kültürünün önemli bir halkasını oluşturan şarkı ve türküler içinde pek güzel müzikal ve ritmik ezgilerinin yanı sıra, hoş duygular, ince düşünceler, felsefi açıklamalar ve derin manaları da barındırmaktadır. Gerek klasik sanat musikisinin nağmelerinde gerekse halk Türkülerinin anlatımlarında, hatta ince saz müziğinin melodi ve tınlamalarında olsun, yaşamın pek çok değişik alanlarına ışık tutan üstün düşünce özümsemelerine bolca rastlanmaktadır. Bunların çoğu adeta düşünce imbiğinden süzen katıksız usareler gibi kıymetli eserler niteliğindedir. Anılan güçlü içeriği sayesinde pek çoğu bir yandan insanın ruhunu okşayıp gönlünü uçururken, öbür yandan insanı derin düşüncelere sevk etmektedir. Her biri apayrı özgün bakış, düşünce, görüş ve yaklaşımlar ile hayatın pek çok kavram ve konularına anlamlı açıklamalarla değerler katmaktadır.
Musiki bahsine ilişkin sözlerimize son verirken 20 ve 21. yüzyılın ünlü bestekarı Orhan Gencebay “Ayırmasın Mevla’m Bizi Ömür Boyunca” adlı güzel şarkısında bir ömür sürecek vefa ve hasret dolu dileklere tercüman olduğunu görüyoruz:
Sevemedim Kara Gözlüm Sevemedim kara gözlüm seni doyunca
Hep kıskandım seni elden ömür boyunca
Kuşlar gibi ikimiz bir yuva kuralım
Ayırmasın Mevla’m bizi ömür boyunca
***
Aramıza kimse gelip girmesin
Ayırmasın Mevla’m bizi ömür boyunca
*
Bana cefa ediyorlar bilmem nedendir
Benim korkum senden değil kaderimdendir
*
Herkes bana deli diyor gülüp geçiyor
Senin aşkın beni kara gözlüm deli edendir
***
Aramıza kimse gelip girmesin
Ayırmasın Mevla’m bizi ömür boyunca
III - Evlilikte En büyük Talih veya Talihsizlik
Kadın erkeğin gölgesi gibidir;
Kovalarsanız kaçar, kaçarsanız kovalar (Chamfort)
1 – Genel olarak
Birkaç sene önce rahmetli babam Şair Borna’ ya ait Farsça şiirlerini derlerken, bir dizesindeki ilginç bir dost arayışı fazlasıyla dikkatimi çekmişti. Beyit aynen şöyleydi:
الا رفیق نیک جوانی انیس پیری من - که زنده ام بتو چون مرده مر مسیحا را
Elâ refig-e nik-e cevani enis-e piri-e men - Ke zende-em be-to çun morde mer Mesiha ra
*
Ey gençliğin iyi dostu, ihtiyarlığımın enisi
Senin için yaşıyorum Mesiha’nın ölüsü gibi
Görüldüğü üzere şiir gerçek yaşamında örneğine ender (nâyâb /nadir) rastlanan çok ilginç bir dost açıklamasını içermektedir. Şöyle ki, hem “gençliğin iyi dostu”(refik-i nik-e cevani) olacak hem de “ihtiyarlığın enisi”(enis-e piri) olacaktır. Başka bir değişle şiirde iki dostluğu bir arada bulunduran özgün bir dost aranmaktadır. Şiirde gerçekten her yerde, zaman, alan ve her ilişkide kolayca elde edilmeyen ender bir dost türünden söz edilmektedir. Buna göre aranan vasıflı dostu tanımlamak gerekirse, arkadaşını yarı yolda - yalnız bırakmayan, mazeret uydurmayan fedakâr bir kişidir. Bir ömre yayılan böyle bir dostun dostluğu ne çare ki, pek de kolay bulunan bir meta olmadığı bir vakıadır. Dostluk bağında hiç bulunmaz bir şey değilse de, fakat çok nadir olan böyle bir dosta sahip olana ne mutlu…
Bu yüzden çoğu insanlar onun yokluğunun ıstırabını şöyle böyle ömür boyu çekmekte ve yaşamaktadır. Nitekim amca kızı Banu Hanım’ın eşi merhum Hacı Nahcivai bir beyitte söz konusu dostluğun enderin de enderi olduğuna değinirken, o tekin dahi pek sağlam ve işe yarar olmadığını belirtmekten de çekinmemiştir :
Ez sed hezar dust yeki merhem ofted - An hem be-vegt-e musibet na-mehrem ofted
از صد هزار دوست یکی محرم افتد آن هم بوقت مصیبت نا محرم افتد
Yüz bin dosttan teki mahrem olur - O da musibet zamanı na- mahrem olur
Ünlü hemşehrim Şair Şehriyar olağanüstü olan manzum eseri “Haydar Baba’ya Selam”da (I. Kısım, No: 50) bu acıklı ve acıtıcı dostluk durumunu, kendisini yarı yolda bırakan yoldaşlarını anımsayarak ne güzel anlatmıştır:
Heyder Baba yar-ı yoldaş döndüler
Bir bir meni çölde goyup çöndüler
Çeşmelerim, çırağlarım söndüler
Yaman yerde gün döndü, akşam oldi
Dünya mene herabe-i Şam oldi
Dostluk ilişkilerinde iki temel insani amacı ve hatta gereksinimi birlikte sağlamada karşılaşılan eksiklik sebebiyle çekilen onca ıstırap, sadece insan münasebetlerinde kaçınılmaz sorun ve dert olmayıp, Tanrı’da kendine has iki temel arayışında buna benzer sorun yüzünden mustarip olmuştur. Gerçekten Kuran’da mevcut çarpıklığa dikkat çekilirken, Davud Peygamber’in sözde hakemliğini istemek -muhtemelen suikast yapmak- gayesiyle uydurulan bir davacılık meselesinde şöyle denmiştir: “Doğrusu ortakçıların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlarda ne kadar az” ( Sâd 24).
Ayeti kerimeden de anlaşılıyor ki, sürekli birlikte aranan iki unsur (Bakara, 82; Al-i İmran, 57, 179; Nisa, 173; Maide, 9; Yunus, 4, 9; Rad, 29; Kehf, 107; Ankebut, 9; Lokman, 8; Casiye, 30; Muhammed, 2, 11; Talak, 11) bir arada pek kolay bulunmuyor. Öyle ki, ya iman var, hayırlı iyi iş yok, ya da iyi eylem işlemler var, fakat kıvamında aranan iman yoktur. Kısaca kişiyi ahrette /Dar-ul Ahir (Ahzab, 29) kolayca sorunsuz mutluluk vadisine / Cennat-ul Firdevs’e (Kehf, 107) ulaştıracak temel iki öğeden biri var olduğunda, çoğunlukla öteki bulunmuyor. Doğal olarak bu çarpık durum, yüce Tanrı bakımından onca uyarı ve tembihe rağmen, ne kadar hayıflanıp üzülecek durum…Kuran’da açıkça belirtildiğine göre iyi ve kötü iş öncelikle kişinin kendi lehine veya aleyhine olup özüne döner (Bakara 286; Fussilet, 46; İsra, 7). Bu yüzden “Allah’a saygıdan dolayı kötülüklerden sakınanlardan” (Muminun, 57-61) olmanın yanı sıra, iyi ve iyiliği insanın fıtratına uygun görürüm. Buna karşın kötülüğü de insanın doğasına o denli aykırı bulurum. Bunca iyi ve iyilik ortada dururken, insanoğlu neden onca kötülük ve haksızlığa yönelir, yeterince mantığını anlamış değilim.
İyiler ile kötülerin, iyilik ile kötülüğün birbirine karşıtlığı / zıtlığı o denli açık ki (Enbiya, 94; Kasas, 84), “hakikatleri yalan sayan kötülerin vay haline!” derken (Mürselat,19), “iyiler kesin kes cennetliktir” denilerek müjdelenmişlerdir (Mutaffifin, 22). Hele “Kötülüklerle tuzak kuranların azabı şiddetli olacaktır” denilmek suretiyle cezaları ağırlaştırılmıştır (Fatır, 10). Nitekim derin ayrılık yüzünden ilahi kitapta iyilerin kitabı ile kötülerin kitabının adları bile değişik olmuştur. Gözetilen ayrım üzerine iyilerin kitabının adı “İlliyyun” iken, kötülerinkinin başlığı / unvanı “Siccin” konulmuştur (Mutaffifin, 7, 18-20).
Değinilen esaslar üzerine prensip itibariyle başkalarına iyi niyetle iyiliği tavsiye ederken, asla kendimi unutmuş olmam, öncelikle kendi üzerimde denerim (Bakara, 44). Özellikle art niyet ve kötülüklerden uzak durmalarını sağlık veririm. Halim ve selim birey olarak asla kötülük yapmam ve kötülüklere bulaşmak istemem. Aydın birisi olarak tabir yerinde ise, eski deyimiyle “âlim-i bi-amel” olmamaya fazlasıyla özen gösteririm. İşlevsiz bilgin ve bilim adamının en kötüsü ise, herhalde bir Farsça özdeyişte söylenenden başkası değildir:
“iki yüz söz söyleyen, yarım ameli olmayan”
(İki yüz söz söylemiş, fakat yarım ameli olmamış)
“Do sed gofte çun nim kerdâr nist”
Bu konuda boş değil, birkaç hoş söz daha söylemek isterim. Tanrının geniş lütfü müdür, yoksa doğrudan dostluğunun sonucu mudur pek bilmem, fakat yaşamım boyunca nefsimin hevâ ve heveslerini olduğunca kontrol etmek suretiyle her iki gereksinimi olanaklar dahilinde kendimde toplamaya gayret ettim. Deyim yerinde ise, aramızdaki ilişkiyi “dostluk” seviyesinde (Bakara, 257; Yunus, 62-63) ve muhtemelen karşılıklı hoşnutluk derecesinde (Fecr, 28-29; Beyine 8) götürmeye çalıştım. Bu arada “İnsan için kendi çalışmasından başka şey yoktur” (Necm, 39) ilahi esas uyarınca, en yüksek emek düzeyi olan ilmi araştırma, yazma ve uyarma ile hem insani ve toplumsal hem de bilimsel görevimi yerine getirmeye devam ediyorum. Bu uğurda yaptığım hizmetten de sonsuz mutluluk duyuyorum. Öncelikli dileğim yararlı olduğuna inandığım hatıralar hazinemi kendimle birlikte mezara götürmeden yazıp yayınlamaktır.
Değinilen acı gerçeğin kolay kolay unutulmaz harika açıklamalarına yine Türk musikisinde tanık oluyoruz. Bestekâr Gültekin Çeki’nin rast makamında bestelediği “Unutulmuş Birer Birer” (Eski Dostlar) şarkısında, güftekâr Hayri Mumcu vaktiyle sarmaş dolaş olan dostlarının birer birer kaybolup unutulmuşluğunu ne acıtıcı biçimde dile getirmiştir. Bir şaheseri andıran şarkıda simaları yalnız resimlerde kalmış, isimleri zaman içinde unutulup, anıları ise hayal mayal hatıra defterinde kalıp, şimdilerde ise nasıl, nerede oldukları artık belli olmayan eski dostlardan ne kadar dramatik söz edilmektedir. Maharetle dramatize edilen trajik tablo şöyle:
Unutulmuş birer birer Eski dostlar, eski dostlar
Ne bir selâm, ne bir haber
Eski dostlar, eski dostlar
***
Hayâl meyâl düşler gibi
Uçup giden kuşlar gibi
Yosun tutan taşlar gibi
Eski dostlar, eski dostlar
Unutulmuş isimlerde
Bilinmez ki nasıl, nerde
Şimdi yalnız resimlerde
Eski dostlar, eski dostlar
2 - Evlilik Ortamında
Anılan tanımlamadan hareketle, uzunca çıktığım sosyo - psişik arayışlar içerisinde ilk adımda yaklaşık 40 yıl önce Medeni Hukuk hocam merhum Prof. Zahit Emre ile tesadüfen aramızda geçen “refik ve refika” kavramlarını anımsadığımda kafamda bir şimşek çaktı. Bu ışık benim için soru işaretiydi. Kendi kendime “Acaba aranan dostluk, ender seyreden hisselenme bu olmasın!” dedim. İncelmelerime devam edince konunun çözüm merkezine doğru inmeye başladığımı sezdim. İki ayrı konuyu yan yana getirip yeniden analiz ettiğim sıra, şaşkınlık içerisinde paha biçilmez kısmetin evlilik kurumunda mevcut olabileceğini anladım. Geniş platformda karı koca (Zen-o şoher) arasındaki ilişkileri enine boyuna değişik boyutları ile gözden geçirince adeta aranan dostluk ve enisliğin karakteristik örneğiyle yüz yüze geldiğimi gördüm. Aranan dostluk türünü başka alanlarda ararken, tesadüf eseri evlilik içi ilişkilerde bulmuştum. Umulmadık yerdeki söz konusu tesadüfi buluşma içime bir güneş doğurmuştu sanki. Ne kadar tuhaf hadise, pek farkında olmadan köşe bucak aranan kısmet, meğerse evlilik birliği ile bolca insanların hayatına doğuyormuş. Artık aranan dostluğun zengin cevherini keşifle engin mahzenine girmiş bulunuyordum.
Bu inceleme dolayısıyla somut olarak farkına vardığımız bu esrarlı tanı ve gerçek, vaktiyle cihan padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman Han’ın kimsenin yine pek farkına varmadığı veya gereği gibi önemsemediği meşhur şiirinde sözünü ettiği inanılmaz tanı ve anlamlı tespite benzer. Şöyle ki, herkesin “devlet” kavramında aradığı sonsuz mutluluk ve talihi, o beklenenlerin tam aksine “bir nefes sıhhat”te bulmuştur. Paha biçilmez teşekkürlü serveti ne kadar mükemmel açıklamıştır :
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Kanuni’den birkaç asır önce İran’da Şirazlı Sadi ünlü “Gülistan”ının hemen girişinde gine kimsecikler pek farkında olmadan “her nefes” için alıp verirken tamı tamına “iki şükür” vacip görmüştür. Vurdum duymazlığa karşılık ne kadar şaşılacak tuhaf durum…
Anlaşılan gizemli yaratılış destanı “cinsiyet” üzerinde kaçınılmaz surette birbirine çekim, gereksinim ve bağlılık duyduğu paydada, kimse pek fark etmeden en yakınında ve düşünemediği kadar beraber yaşadığı eşinde (hemser) bolca bahşedip esrarını saklı tutmuştur. Kısaca insanların geniş sosyal yaşam alanlarında kolayca bulamadıklarını çoğunlukla dışlarında aradıkları idolü, “evlilik birliği” içerisinde ellerinin altında her zaman bulundurmuştur. Oranlama yapmak gerekirse, evlilikteki talih yüz binlerde bir, tesadüf eseri başa ender konan “talih kuşu” değil, aksine her evin bahçe havuzundaki balık gibidir. Eşler beraberce ister onu besleyip yaşatarak engin mutluluğunu, zenginliğini emip servetine ürün katar, ister kaybedip heba ederek taşra mutsuzluğunu yaşarlar. Seçim kendi ellerinde, ferman dirayet ve basiretlerindedir. Özetle esas hüner ve maharet evindeki talihin iyice farkına varıp, yeterince emek sarf ederek usluca beslemek ve değerlendirmek suretiyle kullanmasında yatmaktadır. Önemli olan insanoğlunun kendisine sunulan tanrısal artı değeri iyice takdir edip değerlendirmesidir.
Kişi kıymetini bilmeyip değerlendirmemesinin kusurunu başka yerde değil, kendisinde aramalıdır. Hele maceralar peşinde koşarken fırsatları elinin tersiyle itmesinin sonuçlarına “ah vah demeden” katlanmalıdır. Macera peşinde koşan kimse, Farsça bir şiirde denildiği gibi düşmanın yapamadığı kendisine yapar.
Doşmen be-doşmen an ne-tevaned ke bi-hered
Ba nefs-e hod koned, be- morad-e hevâ-ye hiş
Bir düşmanın düşmana yapamadığın - akılsız hevâ ve hevesiyle kendine yapar
دشمن به دشمن آن نتواند که بیخرد با نفس خود کند بمراد هوی خویش
Ne yazık ki, insanların çoğu mevcut -tabir caizse derdest- talihi yeterince önemsememeleri veya göz ardı etmelerinden dolayı söz konusu kaynağın kullanılmasında önemli sorunlar, küçümsenemez aksaklıklar, azımsanmayacak acemilikler ve bazen aşılmaz tıkanıklıklar yaşanır. Gerçekten geniş sosyal yaşam alanlarında gerek kişisel evlilik yaşamımda, gerekse çevremde yaşanan karı koca ilişkilerinde, çoğunlukla engin talih ve talihlilere tanık olduğum gibi, aksine talihsizlikler ve talihsizlerine de çok rastladım. Burada bütün mesele bunun şuuruna varmak ve azimle onu makul ölçülerde değerlendirme eyleminde yatmaktadır. Elbette doğru dürüst bir şeyi aramazsan bulamazsın. Bulsan dahi kıymetini bilmezsin. Bilmediğin için de heba edip boşa çıkarırsın!
Sonuç itibariyle bu durum fazlasıyla dilek ve isteğimize bağlı olup iyice himmet ve hizmeti gerektirir. Hikmetsiz hiç olmaz. Velhasıl her kimse mevcudu istediği gibi kullanabilir. Lehine kullanabileceği gibi, aleyhine de kullanabilir. Yine bir Farsça dizede söylendiği üzere mevcut durum veya manzara aynen bir bülbül ve baykuş’un farklı ev yapmalarına benzer:
Bülbül be-bağ o, coğd be-virane tâhte - Herkes be-gedr-e hommet-e hiş hâne sâhte
بلبل بباغ و جغد بویرانه تاخته هر کس بقدر همت خویش خانه ساخته
Bülbül bağa, baykuş viraneye saldırmış - Herkes kendi himmetine göre ev yapmış
Eşlerin gençlik çağlarının coşkunluğuna denk gelen evlilik yıllarının ilk dönemlerinde insanların çevresi sayısız arkadaş, dost, ahbap, akraba, konu komşu çemberi ile taşarak, eğlenme ve eğlence içinde cıvıl cıvıl geçer. Mutluluğun verdiği heyecandan, haz ve keyfin er geç bir gün sonra ereceği akıllarına kolay gelmez. Hayatın hep öyle geçeceği sanılır. Ancak zaman ilerledikçe etrafları azar azar boşalmaya, yıllar ilerledikçe azalmaya, bilahare çekilmeye yüz tutar. İlk evlilik evreleri capcanlı curcuna içerisinde dopdolu geçen yıllarda, birbirlerine olan kaçınılmaz gereksinimin ve belki vazgeçilmezliğin pek farkında olmayan genç eşler, böylece adım adım ihtiyarlık çağlarında yalnızlık gerçeğiyle karşı karşıya gelirler. Başlangıcın aşk ve meşki ile devam ede gelen evlilik serüveni, zamanla birbirine karşı vazgeçilmez bir tutkuya dönüşür. Böylece evliliklerinin ilk çağlarında genellikle “gençliğin iyi dostu” sayılan yaşam durumu, yılları devirip devşirdikten sonra son çağında karşılıksız vefa ve feda dolu “ihtiyarlığım enisi” ne dönüşmeye başlar. Artık bu dönem kendilerinden gayri, müşterek yaşamlarını, yuva, aşiyan ve kaşanelerinde sürekli döndürüp çevirecek, ocaklarını tüttürecek her an hazır ve nazır başka fedakar bir yâr, yaver ve candan yardımcı olmadığını onlara fark ettirecektir. Başkalarından onlara pek fayda yoktur.
Sıkı birliktelik, hatta ayrılmazlık anlayışının derin bir tutkuya dönüştüğü yaşam olgusuna canlılar âleminde benzerine belki pek az rastlanır tipine Angut Kuşu’nun olağanüstü yaşam birlikteliğinde tanık olunur. Şöyle ki; Angut Kuşu seçtiği eşini hayatı boyunca bir daha terk etmezmiş. Eğer bu kuş çiftinden biri ölürse öteki hep “an-gut, an-gut…” diye öterek eşini ararmış. Yaşamında muhabbet ve vefanın tavan yaptığı Angut çiftinden ölünceye dek böyle hırpalanaraktan öten yalnız kuş olurmuş. Onun için yaşadığı bölgelerin insanları derlermiş ki; Angut kuşunu öldürmek çok günahtır. Eşinden ayırmak pek fena. Ancak eşi ölüp yalnız kalmış Angut kuşunu da öldürmek sevap kazandıran iş olurmuş, avcı için! Nedeni, onu kurtarmakmış dermansız çilesinden! Bu yüzden avcılar bu fedakar kuşların ahini almamak için, muhabbete olan saygılarından dolayı onları tek başına avlamaktan özenle kaçınırlarmış…
Musikimizde ünlü bestekâr Erol Sayan’ın bestelediği hicaz şarkıda merhum Taner Şener ayrılmazlık dünyasını kendisi bakımından ne güzel betimlemiştir:
Bir dünya yarattım yalnız ikimiz için Seninle ağlayıp seninle gülmek için
Bir başka sevgiye yer yok benim dünyamda
Orda tüm sevgiler yalnız ikimiz için…
İhtiyarlığa dek süren evliliklerde eşlerden biri erken öldüğünde dünyada tek başına kalan eşin yaşamı alt üst olup çekilmez hal alır. Değinilen hazin duruma olan dayanılmazlığı Hacı Faik Bey meşhur rast şarkısında ne güzel ağıt yakmıştır. Şarkıda çaresazın gözden uzak olmasının çaresizliği ne kadar duygulu dile getirilmiştir. Güftede sanki Angut kuşunun çaresâz misali ötüşü Faik Beyin şarkısına yansımıştır! :
NİHANSIN DİDEDEN EY MEST-İ NÂZIM BANA SENSİZ CİHANDA CAN NE LAZIM
BENİM SENSİN FELEKDE ÇARESÂZIM BANA SENSİZ CİHANDA CAN NE LAZIM
***
SEZADIR MATEMİM TUTSA FELEKLER
BANA İNSAN DEĞİL AĞLAR MELEKLER
HEVAYA GİTTİ HEP BUNCA EMEKLER
BANA SENSİZ CİHANDA CAN NE LAZIM
Evlilikte mevcut çaresazlık olgusu ve yitirdikten sonra -hele yaşlılıkta- içine düşülen çaresizlik bulgu ve hissi hem tatlı hem acı gerçeğin ta kendisidir. Son yıllarda televizyonlarda yayınlanan, benim de üzerinde durduğum “Evlendirme / İzdivaç Programları ileri sürülen savı her geçen gün açığa çıkarmaktadır. Şöyle ki; ileri yaşlarda eşlerini kaybedip yeniden evlenmek amacıyla başvuran adaylar yaşadıkları çıkmazı dışa vururken bir yandan yalnızlığın stresinden, tek başına yaşamanın çekilmezliğinden söz etmekte, öte yandan yalnızlığını giderip yaşamına renk katıp derdine derman olmak, ikinci baharını yaşamak için kendilerine “bir can dostu, hayat arkadaşı, can yoldaşı, ömrün sonuna kadar sürecek bir enis” aradıklarını durmaksızın dile getirmektedirler. Bu nitelemeden hareketle rahatlıkla diyebiliriz ki, adayların eş adı veya unvanı altında aradıkları aslında “ihtiyarlığın enisi, refiki ve refikası” ndan başka bir hasret değildir. Amiyane bir tabirle söz konusu hasret dört duvar arasında baş başa kaldıklarında “Günaydın hayatım, nasılsın, iyi günler dilerim, iyi misin azizim, bir şey ister misin, ilaçlarını aldın mı? Su ister misin? Ne yiyelim tatlım? İyi geceler, rahat uykular diliyorum…” diyen içten bir çaresazın arayışıdır.
Genellikle eş arayışında gözetilen onca özen ve titizlik ile seçiminde duyulan tereddütler fazlasıyla derde dermanın garantisi ve güvenin sağlanması etrafında dönüp dolaşmaktadır. Mantık evliliğinde haddinden fazla gösterilen kuşkularda önemli çapta gerçekçilik payı vardır. Bundan dolayı çevredekilerce adayların temkinli yaklaşımları fazla yadırganmamalıdır. Gerçekten seçilen eş geçime ve sorunlara çare olmayacaksa, bahar yerine cehennemi yaşamı yaşatacaksa yeniden evlenmeye zaten ne gerek vardır.
Bu arada ilk evliliklerinin kıymetini zamanında bilmeyen veya herhangi bir nedenle yitiren genç adayların dahi aynı çaresazlık saikı ile davrandıkları gözden kaçmamaktadır.
Yine evlenme programlarında genç adaylar ömür boyu sürecek sevgiden söz ederken, genellikle arayış parolası haline gelen “pazara kadar değil, mezara kadar eş arıyorum” derken aslında gençliğin iyi dostu ve ihtiyarlığın enisini aradıklarından başka bir şey söylemiyorlar. Kısacası ortaya çıkan sonuç o denli açık ve güçlü ki, çoğunlukla çiftçilikle geçinen yerleşik Akhisar halkı zeytincilik uğraşısı nedeniyle yemeklerinde haddinden fazla tuz tükettiklerinden, aralarında -lakırdı biçiminde- şöyle bir atasözü dolaşırmış: “Sen dostunla bir çuval tuz yedin mi!? Doğal olarak insan eşinden başka kim veya kimlerle bir çuval tuz yiyebilir ki!….
Karı koca arasında evlilikle başlayan ilişkinin, uzunca yıllar süren beraberliğin ardından ileri yaşlarda gerçek anlamda “ihtiyarlığın enisi” olarak ayrılmazlık tutkusuna dönüştüğünü belirtmiştik. Bu arada eşlerden birinin dünyadan erken ayrılışının genellikle sebep olduğu travmaya, tek başına yaşamanın çekilmezliğine işaret etmiştik. Türk edebiyatında yaşam idealleri kursağında kalmış nahoş durumların en duygulu öykülerine tanık olunmaktadır. Nitekim1950 tarihinde ölmüş olup ismi yeni nesillerce yeterince hatırlanmayan büyük Türk şairi Rıza Tevfik Bölükbaşı, eşini kaybetmesi üzerine yarıda kalmış talihinin talihsizliğini en naif duygularla lirik manzum hikayesinde küçücük kızına anlatmıştır. Şahsen şiirlerini çok beğendiğim bu değerli filozof şairin bazı şiirlerini bir arkadaşımın isteği üzerine vaktiyle derlediğim şiirleri arasında olağanüstü güzellikte olan söz konusu harika şiiri de mevcuttu. Büyük şairi bir kere daha rahmetle anımsarken, değinilen derlemeyi aziz hatırasına hürmeten söylediğim şiir ile birlikte arka sayfa arasında şiir severlere sunmaktan kendimi alamadım.
Hipotezi özetlemek gerekirse Şair Borna’nın aradığı nitelikli dost ve dostluk ilk adımda -uzaklarda değil- herkesin kurabileceği ailede, daha somut biçimiyle ailenin çekirdeğini oluşturan “evlilik birliği” içinde karı koca arasındaki ilişkide potansiyel olarak (bil-kuvve) mevcut bulunmaktadır. Yanı başımızda duran bu zengin kaynağın bil-fiil gün ışığına çıkarılıp yararlanması bizzat temel yapı elemanlarının birlikte harcayacakları çaba, maharet ve yorulmaz gayretlerine bağlıdır.
Merhum babam Şair Borna acaba aradığını bulmuş muydu? Bu soruyu kendime sorduğumda kesin bilmemekle beraber yüksek bir olasılıkla olumsuz düşünüyorum. Zira çoğu kimse gibi ne dost mahfelinde ömür boyu böyle işe yarar bir arkadaşı oldu, ne de evlilik hayatında bundan yararlanıp talihinden pay alabildi. Annemle geçirdiği evlilik yaşamı büyük talihsizlikler içinde geçip gitmiştir. Genellikle talihsizliğin acı ve derdini hem kendisi yaşamış hem de zavallı anneme çektirmiştir. Belki talihlerinden koparabildikleri en önemli hisse altı adet sağlıklı çocuğa sahip olmaları olmuştur hatırda kalan…Annem için bunda şüphem yoktur. Zira rahmetlik, daima çocuklarının varlığından sonsuz sevinç ve mutluluk duyardı.
Bana gelince, uzunca süren evlilik yaşamımda talihin mutluluğunu mümkün olduğunca yaşadım. Mutluluğu dışarıda değil, hep ailede ve eşimin mutluluğunun dibinde aradım. Böylece bireysel mutluluğu, ortak mutluluğa bağladım. Birinci evliliğim elde olmayan sebeplerle sona erince yeniden evlenmek zorumda kaldım. Bu yüzden diyebilirim ki, Osmanlı Prensesi Dürrüşehvar Hanımsultan’a benzeyen Bayan Bilgin Cebecioğlu ile yaptığım birinci aşk evliliğim “gençliğin iyi dostu / dostluk” çağına denk geldi. İkinci evliliğim ise orta ve ileri yaşımızdaki “ihtiyarlığın enisi” dönemine rastladı. Ortak talihin mutluluğu ile adeta yaşamımızı birbirimize adamış biçimde devam etme yolundayız. Eşimin mutluluk, üzüntü, sağlık ve hastalığını kendimin bir parçası olarak kabul ediyor ve önemle benimsiyorum. Mümkün olduğunca ev eşiğini “esenlik yurdu”na çevirircesine yaşamımızı gaileden uzak rahat ve huzurlu geçirmemize gayret ederim. Bunun da ömrü uzatmanın başka bir yolu ve yordamı olduğunu düşünürüm. Tabir caizse ne kadar fazla, o kadar kâr dercesine…
Gençlik yıllarımda doktora tezi çalışmalarım dolayısıyla refikamdan çok uzaklarda olduğum sıralarda yabancı ülkelere yayın yapan Türkiye’nin sesi radyosu’nun gelip giden dalgasından “Güzel Seni Çok Özledim” türküsünü dinlediğimde fazlayla ruhuma dokunur, içim sızlar, bir gün yeniden kavuşmayı özlerdim. Aramızdaki tek iletişim aracı olan “sevdalı mektupları” nasıl sabırsızlıkla beklerdik anlatamam. Aralıklarla gelip giden hasret dolu mektuplar, adeta badı saba gibi ferahlık estirip ruhumuzu okşardı. Bu yüzden merhum Muzaffer Sarısözen’in Kıbrıs’tan derlediği türkü, hicranımı bir nebze olsun hafifletip, gönlüme su serperdi:
Güzel Seni Çok Özledim
Bir mendil aldım dereden Yolun geçmez yar buradan
Bin bir derdim var yaradan
*
Güzel seni çok özledim
Üç ay oldu yar gözlerim
Hakikattir bu sözlerim
*
Bahar çiçek açar dalda
Ömür geçer hep bu yolda
Benim gönlüm değil malda
*
Güzel seni çok özledim
Üç ay oldu yol gözlerim
Hakikattir bu sözlerim
*
Selam gelir mektup ile
Mektup değil bu bir sille
Sever isen beni dinle
*
Güzel seni çok özledim
Üç ay oldu yol gözledim
Hakikattir bu sözlerim
Eşlerin karşılıklı olumlu tutum ve davranışları ile ileride esenlik yurduna dönüşebilen aile kurumu ve evlilik birliği hakkında sözlerimize son verirken gerçek manada talih ve mutluluğu taşrada yada uzaklarda değil, yanı başımızda olduğuna ilişkin görüşümüzü değişik açıklama ve gerekçelerle ortaya koyduk. Destek kabilinden tarih sayfalarından bu inancımıza tanıklık edip belki kanıtlayacak 20. yüzyılın ortalarına doğru resmen yaşanmış olağandışı şahane bir tarihi evlenme öyküsüne değineceğiz. Dünya kraliyet tarihinde aşk evliliğinin gizemli talihini, krallığın şaşalı yaşamına gözünü kırpmadan üstün gören benzersiz bir evlenme olayına şahit olunmuştur. Eşsiz bir olay olduğu kolaylıkla söylenebilir, zira tarihte hükümranlık makamını rakibinden kapabilmek için insanlar yapmadıklarını bırakmazken, bu kere tam aksine bir padişah hem de kocaman bir imparatorluğun (İngiltere) kralı olarak sırf maşuku ile evlenme uğruna tahtından gönül rahatlığıyla feragat etmeyi yeğlemiştir …
İşte evlilikte yatan talihin gizemli mutluluğunu ve kerametini kaçırmamak için üşenmeden İngiltere gibi büyük bir ülkenin krallığına (20 Ocak-11 Aralık1936) bir çırpıda tercih eden yüce şahsiyet, İngiliz tarihinin biricik hükümdarı olan VIII. Edvard’dır (1894-1972). Hem de çok ilginçtir iki kere evlenip boşanmış ABD’li Wallis Wordfield Simpson adlı sıradan dul bir bayanın aşkı uğruna. Evlenmenin büyüleyici tılsımına yakalanmış bu yüce insanın gösterdiği büyük fedakarlık ve özveri karşısında şapka çıkarıp saygıyla eğiliyorum. Tanrının huzurunda kendilerine sonsuz rahmet diliyorum. Kısaca denebilir ki, O evinin sade kocası olmasını, devletinin kralı olmasına tercih etmiştir. Takdir ederseniz ki, söz konusu fedakarlık her babayiğidin harcı değildir.
3 – Sorunları Giderme ve Tutumları Yaklaştırmada Sihirli Kavram
(Anladım)
Kim olursa olsun ayrı karakterli, huylu, tutumlu, farklı kültürlü, şahsiyetli ve davranışlı iki kişinin arsalıksız bir ömür boyu yan yana yaşaması kolay bir iş değildir. Ancak ailenin içinde ortalarda gezinen, barınan, kol kanat geren, yer bulan ortak yarar, ideal, hülya, beklenti, dilek, istem ve gelecek gailesi gibi pek çok saik ve sebeple her türlü psişik zorluğa karşın eşlerin evlilik yaşamını birlikte götürüp üstesinden gelinmeyi kolaylaştırmaktadır. Doğal olarak asgari müştereklerdeki azami uyum ve uygunluk evlilik yaşamını daha da kolaylaştırır. Aksi takdirde belki çekilecek yaşam ve katlanacak ortam olmazdı. Fakat tecrübelerle bilindiği gibi genellikle benzer esaslar üzerinde gelişerek yükselen, ortak payda zemininde evlilik yaşamının sürdürülmesi, her geçen gün tahmin edilmediği kadar daha da törpülenip durulmaktadır. “zaman ve sevgi /aşk” tedavi edici merhem gibi çok şeyin üstesinden gelir. “Evlilikte de kıdem alınca dengesizlikler bile dengeye dönüşür” denilir, doğrudur katılırım.
Ortak payda üzerinde ne kadar sağlam anlaşma ve birliktelik elde edilse bile, yine de anlaşmazlık ve uyuşmazlıkların önünün alınmayacağı ya da çekişmelerin şöyle böyle devam edebileceği herkesin malumudur. Bu yüzden her şeye rağmen yine de ortalarda direnmeler, diretmeler, sürtüşme ya da ağız dalaşmaları, kavgaları sürüp gidebilecektir. Bir raddeye kadar ortak yaşamın tuzu biberi gibi sayılan senli benli kavga, ufak tefek gürültü patırtıların önünün bir yerde alınması şarttır. Aksi takdirde taraflar bu alışıla gelmiş olumsuz anları sineye çekip katlansalar bile yine de boşu boşuna birbirinin elinden veya azgından yorgun düşmüş olurlar. Bu durumlar seyrek cereyan etse de ağız tatları beyhude yere kaçmış yada yaşam keyifleri zedelenmiş olur.
Bazen hiçbir olumlu gelişme veya arpa boyu bir ilerleme ve düzeltme sağlanmadan uzunca yıllar devam edegelen çekişmelerin belirli hayat sorunlarından ve yaklaşım farklılığından kaynaklandığında kuşku yoktur. Neden ve nereden kaynaklanırsa kaynaklansın söz konusu fikir ayrılıkları bir bakıma müşterek yaşamın çıkmazlarıdır. Kanımca anlayışlı eşlerin yıllarca bu tür senli benli tartışma ve sürtüşmeleri devam ettireceklerine söz konusu sorunların üzerine doğrudan doğruya gitmelerinde sayısız yararı vardır. Böylece yersiz çekişmeler kökünden çözümlenip zamanla sona erer. Zira süregelen ağız dalaşlarının sık olması sıkıntı verir, fazlası azdırır, aşırısı tahammül sınırını aşıp bardağı taşırır. Üst üste birikmesi isyan ettirir, kazan kaldırmaya kadar gider. Makul düşünen insanlar için daima geçimli orta yolun bulunması hiç zor iş değildir. Nasıra basmadan, sorunlar had safhaya varmadan, bu kadarı da olmaz arkadaş demeden eşler birbirlerine anlayış göstermeye çalışmalıdırlar. Karşı tarafın makul ve haklı istemlerini kulak ardı etmemelidir. Vurdumduymazlıktan gelmek kabalığın ve anlayışsızlığın kendisi olduğu unutulmamalıdır. Umursamazlık eninde sonunda evliliği çıkmaza sokar ve bitirir. Yanlış tutumunda revizyona gitmeyen ve davranışlarında düzeltmeye yanaşmayan doğal olarak yaptıklarının sonucuna katlanır. Ancak geçimsizliğin ağır bedelini suçlu-suçsuz aramadan, sorumlu-sorumsuz sensiz demeden aile fertlerinin hepsi bir türlü sineye çeker.
Her aile birlikteliğinde varlığını az-çok ve şöyle-böyle hissettiren sorunlar yumağı “evlilik sendromu”ndan başka bir şey değildir. Peki “evlilik sendromu” diye nitelenecek onca sorunun üstesinden üzeri küllenmeden, üstü örtülmeden nasıl gelinecektir! Karşılaşılan zorluk nasıl başarılıp aşılacaktır! Bu konuda önemli bir birikimimi değerli okuyucularımla paylaşmak isterim. Çeşme–Dalyan’da tanıştığım değerli bir şahsiyetten sohbetlerinde duyup öğrendiğim bir kavramın bu konuda sorun giderici sihirli bir formül olabileceğini düşündüm. Bu düşünceyle bütün ailelere önermeye karar verdim. İşte kılavuzluk yapacak o sihirli kavram.
Kendisiyle tesadüfen yazlıkta tanışma saadetine eriştiğim güler yüzlü, dinamik, sportmen, cana yakın, içten ve alçak gönüllü bir kişiliğe sahip olan Emekli Albay sayın Abdi Korkmaz her konuştuğumda, o sırada ağzımdan çıkan sözleri can kulağıyla dinleyip özümsedikten sonra, adeta üzerine basarcasına “Anladım, anladım” kavramını kullanır. Zamanla Sayın Albay’dan “anladım” sözcüğünü duymaya öylesine alıştım ki, faraza mübarek ağzından “anladım” kavramını duymadığımda kendisine bir şey anlatmadığımı sanmaya başladım. Zira ağzından duyduğum her “anladım” kavramı bende geriye hiçbir sorun kalmadığına ilişkin inanılmaz derecede bir rahatlık yaratır. Alışmış kudurmuştan betercesine söylediği “anladım”ları öylesine bana güven hissi verir ki, duyduğum keyfi anlatamam. Maalesef bu durum o hal aldı ki, utanmasam kendisinden yalvar yakarmaya bile başlayacaktım. Albaycığım ne olur beni anladımlarından mahrum etme, fakat şükürler olsun otomatiğe bağlanmış lütfünden buna gerek bile kalmadı. Bilmem sevdiğinden mi, dudak okumasından mı, yoksa dileğimi belli belirsiz ağız titreşimlerimin saydığından mı, ard arda “anladım” larını yağdırmaya başladı. Yağdır mevlâm su gibisi! Söz aramızda bu acemiliği yüzünden kullanmaya mecbur kaldığım biricik teşekkürümü boşuna kaçırmış oldu, beni de bedavadan bir teşekkür harcamaktan kurtarmış oldu. Ne yapalım kendi düşen ağlamaz! Sineyi millete gitmeden, cezasını kendisi sineye çeksin…
Normal olarak ister anlamayan ister anlamazların zor öğrenme kabiliyetini ya da anlayışsızlığını göz önüne getirirseniz, “anladım” kavramının kandil gibi mübarek kıymetini anlarsanız. Kavrama ile algılama niteliği ve niceliği bakımından “anlamak” fiilinden türetilip içselleştirilen “anladım” sözcüğü, “öğrenmek” yükleminden gelen “öğrendim” kavramından bir üst derece ve yüksek perdeye taalluk eder. Türklerin dedeleri meğerse boşuna dememişler “Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az”.
İşte değerli Albay Abdi Korkmaz arkadaştan öğrenip hafızamın bir köşesinde saklı duran “anladım” kavramını, karı kocalar arasında süregelen sorunların gerek giderilmesinde, gerekse tutumlarının birbirine yaklaştırılmasında sorun giderici çok yararlı bir kavram olarak rol oynayacağını düşündüm. Ama bir sorunu çözmek amacıyla tartışırken, asla gelişi güzel biçimde anlatmak olmaz. Konunun üzerine basa basa sabırla anlatmak şarttır. Kuşkusuz muhatabın dikkatini yeterince çekip anlaştıktan sonra ondan “anladım” kavramını dinlemek ve gereğini yapmak paha biçilmez çok hoş bir gelişme olacaktır. Fakat zamanla kendi deneyimlerimle öğrendim ki, tek başına “anladım” kavramı dahi bazen yeterli gelmemektedir. Bundan dolayı bende “tamam” kavramını ona eklemeyi gerekli gördüm. Yani topu topuna iki sözcüklü “anladım, tamam” hayatım oldu. Böylece kendiliğinden sağlanan uyumla ilk adımda eşlerin yaşamları inanılmaz oranda kolaylaşıp keyifli olacaktır. Kanımca söz konusu ifadeye birde “canım” eklenirse pek âlâ olur: “Tamam canım anladım”. Sonuç olarak “anladım” kavramı ondan, “tamam” önerisi benden, “anladım, tamam” söylemek de sizden olsun. Güle güle kullanınız…
4 - Çocukların Talih ve Talihsizlik üzerinde Etkisi
A – Genel Olarak
Sosyal içerikli biyolojik temel yapının kervanına sonradan çocuklar katıldığında onun işlevsel boyut ve çapını genişletmektedir. Bir kere her doğan çocuk tek başına ailenin talih veya talihsizliği üzerinde doğrudan etkili olur. Bundan dolayı soyut anlamda her yeni çocuğun doğması kendi başına kesin kes bir talih konusu değildir. Öncelikle her çocuğun sağlık durumu önemli bir sorun olarak öne çıkar. Sapa sağlam dünyaya gelen her çocuk, adeta saadet kuşu gibi talihin taçlanmasıdır. Buna karşın özürlü doğan çocuklar ailede malullük derecesine göre talihsizliğin daniskası olur. Öte yandan çocuğun gelişim çağında ileriki yıllara ait temel eğitim, sosyo-psişik eğilim, pedagojik yönelim ve yönetim bakımından sergilediği davranış doğruluğu, yanlışlığı veya bozukluğu ailede mevcut talih ve talihsizlik statüsünü olumlu-olumsuz katsayısıyla derinden etkiler. Olumlu gelişmeler ne kadar sevindirici ve mutluluk verici karşılanırsa, buna karşın olumsuzlukları da o denli üzücü, ürkütücü ve mutsuzluk sebebi olur. Bundan dolayı talih ve talihsizlik yönünden nisbi (rolatif) bir durum arz eder.
Çocuklar büyüyüp evlendiklerinde mevcut yapıdan kopmalar şeklinde yeni oluşumlar meydana gelir. Yeni yapılar ile ilişkilerin niceliği ve niteliği, gelin-damat, analar ve babaların birbirlerine karşı tutumları, olgunluk dereceleri, karakter ve şahsiyetleri cümleten belirleyici rol oynar. Karşılıklı ilişkiler iyi ve ideal yönde gelişirse “ne âlâ”, fakat aksine kötü giderse diğer taraf evin çocuğunu adeta kaparcasına birlikte götürüp uzaklaştırmaktadır. Böylece eşini kökünden koparan ruh sağlığı bozuk karı kocalar az değildir. Bu yüzden çocuklarının yüzüne yıllarca hasret kalan nice anne babalar vardır. İşte gidişat ister iyi olsun, ister kötü olsun, her zaman anne baba için şöyle veya böyle bir evlat sorunu vardır. Nitekim Şair Şehriyar anılan eserinde (I.Kısım, No: 49) mevcuda gizem katan melankolik duyguyu ne hoş vermiştir :
Heyder Baba, dünya yalan dünyadı
Süleyman’dan, Nuh’tan galan dünyadı
Oğul doğuran, derde salan dünyadı
*
Her kimseye her ne verip alıpdı
Eflatun’dan bir guru ad galıpdı
*
Her şey doğru ve istenildiği yol ve yönde devam edip gelişme gösterse dahi, tesis edilen yapıdan bağımsız yepyeni bir yapı kurulduğundan, ilerlemiş yaşlarında anne babalar birbirinin enisi olarak yine kendi hayat sorunları ve meşgaleleriyle baş başa kalmış olurlar. Mevcut vaziyet tam anlamıyla “ihtiyarlığın enisi” durumundan başka bir şey değildir. Evliliğin sihri konusunda B.Portinari “Evlilik bir kitaptır. Birinci bölümü nazım, diğer bölümü nesirdir” demiştir. Özdeyişte büyük oranda doğruluk payı vardır, katılırım. Kanımca “Evlilikte, aşkın şiirinden sonra gelen nesir bölümünde, hiç kuşkusuz ihtiyarlığın enisi oldukları yazılmıştır”.
B – Çocukların İmtihan Vesilesi Yapılması
Yaratan çocukların imtihan vesilesi sayılması konusuna Kuran’da değinip çok değişik açılardan açıklık getirmiştir. Öncelikle çocuklar anne babası için imtihan vesilesi sayılmıştır: “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükafat ise Allah’ın yanındadır” (Tegabün15). Hükümde çocukların varlığı imtihan konusu yapılmakla, bir yandan çocuklu aileleri aşırı derecede yersiz böbürlenmekten alıkoymuş, öte yandan çocuksuzlara da en büyük mükafatın Tanrı’nın yanında olduğunu belirtmekle, onların gönüllerini almıştır.
Nitekim anılan doğrultuda Al-i İmran Suresi’nin 10. ayetinde “Herkes bilmelidir ki, inkar edenlerin ne malları ne de çocukları Allah’ın huzurunda kendilerine bir fayda sağlayacaktır” hükmüne yer vermiştir. Ardından bir ana babanın yaşayabileceği en kötü dramı trajik bir olay içinde açığa vurmuştur. Bu acı gerçek şudur: “Günahkar kimse sırf o günün azabından kurtulmak için çocuklarını…bile fidye verip tek kendisini kurtarmak ister” (Mearic 11-14). Bundan daha acıtıcı bir durum ne olabilir!
5 – Ailede ve İşyerinde Mutluluk Oranları
Bir mısralık şiirde aranan “gençliğin iyi dostu, ihtiyarlığın enisi” ni evlilik düzeni içerisinde bulunacağını gerçekten hiç tahmin etmemiştim. Fakat tesadüfen düşünsel bazda yaptığım inceleme ve arayış beklenmeksizin beni evlilik kurumuna götürdü. Adres doğrudan evlilik birliğine işaret ediyordu. Anı gelişme beni hayrete düşürmekten alıkoymadı desem yanlış olmaz. Ummadık sonuç beni ister istemez konunun ipuçlarını ve ayak izlerini evlilik birliğinde aramaya sevk etti. Bu doğrultuda başlatılan araştırmalarla edinilen bilgiler düşüncemin doğruluğunu kanıtladı. Varsayımda yanılmamıştım. Hatta aksine doğru olduğunu ortaya koymuştur. Gelinen nokta bu yönden insanlık karşısına açılan yeni bir penceredir. Açılan pencere evlilik birliğine yeni bir perspektif sunmaktadır. Sözü edilen gelişme kuşkusuz evlilik kurumu bakımından hatırı sayılır önemli bir kazanımdır. Bundan dolayı toplumun temel yapı taşı olan ailenin yeniden yapılandırılmasında evlilik kurumunun bu açıdan iyice gözden geçirilip sağlamlaştırılması gerektiğine eskiye oranla daha fazla inanıyorum. Bundan dolayı talih ve talihsizliğin büyük çapta önemli ana kaynağı olan evlilik biriliğinin değinilen doğrultuda yapılandırılıp sağlamlaştırılması açısından bir yandan temel eğitim programlarının hazırlanıp yürürlüğe konulması, öte yandan her düzeyde gerekli çaba ve katkıların bu alanda yoğunlaştırılıp etkin adımların atılması kaçınılmaz gözükmektedir.
İleri sürdüğümüz görüşün doğruluk ve sağlamlığını test etmek isterken, daha önce gerçekleştirilen bir başka önemli araştırmayı anımsadım. Birkaç yıl önce yapılan istatistik bir araştırma ve çalışmada “ailede ve işyerinde mutluluk” konusu işlenirken ürkütücü bir gerçek dikkatimi çekmişti. Hatta derslerimde üzerinde durmuştum. Nitekim söz konusu önem dolayısıyla 2008 tarihinde Gazi Üniversitesi’nce düzenlenen “Vatandaşlık Sempozyumu”nda sunduğum tebliğde diğer önerilerimle birlikte dile getirmiştim (1). Fakat ne yazık ki, şimdiye değin üzerinde pek durulmayan ve yeterince değerlendirilmeyen rapordaki “mutluluk oranları” sadece birbiriyle çelişmeyip, aksine tam anlamıyla çatışır boyutta bulunuyordu. 2004 yılında yayınlanan istatistikte (2) bütün olumsuz gelişme ve erozyona rağmen, yine de aile içi mutluluk oranının işyerlerine nazaran ileri derecede iyi ve tatmin edici olduğu anlaşılmıştır.
Değinilen raporda aynı kişilerin işyerlerindeki mutluluk derecelerinin orantısız düşüklüğü aile içi mutluluk oranıyla karşılaştırılmayacak kadar ürkütücü olduğu ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, evde ve aile ortamında mutluluk oranı %80’in üzerinde seyrederken, ne yazık ki, işyerinde bu rakamın %43’lere kadar gerilediği görülmüştür. Söz konusu fark aile lehine olmak üzere yaklaşık %50 gibi kabul edilemez seviyededir. Açıklanan mutluluk oranı aile bakımından tatmin edici olmakta, buna karşın işyeri hayatı ve düzeni açısından düşüklük derecesi sağlıklı ve randımanlı çalışma verileri ve koşulları açısından kötü bir gösterge oluşturmaktadır. Toplumsal ve kurumsal boyutta ortaya çıkan zafiyetin, her şeyden önce verimli çalışma ve randımanlı üretimi hayli olumsuz etkileyeceği doğaldır. Anılan rakamdan çalışma alanlarında mutsuzluk düzeyi ile orantılı olarak önemli bir şeyin iyi yolda ve doğru yönde gitmediği sezilmektedir. Ailenin geleneksel yaşam tarzına karşın insanların pek fazla arkadaş ve meslektaşın bulunduğu, birbiriyle kaynaştığı, yeni yeni insanlarla karşılaştığı ve tanıştığı işyeri ortamlarında daha da neşeli ve keyifli olacaklarından, şahsen aksini beklerken ortaya çıkan düşük mutluluk rakamı beni derinden sarsmıştır doğrusu. Dışarıdan kuşbakışı bakıldığında inanılacak gibi gözükmüyor, fakat dramatik gerçek. Demek ki, mevcut vaziyet beklendiği gibi iç açıcı olmadığı bir yana, aksine pek olumsuzmuş. Arada geçen bunca zaman sonra, gerçek durumun ne merkezde olduğunu muhtemelen kimse ve bir yetkili merak etmiyor. Halbuki, söz konusu oranlar, her yıl kontrol edilmesini gerektirecek nitelikte ve ehemmiyettedir.
Şüphesiz kurumlardaki baskın mutsuzluk havası çalışanların sosyo-psikolojik durum ve düşüncelerini derinden etkilediğinden, anılan idari rahatsızlıklar kaçınılmaz olarak aileye taşınarak oralarda ortaya çıkıp, mevcut mutluluklar üzerinde olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Bu çarpıklık böylece iki tarafı keskin bıçak gibi aile, toplum ve kurumların üzerinde Demokles kılıcı gibi habire sallanıp durmaktadır. Nitekim şahsen ben bile sahip olduğum bunca cesaret, şecaat, sabır, merhamet ve dolgun mutluluk felsefeme rağmen hukuk ve bilimin, üstün beşeri ve ilmi ahlakın zirvede olması gereken çalıştığım kurumda (D.E.Ü. Hukuk Fakültesi), tam aksine değinilen olumsuzlukların en daniskasını bilfiil yaşadım ve ister istemez sineye çekmek zorunda kaldım. Macerası çok hazin ve ibret vericidir.
Olumsuzluğun giderek kronik hastalığa dönüşmeden ve sarsıcı kanserojen etkileri oluşmadan, sorunun mümkün mertebe ortadan kaldırılması için ulusal bazda ele alınıp uygun tedavi ve rehabilitasyon yöntemlerine başlanması gerekmektedir. Bu amaçla kalıcı toplumsal ve kurumsal eğitim programlarının hazırlanıp rehabilitasyon planlarının uygulamaya konulmasının kaçınılmazlığı âşikardır.
Sözlerime bu konuda son verirken, kendi tecrübelerimi aktarmak isterim. Kanımca bu konuda en önemli olumsuz etkenlerden birisi ve belki en önde gelen sebeplerden biri, Türkiye’de çok kullanılıp kanunsuzluğu adeta kamçılayan boş bir lakırdıda yatmaktadır. Bilindiği üzere çoğu vatandaşlarımız kurallara uygun davranması için uyarıldığında gocunmadan, umursamadan ve sonucunu hiç düşünmeden sürekli dile getirdikleri yersiz söylem şudur: “Boş ver arkadaş, burası Türkiye! Burada her şey olur! İşte yaptım oldu…” Hukuk Devleti’nin önünde duran ve sırıtan sosyo-psişik kocaman engellerden biri. Türk devletini hukuksuzlukla kuşatan çarpık ve umursamaz zihniyet ve tutum budur. İşte Türkiye Cumhuriyeti’ni “Hukuk Devleti” olmaktan alı koyan -mücadele edilmesi gereken- büyük sorun.
Aile konusuna ilişkin sözlerime son verirken, dışarıda kolay bulunmaz talihi evlilikte yakalayıp birbirinin elinden doyasıya mutluluk kevser’ini içmiş olanları bestekar Celal Abacı’nın “Uşşak” makamında bestelediği Kemal Özcan beyin Can Suyu adlıyla ünlenmiş şarkısını armağan etmekten kendimi alamıyorum:
Ne bir çiçek koparmıştım
(Can Suyu)
*
Ne bir çiçek koparmıştım
Ne bir kalpte yer almıştım
Yıllar yılı yalnızlıkla
Bomboş geçecek sanmıştım
***
Bir bakışla kalbim yaktın
Hayatıma mâna kattım
Ben sevdadan habersizken
Can suyunu sen, sen uzattın
***
Hem sevildim hem de sevdim
Aşkı candan aziz bildim
Başıma taç yaptım seni
Aşkın önünde eğildim
Bir bakışla kalbim yaktın
Hayatıma anlam kattın
Ben sevdadan habersizken
Can suyunu sen, sen uzattın
6 - Değerlendirme
A – Ailede Mutlu Yaşamak
Bu araştırmada evlenme aşamasında Evlendirme Memurları’nca herkesin gözü önünde adaylardan –teke tek- alınan “evet” sözü (evlenme andı) üzerine gençlik yıllarında başlayıp eşlerin özveri, eşgüdüm ve işbirliği sayesinde ömür boyu onur, kıvanç ve mutlulukla sürdürülen yoldaşlığın tam manasıyla “gençliğin iyi dostu ve ihtiyarlığın enisi”nden başka bir şey olmadığı bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir. Hatta tam aksine eşlerin koşulsuz sözleri üzerine kurulan evlilik birliği yalnızca söz konusu özlem ve hülyanın en başta gelen karakteristik tipi olmakla kalmayıp bizzat ömür boyu devam edegelen can yoldaşlığının kendisi olduğu anlaşılmıştır.
Mevzuatımızda bu görüş ve inancın doğruluk derecesini kanıtlayan hukuki düzenlemeleri bulmaktayız. Nitekim “gençliğin iyi dostu” anlayışıyla yola çıkıp ihtiyarlığın enisi” biçiminde süregelen can yoldaşlığının bireysel ve toplumsal dayanakları ve emelleri sadece Evlendirme Memurları’nın sözel sorusu üzerine karı kocanın birbirine karşı “evlenme andı”nda yer almamıştır. Bunun yanı sıra hukuksal temelleri ve idealleri Medeni Kanun’un buyurucu hükümlerince paylaşılmıştır. TMK..nun “Evliliğin Genel Hükümleri” başlığını taşıyan 185 ve devamı maddeleri evliliği sürdürme açısından değinilen amaçları yükümlülük biçiminde düzenlerken şöyle demiştir:
“…Eşler, bu birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve…beraberce özen göstermekle yükümlüdürler.
Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar…”.
B – İşyerinde Mutluluk
Birkaç sene önce değerli meslektaşım Prof. Dr. Mehmet Sadık Acar’ın âni ölümü üzerine yazdığım ayrıntılı armağan yazıda Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi yerleşkesinde 30 Mayıs 2008 – Cuma günü yapılan cenaze töreninde, bir olay fazlasıyla dikkatimi çekip, kendi zavallı cenazemi taşıma işine değinmiştim. Söz konusu yazımda meğerse pek farkında olmadan sadece ihtiyarlık enisimi aramış, biricik kızımı dahi aklıma ve hatırıma getirmemiştim. Taşıma külfetini paralı dört taşıyıcıya bırakıp gerisini Allah’a havale etmiştim. Orada has-bel kader şöyle demiştim: “Genellikle cenaze törenlerine içimden gelmedikçe katılmıyorum. Kendi cenazem için de asla kimseden hiçbir beklentim yoktur. O kadar ki padişahların keskin kılıç hakkı gibi hocalık hakkımı ayaklar altına alıp kürsümü gasp eden, dersimi çalanlardan bile artık çalınıp çırpınanları geri istemiyorum. Alın götürün istediğiniz kadar, diyorum... Hatta naaşım, kimsenin haberi olmadan eşim ve 4 paralı hamal tarafından taşınması için tanrıya ricada bulunmuşumdur. Yaratan bana yeter, artar bile…”.
Sonradan bu halisane dileğim bununla da sınırlı kalmadı. 27 Aralık 2011 tarihinde 67. doğum yıl dönümümde emekliye ayrılacaktım. Birkaç gün önce temiz ruhunun güzelliği güler yüzüne yansımış Yüksek Okulumuzun özel kalem şefi Sayın Nuran Fidan’a uğrayıp bir gün önce odamın anahtarını iade edeceğimi bildirmek amacıyla makamına gittiğimde “Hocam o gün size uğurlama töreni yapacağız” deyince, “olmaz, asla istemem, Nuran hanım” diye yanıtladım. Üzüntüyle “Yapmayın hocam, kabul edin lütfen…” dediğinde kapıdan çıkmak üzereydim ki, arkamdan “Ne olur hocam geliniz!” diye sözünü yineleyince kendisine şöyle seslendim: “Nuran Hanım kurumdan bir acı çay dahi istemem”. Kapıyı kapayıp odadan çıktığımda herhalde ardımdan çok hayıflanıp sarsılmıştı bu sözümden. Çünkü hemen hemen aynı tarihlerde Fakülte’ye intisap etmiştik. Bir kereciliğine de olsa bunca yıl birbirimizi asla incitmemiştik.
Son gün melankolik bir kafa ile odamın kapısını son kere açıp kısa bir süreliğine etrafı kolaçan edince, gözlerimin önünden günler, aylar, yıllar sinema şeridi gibi süzüldü gitti. Kalkıp yıllarca ömrümü geçirdiğim harikalar diyarını andıran, o anda viraneye dönmüş odamı son kez kapatıp değerli nezih personel arkadaşlarıma hem “Allaha ısmarladık” demek, hem de “anahtarı iade” etmek amacıyla odamdan dışarı fırladım. Kalemde Nuran Hanımla vedalaşırken, çok duygulandı, saygısından elimi öpmek istediyse de fırsat vermedim. Aramızdaki sözleri unutmuşçasına yine güleç yüzle “Hocam, herhalde haberiniz vardır. Ayın 29’unda yılbaşı dolayısıyla Hukuk Fakültesi ile birlikte size uğurlama töreni yapılacaktır. Hepimiz sizi bekliyoruz” dedi. Bu nazik sözüne karşılık şöyle demek zorunda kaldım:“Nuran Hanım daha önce de size söylediğim üzere kurumsal olarak hiçbir şey istemiyor ve bir beklentim asla yoktur. Maalesef gelmeyeceğim. Arkadaşların hepsine çok teşekkür ederim. Allaha Ismarladık. Hepinize başarılar ve mutluluklar dilerim. Cümleten hoşça kalınız…” . Hey gidi günler deyip oradan ayrıldım.
Bu samimi dileğimi öyle bir huzur içinde söylüyordum ki, uzunca süren yıllar içinde her arkadaşın özel günlerine katılıp, gereken katkıları fazlasıyla yapmış bulunuyordum. Fakat ne çare ki veda gününde bana acı bir çay dahi içiremiyorlardı. Büyük bir olasılıkla bunun da burukluğunu içlerinde yaşıyorlardı…O değerli arkadaşlara bu üzüntüyü asla yaşatmak istemezdim, fakat ne çare ki, uzun yıllar içinde karşılaştığım namertlerin reva gördükleri adaletsizlikler bana bu olanağı bırakmadı. Değerli personel arkadaşların, bu özür ve duruşumu nazarı afla karşılayacaklarına eminim. Yıllar içinde deneyle herkesten önce onların hem adalet düşüncesine sahip bulunduklarını, hem de biz hocalara daha fazla saygılı olduklarına tanık oldum. Umarım kusura bakmamışlardır.
IV – Düşüncemin Kuran’da Fikri Temelleri ve Dayanakları
1 – Düşünsel Temelleri ve Dayanakları
Yazıyı bitirmek üzereyken, bir gecenin alacakaranlığında zihnimin bir köşesinde yeni kıvılcımlanma oldu. Kendi kendime şöyle düşündüm: Hayatın belirleyici bir realitesi olarak ileri sürdüğümüz hipotez doğru ise, asaletine inandığım Kuran’ı Kerim’de mutlaka temel fikri dayanak, sos-psişik iz, sağlam kanıt ve gerekçelerinin de bulunması gerekir. Olmaması zaten tuhaf kaçardı. İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkarma (3) iddia ve idealini taşıyan (İbrahim 1; Hadid Suresi, Ayet 9); onları doğru yola ileterek mutluluk vadisine ulaştıracağını vadeden (İsra, Ayet 9) hayli iddialı bir başyapıttan aksi asla beklenemezdi. Yoksa inandırıcığı, güvenirlik ve haklılığı iyice zedelenirdi. Varsayımın ayaklarının sağlam yere basması açısından değinilen arayış ve araştırmanın yapılması gerekirdi. Belirtilen inançla savın izlerini kuran’da tetkik etmeye karar verdim.
Şimdiye değin Kuran üzerinde genellikle “insan–toplum, iman - ilim, ebedi yaşam, İslâm hukuku, özellikle miras hukuku ve eşlerin mirasçılığı alanında derinlemesine aydınlatıcı çalışmalarım olmuşsa da, evlilik ve karı koca ilişkileri hakkında genel bilgilerin dışında özel bir çalışmam olmamıştı. Fakat bu bana yabancı ve uzak bir konu da sayılmazdı. Önce kendi birikim, çalışma ve eserlerimden başlayarak incelemeye koyuldum. Ardından ilahi eser üzerinde araştırmaya girişecektim. Uzunca bir zaman alan çalışmalarım esnasında pek önemli bilgi, sağlam bulgu ile doyurucu kanıt ve emarelerine rastladım. Ortaya çıkan sonuç harikaydı, düşüncemde hiç yanılmamıştım.
A – İnsan’ın Yaratılış Öyküsü
“And olsun, insanı biz yarattık…
ve biz ona şah damarından daha yakınız”(Kaf 16)
Gerçekten Kuran’da insan kavramı, evlilik kurumu ve karı koca ilişkileri konusunda kayda değer ehemmiyetli açıklamalar mevcuttur. Tanrısal kitapta insanın yaratılış evreleri safha safha anlatılmıştır. Ayrıntılara girmeden önemle belirtelim ki, insanın yaratılışı sanıldığı kadar kolay olmayıp hayli güçlüklerle olmuştur. Nitekim Allah-ı Teâlâ’nın kendisi sahip olduğu sınırsız, üstün kudretine rağmen, anılan zorluğu açıkça ikrar etmekten kaçınmamıştır. Kuran-ı Kerim belirtilen yaratma olayını şöyle açıklamıştır: “And olsun ki, biz insanı zorluklar içinde yarattık” (Beled, 1, 4). Kısaca sanıldığı gibi basit bir üfleme ile olmamıştır. Belki ayrıntılarına kadar çok ince bir tasarım, planlama, programa sonucu üstün maharetle zahmet ve meşakkat çekilerek medya getirilmiştir. Gerçekten insanoğlu gerek anatomik, biyolojik, fizyolojik ve organik yapısı, gerekse ruhsal donanım, mekanik çalışma sistemleri ve dolaşım ağları açısından göz önüne alındığında adeta makro âlemin küçültülmüş mikro dünyası gibidir. Organizasyon ve donanım itibariyle olağanüstü yüksek teknoloji harikasıdır. Ayrıca mükemmel ruh, duygu, düşünce dünyasına sahip olarak, çok zengin bir zekâ ve bilinç hazinesiyle mücehhez eşsiz bir şaheserdir. Maymunla dahi kaba görüntü benzerliği dışında asla mukayese edilemez. Zira insanoğlu hiçbir yaratığa nasip ve kısmet olmayan olağanüstü bir uygarlık ve kültürel hazinelerle yaratmıştır. Yüksek derecede bilgi biriktirme kapasitesiyle donatılmıştır. İşbu üstün ikram ve bahşişin sonucu olarak yaratan, başka hiçbir canlıya yüklemediği yükümlülük ve sorumlulukları da beraberinde yükleyerek uygun karşılığını beklemiştir. Bizzat insanın kendi hayrı ve yararına olduğuna inandığı söz konusu beklentide adalet ölçüsünü önemserken şöyle gözetmiştir : “Allah her nefsi, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar” (Bakara 286) ve “Allah hiç kimseyi verdiği imkandan fazlaca yükümlü kılmaz” (Talak, 7).
Anılan açıklamalarda insanın yaratılma ve türetilmesine ilişkin olarak özetle şu bilgiler verilmiştir: Gerçekten biz İnsanı “sudan” (Nur, 45, Furkan, 54, Mürselât 29); “topraktan ve meniden” (Rum, 20, Fâtır,11); “ilk başta pişmiş çamura benzeyen balçıktan” (Secde 7, Rahman 14); “tek nefisten” (Nisa,1, En’am, 98, Zümer, 6) “ve aşılanmış yumurtadan” (Alak 2); “Türlü merhalelerden geçirerek” (Nuh, 14); “aralarında ilişkiler kurmak amacıyla her şeyden çift çift” (Zariyat, 49); “erkek ve dişi olarak” (Kıyame, 39; Hucurat, 13); “kendi nefsinizden eşler” (Nahl 72); “iki eşi” (İnsan 39); “çiftler kılıp” (Fâtır,11), “birbirine karşı denemek” (Muhammed, 4), “imtihan edilmek üzere görür ve işitir biçimde” (İnsan, 2), “basiret ve idrak sahibi kılıp” (Enam, 104), “yeryüzüne yerleştirip türeterek” (A’raf, 10, Muminun, 79) kaynaşıp “huzur bulsunlar diye kendi yanında eşini verip” (A’raf, 189, Nahl, 72) “bu suretle çoğalsınlar diye” (Şura, 11) yarattık...
Çok ilginçtir ki, Rum suresinin 21. ayeti kerimesinde eşler arasında kaynaşma sonucu meydana gelen sevgi dahi yüce yaratanın varlığının önemli kanıtlarından biri olarak sayılmıştır: “Kaynaşmanız için size kendinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet ortaya çıkması da O’nun varlığının delilidir”. Gayet güçlü ifadelerle sınırsız bilgi alanına değinirken “Allah her şeyi hakkıyla gayet iyi bilmektedir” (Al-i İmran, 73; Ahzab, 54). Ardından “Biz yaratmaktan habersiz değiliz” demiştir (Müminun, 17).
B – Çift Çift Yaratmanın Amacı
Prensip olarak çiter çifter yaratmanın temel amaç ve hedefleri kendi ifadesiyle şöyle belirtilmiştir :
1) “Sizi çifter çifter yarattık ki” (Nebe, 8), “düşünüp öğüt alasınız” (Zariyat, 47- 49).
2) “Birbirini sevip rekabet ederek yarışmak, birbirinize karşı imtihan vesilesi kılmak” (Furkan, 20, Maide, 48).
3) Bilahare kudret verip türeterek dünyaya “halife” kılmaktır (Bakara 30; En’am 165; A’raf 69,74; Yunus 14, 73; Neml 62;Fatır 39; Sâd 26).
İnsanların yaratılış cevheri itibariyle aynı fıtrattan yaratılmalarına ve aralarında herhangi bir fark bulunmamasına rağmen, “herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır” demek suretiyle (Zuhruf 32; Ahkaf 19) tıynet, niyet, düşünce, davranış, karakter ve iş görme yetenekleri bakımlarından aynı olmayıp farklı oldukları belirtilmiştir. Kuran’a göre belirgin farklılığın temelinde ise bir yandan “insanın pek hırslı ve aceleci yaratılmış olması” (Enbiya 34; Mearic19), bunun yanı sıra “mal sevgisine de aşırı derecede düşkün” bulunması yatmakta (Adiyât 8); öte yandan “İnsanoğlunu hakikaten şan ve şeref sahibi kılınıp…onları diğer yaratılanların bir çoğundan cidden üstün kılınması” gelmektedir (İsra 70). Bu suretle öteki dünyada yapılacak muhakemede kişinin eylemlerinin tanıklığı meselesinde “insan kendi kendinin şahidi” kılınmıştır (Kıyame 14). Kendi kendisinin tanıklığı yönteminde artık hiçbir kayırma, kaytarma, baştan savma ve inkarcılık olmadığından bundan daha güvenilir kestirme bir usul olmaz.
Bu doğrultuda John Wooden karakter ve şöhret ayırımı analizinde, gerçek ölçü olarak şu önemli tavsiyede bulunmuştur: “Karakterinize şöhretinizden daha çok önem verin; çünkü karakteriniz, aslında ne iseniz odur, oysa şöhretiniz, başkaları sizi ne sanıyorsa odur”. Gerçekten “karakter” ne ise odur, fakat “şöhret” bazen yanıltıcı olabilir. Bir kişi başkalarını yanıltabilir veya insanlar görüntüye bakarak onun hakkında yanılabilir. Bundan olacak ki, ben insanların görüntüden çok daha ötede itibarlarına fazlasıyla yatırım yapmalarını ve bu değerlerini layıkıyla korumalarını sağlık veririm.
Edinilen bilgilerden anlaşıldığına göre Tanrı, bahşedilen şan, şeref ve üstünlük uğruna, insanoğlunu yeryüzüne halife kılarken, “Adem’e bütün isimleri bildiren” (Bakara 31); “söylemeyi öğreten” (Rahman 2,4); “oku” diyen (Alak 3); “bilmediklerini belleten ve kalemle yazmayı talim eden” (Alak 4-5) ilk başöğretmen gibi davrandığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Sırf bu hadise, insanoğulları ve nesilleri için ne büyük şeref, onur ve kıvanç meselesidir.
C – Öncelikle Kendini Tanıma
“Kendine bir anlam arayan tek varlık insandır” (T.H. White)
Üstün emeğin sonucu yaratılan insanın muhteşem varlığı yaratan için öylesine övgü vesilesi olmuştur ki, Rum suresi’nin 30. ayeti’nde “insanın fıtratı” hakkında peygamber ile konuşurken, “İşte dosdoğru din budur” demiş, ardından hayli hayıflanarak mealen şu tespitte bulunulmuştur: “Ne yazık ki, insanların çoğu bunu bilmezler”. Belirtilen konuşma üzerine değinilen ayeti kerimeyi bir kere daha gözden geçirince, iyice anladım ki, İslâm felsefesinde “Önce kendini tanı, sonra Allahı tanı” (Men aref-e nefsehu, feged aref-e rebbehu) vecizesinin ifadesi söz gelimi sıradan bir ifade olmayıp, aksine pek farkına varmadan gizemli bir yaratılış sırrını içinde barındırıyormuş meğer…Her türlü minnet ve şükran duygusunun üstünde, sarf edilen bunca tanrısal merhamet, emek ve lütfü insanoğlu hakkıyla düşünüp takdir etmelidir.
Kendini tanıma ve tanımlama gereksinimi doğrultusunda Arnei Warren “Kendinizi tam olarak tanımadan, kendinize eksiksiz bir güven duymanız mümkün değildir” demiştir.
2 - Dostun Dostu Sormadığı Gün
A – Genel Olarak
Kuran tüm dostluk çaba ve imalarına rağmen, dostun dostu görmemezlikten gelip hiç sormadığı kıyamet gününün ıstırari durumundan söz etmiştir. Edindiğimiz bilgilere göre, insanlık tarihinde bir defaya mahsus gerçekleşip geleceği kesin olan (Nâziat 39) ve insanların yaptıklarını kendilerine haber vermek üzere (Tegabün 7) herkesin toplandığı (Casiye, 26) kıyamet günü / Yevmül-kiyame (Al-i İmran 77, 162, 185; Enbiya 47; Enkebut 25; İnsan 1,6; Kıyâme, 1; Zümer 24, 31, 60, 67) veya din günü /Yevmül-din (Fatiha 4; İnfitâr,15,17) olağanüstülüklerle dopdolu istisnai bir zaman süreci olacaktır. Bu konuda “Kıyamet gününe yemin ederim” (Kıyâme 1), “o gün zorlu gündür” der (Müddesir 9). Deyim yerinde ise sapla samanın birbirine karıştığı hengamede kimsenin kimse ile ilgilenememesi doğaldır. Söz konusu en aziz dostu dahi olsa!…Ansızın 7-8 ister şiddetinde birkaç saniyeliğine meydana gelen bir deprem sarsıntısı sonucu kendi derdimizle baş başa acınası halimizi göz önüne getirirsek değinilen gerçek bütün açıklığıyla anlaşılır sanırım. Hele gerçekleşeceği vaat edilen ahret yurdu denilen yevmül-ahır’de (Al-i İmran 114; Ahzab, 29) ve zaman da (Zariyat, 6), “yan çizmenin mümkün olmadığı” (Ta’ha, 107-108); “onlara sözde mazeretlerini beyan etmelerine izin verilmediği” (Mürselât, 36); “hiç kimse başkası namına bir şey yapamadığı” (İnfitâr,19); “fidye kabul edilmediği ve şefaat fayda vermediği” (Bakara, 123); “gizlenenlerin ortaya döküldüğü ve yardımcısı bulunmadığı vaktin” (Tarık, 9) iyi insanlar için söz verilmiş “mutlu gün”(Enbiya, 103), kötüler için “elem verici /azap günü” olduğunu bir düşünün (Duhan, 11). Bu arada adalet terazileri kurularak (Enbiya, 47), “kolay bir hesap ile hesaba çekilip” (İnşikak, 8), “ayırım günü veya hesap günü” (yevmül-fasl; yevmül-hesab) kısaca “hüküm veya karar günü” olarak belirlenmişse (Saffat, 21; Sad, 26,53; Mürselât, 13, 38; Nebe, 17). Böylece o güne değin görülmemiş baştan başa cereyan eden olağanüstü olayın olağan dışı velvelesi karşısında kaçınılmaz ilgisizlik ve güçsüzlüğün sebebi her bakımdan anlaşılır.
B - Kıyamet Günü
Allah Teâla kitabında “insanların hangisinin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır” buyurur (Mülk, 2). Bu amaçla ister inanılsın, isterse inanılmasın önceden bir sınama günü belirleyip yeminle açıklanmıştır (Kıyame, 1 vd). Ayrıca kişilerin Allah’a karşı bahaneleri kalmasın diye de (Nisa, 165) peş peşe (Müminun, 44) kendi içlerinden ve lisanlarından peygamberler (İbrahim, 4) görevlendirip kitaplar göndererek tekrar tekrar öğüt vermekten, uyarmak ve müjdelemekten de uzak durmamıştır (Nisa, 80; Nahl, 82; Kehf 56; Ankebut, 18; Gaşiye, 21-22). Amaçlanan istemini gerçekleştirmek üzere kıyameti “tekrar diriltme günü” olarak ilan etmiştir. Kıyamette tekrar diriltme ve canlanma, dönüşü olmayan ilahi bir vaattir. Belirtilen söz ve saptamadan kesinlikle dönülmeyeceği en güçlü ifadelerle beyan etmiştir (Müminun, 16).
Sözü geçen uyarıların bir sonucu olarak –bu dünyanın yanı sıra- öteki âleme ait ebedi yaşamda kötü olaylarla karşılaşmamak için sonsuz üzüntüyle hayıflanaraktan “Ey insanlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlardan olan cehennem ateşinden koruyun” uyarısında bulunmuştur (Tahrim, 6).
Kitapta; sonsuz tanrısal azim ve kudretle “Birinci üflemenin sarstığının” ardından (Nâziat, 6); “depreminin müthiş bir şey olduğu” (Hac, 1); “güneşin katlanıp” (Tekvir, 1); “yıldızların döküldüğü” (Tekvir, 2; İnfitar, 2); “gök sallanıp çalkalandığı” (Tur 9); “göğün kağıt tomarları gibi toplanıp dürüldüğü” (Enbiya, 104); “gökyüzünün yarıldığı”(İnfitar, 1; İnşikak, 1); “erimiş maden gibi olduğu” (Meâric, 8), “sıyrılıp alındığı” (Tekvir, 11), “dağların yürütülüp serap haline geldiği” (Nebe, 20; Tekvir, 3, Tur 10); “atılmış yüne döndüğü” (Meâric, 9); “denizlerin kaynadığı” (Tekvir, 6); “birbirine katıldığı” (İnfitar, 3); “yer dümdüz edildiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı” (İnşikak, 2); “kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı” (İnfitar, 4); “ikinci üflemenin devamında” (Nâziat, 7); “göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya getirildiği” (kıyâme, 7-9); “göğün, bürünüp duman çıkardığı”nda (Duhan, 10); “insanların kendini kurtarma derdine düştüğü” (Meâric, 10-14); “defterinin eline verildiği” (İnşikak, 7,10) (4); “dönüşün sadece bir seslenmeye baktığı” (Nâziat, 13); “şüphe götürmeyen kıyamet gününde” (Hac, 7; Casiye, 26; Mümin, 59) “dost, dostu sormaz” (Meâric, 10) denilmiştir. Sözü geçen hengamenin olağanüstü koşullarında insan nasıl dostunu düşünüp halini sorabilir ki! Bir de sorguya çekileceği yaşam defteri eline tutuşturulmuşken! Hele dehşet verici olayların “göz açıp kapama veya daha az bir zamandan ibaret” (Nahl, 77) kısacık bir sürede olacağını düşünsenize …
Bırakın kıyamet gününün olağanüstü halini, bir kalabalık içerisinde en basit bir tehlike anında bile insanların karambolde neler yaptığını, neler çektiğini çoğu kimse gözüyle görmüş ya başkalarından duymuş ya da bizzat yaşamıştır. Sultan II. Abdülhamid’in ikinci oğlu Şehzade Abdülkadir Efendi’nin rezilce sürdürdüğü aile yaşamında tam anlamıyla sefalete sürükleyerek sonsuz çile çektirip ömrünü heba etmiş olduğu muhterem ilk eşi Pakize Mislimelek Hanımefendi tarihsel değerdeki anılarında söz konusu umursamazlık ve vurdum duymazlığın en acımasız tipik hallerine, sıcağı sıcağına yaşadığı olaylara değinmiştir. İkinci cihan savaşına denk gelen 1943 tarihinde Bulgaristan’ın Başkenti Sofya’da sürgün hayatı yaşarken, halkın Amerikan uçakları bombalarından sığınaklara kaçışını anlatırken şöyle yazmıştır: “Güzelim şehir yandı yakıldı, onca insan telef oldu. Sokaklarda yaralı ve ölüler vardı. Aman Allah’ım bu manzara ne kadar feci idi. Bombalar düştüğü vakit yer gök inliyordu. Ahali sokaklara boşalarak sığınaklara firar ediyordu. Tabii biz de hemen sığınağa koşuyorduk. Bu sığınaklar alimallah öyle pis yerlerdi ki izahı mümkün değil. Bereket versin oralarda fazla kalmıyorduk, …Ayrıca hiç kimse başkasını düşünmezdi, yalnızca kendi nefsini müdafaa ederdi. Yanındaki ölmüş, aç kalmış hiç umurunda dahi değildi. Can korkusundan ahali tuhaf bir hale girmişti. Yalnız analar evlatlarını düşünürler idi” (5)
Çetrefil toplumsal yaşam ilişkilerinin başında denge unsuru olarak adalet gelir. Dengeyi bozan, adaleti kökünden sarsan ise haksızlık ve hakkı çiğnemektir. Nitekim adaletin belirleyici rol ve önemine vakıf olan Tanrı da durmaksızın insanlara “adaleti emretmiştir” (A’raf, 29, Nahl, 90). Böylece “Adaletle hükmetmenizi emreder” derken (Nisa, 158); anam “hislerinize kapılıp adaletten sapmayın” tembihinde bulunmuştur. Kendisini dahi tanımlarken “adaleti titizlikle ayakta tutan” olarak nitelemiştir (Nisa, 135). Anılan vasfına uygun olarak “sözünü doğruluk ve adalet bakımından tamamlamıştır” (En’âm, 115). Bu yüzden gönül rahatlığıyla “Allah hiçbir kimseye haksızlık etmez” buyrulmuştur (Al-i İmran, 108).
Tüm belirtilenlerden dolayı Tanrı “hak” konusunda titiz olduğu kadar (Nisa 135), “haksızlık” konusunda da oldukça duyarlılık göstermiştir. Kendisinin asla haksızlık yapmayacağını söylemekle yetinmeyip, haksızlık yapanlar ve kötülüğe kalkışanlarla eksiksiz ciddi mücadeleyi yeğlemiştir. Adalet adına haksızlığa uğrayanlar hesabına savaşımını sürdüreceğine uyarılarla (tekdir) söz vermiştir. Kesin kes zalimlerin karşısında, mazlum ve masumların yanında yer almıştır. Kitabındaki buyruk ve sözleri son derece ibret verici ve dikkat çekicidir: Öncelikle “Hakla batılı karıştırmayın” buyurup (Bakara, 42); “insanları kötülük yapmaktan alıkoyacak nice önemli haberler gelmiştir” diye uyarmıştır (Kamer, 4). Ardından haksızlık yapanlara hitaben “Haksızlık edenler, hangi akıbete döndürüleceklerini yakında bileceklerdir” demiştir (Şuarâ, 227). Buna karşı haksızlığa uğrayanları çeşitli vesilelerle desteklemiştir. Örneğin açıkça kötülememe kuralından, kendilerini savunanlar istisna tutulmuşlardır. (Nisa, 148; Şuarâ, 227).
Gerçekten kıyamette Mahkeme-i Kübra’da da “her nefis kendi kazancına karşılık rehin” olup (Müddesir, 38), dünya hayatında bozulan dengeyi yerine getirmek, haksızlıkları gidermek, zalimler karşısında zulme uğrayanları kollamak, zorbalara hadlerini bildirmek (Şuarâ, 227) amacıyla kurulacak adalet terazilerinde “kendi çalışmalarından başka bir şey tartılmayacağını” vurgulamıştır (Necm, 39-41). Kötü işler gibi, “iyi davranışları da görmemezlikten gelmek olmaz” (Enbiya 94) denilerek “asıl iyilik o kimsenin bizzat yaptığıdır” (Bakara, 177). “Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır… Yalnız sabredenlere mükafatları hesaptan gayrı –üzerinde- ödenecektir” (Zümer, 10). O nedenle Allah insanları açıkça uyararak “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir” demiştir (Şura, 30). Bu yüzden sorumluluk yükü Tanrı’nın veya başkasının üstüne atamazsınız. Nitekim kitabın bir yerinde “Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlar…”(Ankebut, 40).
Belirtilen düşünce doğrultusunda olacak ki, vaktiyle ben de görevlerini yapmayanlara, layıkıyla yerine getirmeyenlere, savsaklayanlara, mazeret uyduranlara, nihayet sürekli türlü türlü mazeretlerin arkasına sığınanlara karşı, kendimce bir formül düşünmek ihtiyacını hissettim. Böylece mazeretten geçilmeyen bir ortamda “mazeretli yaşamı” kökünden yıkmak, buna karşı “mazeretsiz yaşamı” ödünsüz geçerli ve hakim kılmak amacıyla şu özdeyişi söylemek zorunda kaldım:
“Ben sizin bir tane değil, bin tane mazeretinizi kabul ediyorum,
fakat neden görevinizi yapmadınız!”
“Dönüşü olmayan kıyamet günü” (Rum, 43), dostun dostu soramadığı ve ilgilenemediği bir yana, duruşma gününe dair bambaşka bir sırrı dahi insanlarla paylaşmıştır. Yargılama esnasında“günahkar kimse sırf o günün ceza ve azabından kurtulmak için, evlatlarını, karısını, kardeşini, tüm ailesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak verip tek kendini kurtarmak” ister diyerek önceden haber vermiştir (Mearic, 11-14). Söz konusu sanık bakımından ne kadar dehşetli bir olay….
Velhasıl Tanrı “Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az” kabilinden, ister kabul edilsin, ister edilmesin, son uyarısını yaparken sözü şöyle kesip atmıştır: “Kıyamet günü iş Allah’a kalmıştır”(İnfitar, 19).
4 – Kuran’a Göre İnsanın Esas Dostu ve Yardımcısı Allah’tır
Kuran’a göre en büyük dost ve esas yardımcı Allah’tır. “Bilmez misiniz” uyarısıyla başlayan Bakara suresi’nin 107. ayetinde bu konuya şöyle dikkat çekilmektedir: “Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır”. Dostluk ve yardımcılık müjdesi yine Bakara suresinin 120. ayetinde tekrarlanmıştır. Ayrıca “insanları esenlik yoluna çağrı”da (Yunus, 25) “insanları karanlıktan aydınlığa çıkaran dost” olarak sadece Allah tanıtılmıştır (Bakara, 257).
V – Genel Değerlendirme
“Şans para ile satın alınmaz”
Şans ve şansızlık hakkında yazdığım yazı sona ererken, adet üzere genel bir değerlendirmeye tabı tutmaktan kendimi alıkoyamadım. Ruhumun derin duygularıyla otomatiğe bağlanmış uykusuz gecelerin düşünsel ufkunda, zorlu uğraşılarla yazılan bu yazının kapsamı giderek genişleyip başlangıçta pek ummadığım alan ve konulara uzandı. Talih ve talihsizlik kavramından yola çıkıp onun ışığında “gençliğin iyi dostu ve ihtiyarlığın enisi”ni ararken, konu hayatın başka alanlarına kaydı.
Söz konusu arayış evlilik kurumuna, karı koca ilişkilerine, bunların ışığında evlilik kurumunun yasal dayanakları ve tanrısal kaynaklarına dek genişleyip sürdü. Bu içgüdüsel yönelme ister istemez konunun ipuçlarını Kuran’ı Kerim’de izlerinin arayışına itti. Kaynaklar üzerindeki çalışma yaratılış öyküsü ile amacını karşıma çıkarmış oldu. İnsanın yaratılış öyküsü ve amacının ışığında ailenin temelini oluşturan evlilik birliğinde doğan özgün aşk, sevgi, merhamet, vefa borcu sayesinde sürekli birbirini koruma, kollama ve gözetlemenin açıklanmasına kadar vardı.
Değinilen düşünce ve incelemeler sonucu genellikle normal toplumsal yaşamın arkadaşlık mahfillerinde harıl harıl aranan dostluğun sembolleri yaratılış gizeminin mayaladığı evlilik biriliğinde ve karı koca ilişkilerinde tahminlerin hayli üzerinde bolca mevcut olduğu kanıtlanmıştır. Evlenme bağı ile başlatılan can yoldaşlığı ve refakatinin kıymeti bilindiği takdirde bir ömür boyu sürebilecek nitelikte ve güçtedir. Yeter ki, taraflarca yeşermesine imkan ve fırsat verilsin… Bu yüzden huzur içinde diyebiliriz ki, genel olarak yaratış felsefesinde cinsiyet farklılığı üzerine saklı tutulan evlilik kurumu, somut olarak geçimli iyi eş, aslında tanrının insana bahşettiği en büyük lütfü olmuştur.
1 – Çocukluk Arkadaşları ve Gençlik Dostları
Bugün itibariyle 67 yaşıma girerken, yukarıda özetle vardığım her iki sonucun somut bulguları bizzat elimde bulunmaktadır. Onlarca değil, belki yüzlerce sözde candan dost ve arkadaştan ne yazık ki, artık bir tanesi dahi yanımda değil. Çoğunun nerede olduğunu, ne yaptığını bile bilmekten acizim. Çok geçmişte kalan bazısının adını veya soyadını dahi unuttum, kalsın ne ve nerde oldukları ve ne yaptıklarını! Onlar benden, bende onlardan artık bi-haberim. Zaman her birimizi hallaç pamuğu gibi bir yerlere savurdu. Böylece herkes çekip bir yerlere gitti, dağıldık. Öyle ayrılış ve ayrılık ki, bir daha görmek ve görüşmek nasip olmadı….
Dostlardan er veya geç ayrı düşüp ayrılmak yaşam gerçeğidir. Kanımca kaçınılmaz gerçeğin temelinde “kader” ayrılığı yatar. Kaderlerin birbirinden farklı olması eninde sonunda ayrılık getirmektedir. Böylece farklılık kişilerin ayrılık kaderi olmaktadır. Bu cepheden evlilik birliğine bakınca, ömür boyu ayrılmazlığın sihirli nedeni anlaşılmaktadır. Eşler arasında nikahla sağlanan birliktelik aslında kader birliğinin meydana gelmesinden başka bir şey değil. Başka bir deyişle kader birliğinin ayrılmazlık tutkalı sayesinde evlilik birliğinin ömür boyu birlikteliği kotarılmaktadır. Nedensellik bakımından konuyu sağlama bağlamak gerekirse denilebilir ki, “evlilik birliği” kader birliğini, “kader birliği” evlilik birliğini meydana getirmektedir.
Ayrılık ve ayrılmazlığın gerekçesine ilişkin düşüncemin ilginç bir açıklamasına yine Türk sanat musikisinin zengin kaynakları arasında rastladım. Merhum Avni Anıl’ın rast makamında bestelediği “Kırk Yıllık Dost Gibiyiz” lirik şarkıda güftekâr Ülkü Aker dileğini şöyle dile getirmiş bulunmaktadır:
Kırk Yıllık Dost Gibiyiz
Bir göz aşinalığı var aramızda
Bir göz aşinalığı var aramızda
Sanki seninle kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz
Sanki seninle kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz
İsterim ki seninle birleşsin kaderimiz
İsterim ki seninle birleşsin kaderimiz
İçimde öyle bir his var anlatamam
Sanki seninle çok mutlu olacağız ikimiz
2 – Dostlara Defter Gibi Mektup
Birkaç yıl önce dayanamayıp bazısıyla arkadaşlık ve bazılarıyla dostluk ilişkisi bulunan birkaç hemşehrime adeta monografik bir edebi eseri andıran hatırı sayılır ağdalı bir mektup yazdım. Kendilerini son bir kez dostça daha uyarıp, eğer iddialarında doğru iseler, dostluk görevlerinin gereğini bu dünyada yaşarken yerine getirmelerini adeta yalvar yakar rica ettim. Üstelik cenazemin ardından göz boyama kabilinden dizilip gelmemelerini söyleyerek. Rica edilen ise topu topuna ayda bir kerecik istedikleri yerde ve tarihte birlikte yemek yiyip hasbıhal içinde sohbetleşip dertleşmekti. Bu denli basit ve bu kadar açık olmama rağmen düşünebilir misiniz onca zahmetin sonucu ne oldu? Tabiri caizse tam sıfır. Hiç biri doğru dürüst cevap bile vermedi. Ben de vurdum duymaz lakaytlıklarını yüzlerine vurup “artık inin sırtımdan, yeter” diyerek postumu kurtardım! Böylece beklenenin tam aksine o güne değin hiç olmazsa kör topal yürüyen arkadaşlıktan geriye kalan arkadaşların kendilerini de kaybettim. Beklenmeyen acı gerçekle karşınca kendi kendime “yazının sonucu her ne kadar dostları kaybettimse de buna karşı Türk ve İran edebiyatları “dost ve dostluk” konusunda yüzde elli (% 50) üzerinden orijinal bir eser kazandı. Böylece denemenin zararı “o”, kazancı “bu” oldu bitti. Ticari düşünüldüğü takdirde hiç olmazsa acemi muamelenin teselli mükafatı fena olmadı bari…! Buna da şükür.
Şimdilerde meslek hayatımdan geriye topu topuna birkaç seçkin dost kaldı. Onlarla da görüşmek ne yazık ki pek kolay nasip olmuyor.
3 - İhtiyarlığın Enisi
Üste olup bitenlere karşın, ihtiyarlığımın enisi ve gerçek ilgileneni olan eşim her an, durum ve şartta her halükarda yanımda hazır ve nazırdır. Elbirliği ve işbirliğiyle ülkü ve gönüldaşlık esası üzerine bindiğimiz gemiyi mutluluk sahillerine doğru yürütmeye çalışıyoruz. Aman can yoldaşıma bir şey olmasın, zarar görmesin diye eskiye oranla fazlasıyla ilgileniyorum. Mutlu yaşaması için elimden geleni esirgemiyor, eksik etmiyorum. Adeta bir emir subayı misali kendisine hizmet ve ikramda bulunmaktan onun kadar ben de mutlu ve kıvanca boğuluyorum.
Gelinen noktada insanın toplumsal yaşamında ister gençliğin iyi dostunun, isterse ihtiyarlığın enisinin kök budak salıp yeşerdiği en sağlam ve mümbit zemin karı koca arasında yasal ve ahlakı boyutta ortaya çıkan “aile korunağı” olduğu iyiden iyiye anlaşılmıştır. Zira evlenme her iki özlemi, hasreti, dileği fazlasıyla birlikte sağlamaktadır. Hatta karı kocalar başlangıçta verdikleri söze sadık kaldıklarında, ömür boyunca lüzum duyulan gereksinimi adeta garantilemektedir. Başka bir deyişle gizemli sırrı aynı ev, çatı ya da dam altında birilikte yaşamaya dayanmaktadır. Evlenmelerin genellikle gençliğin ilk baharına rastlayan dönemlerinde pek farkına varılmayan ve yeterince değeri bilinmeyen “gençliğin iyi dostu” ve dostluğu, ömrün ikinci baharına tekabül eden yaşlarda “ihtiyarlığın enisi” aşırı derecede önem kazanıp öne geçmektedir. Bu yüzden özellikle olgunluk yaşlarında ikinci-üçüncü evliliklerini yapmak amacıyla “Evlenme Programları”na başvuran evlenme adayları artık ikinci baharlarını yaşamak için macera değil, mezara kadar can yoldaşı aradıklarını üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Mevcut koşullarda bu istemden daha doğal bir şey olamaz.
Bu yüzden Türk kavminin binlerce yıldan beri başka milletlerden pek farklı olarak nikah ya da nikahlanma olayını (karı kocanın birlikteliği) tamamen kendine özgü (sui generis) “Ev” sözcüğünden türetmek suretiyle “Evlenme”, aile kurumunu ise “Evlilik” kavramıyla nitelemeleri (vasıflandırma) her türlü kavram ve tanımlamanın ötesinde maksada daha fazla uygun düştüğünü söyleyebiliriz. (6)
4 – Evlenme Programları
Son zamanlarda evlenme ve evlilik konusuna yeni boyut ve anlam kazandıran TV. de yayınlanan “Evlenme Programları”na değinmek istiyorum. Böylesi yaşamsal ve toplumsal hayra vesile olan “Evlenme, İzdivaç veya Desti İzdivaç Programları’nı olumlu görüyor ve yararlı buluyorum. Örneğin atv’de Sayın Esra Erol’un “Evlen Benimle” ; TNT’de Hande Ataizi’ nin “İzdivaç”; Fox tv’de Songül Karcı ile Sayın Uğur Aslan “Su Gibi” ve Flash tv’de Sinem Yıldız hanımın “Ne çıkarsa Bahtıma” sunumları bu konuda kayda değerdir. Keşke Zuhal Topal hanım da başarılı programına devam etseydi. Söz konusu programlar görebildiğim kadarıyla genellikle evlenme ve aile konusuna yeni bir perspektif ve açılımlar sunmaktadırlar. Bu suretle şimdiye değin açıktan konuşulup tartışılmadığından gizli kalan örtülü sorunlar ve hastalığı çağrıştıran devasa marazi arizalar açığa çıkıp deşilmiştir. Özellikle kadın-erkek eşitliği ve özgürlükleri kullanma açısından kadınlar lehine ileriye doğru bir gelişmeye yol açmışlardır. Kazanımların başında kuşkusuz kadın ve genç kızların asırların alışkanlıklarının aksine nezih bir ortamda çekinmeden beğendikleri erkeklere ve koca adaylarına talip olmaları gelmektedir. Gelinen nokta gerek kadın-erkek eşitliği, gerekse ailenin kuruluşu açısından olsun ileri bir aşamadır. Böylece yüzyılların, kadınları sürüklediği pasif statüden, ileride bir ömür boyu bizzat sürdüreceği çok yönlü karmaşık bir ilişkide aktif duruma ve etkin pozisyona getirmiştir. Ailenin kuruluşunda kurucu üyeler açısından bundan daha medeni bir yaklaşım ve bakış açısı olamaz.
Anayasa gereğince toplumun temeli sayılan aile kurumunun derinden sorunlara gömüldüğü ve yıprandığı benzer programların çabası sonucu ortaya çıkmış gözler önüne serilmiştir. Örneğin uzmanlar eşliğinde yapılan Müge Anlı Hanımefendinin “tatlı sert” programı ailede suç ve cinayet olaylarına ışık tutması bakımından önemli hizmet sunmaktadır. Sayın Yalçın Çetin “Gerçeğin Peşinde” adlı programında ailede mevcut olumsuz sorunlardan kaynaklanan kayıp-kaçak meselesine çözüm getirmeye çalışmaktadır. Örneğin son zamanlarda Müge hanım inceleme ve araştırma programında maalesef devletin ünlü bir hastanesinde meydana geldiği anlaşılan yarım yüzyıllık kayıp, kaçak ve kanunsuzluklara el atmak zorunda kalmıştır. Anayasa’da “hukuk devleti” denmesine denmiş fakat büyük çapta ihlaller ve kanunsuzluklar başını alıp gitmiştir…Bu arada muhtemelen emekli bir sayın yargıcın önderliğinde yayınlanan “Gereği Düşünüldü” programda ise ailede “işkence, şiddet, kötü muamele” canlı canlı ele alınmaktadır. Denilebilir ki, bazen yetkili makam ve mercilerin ayıramadıkları zamanı ve araştırmayı kendi çaplarında harcamaktan çekinmeyip kat kat fazlasını yapmaktadırlar. Her şeyden önce anılan toplumsal hizmetleri şükranla karşılamak gerekir. Yukarıda sözü edilen programlar ve benzerleri ağır sorumluluk gerektiren ciddi işlerdir. Programlarda çok önemli ailesel ve toplumsal konular ele alıp büyük işler başarılmaktadır. Nitekim kitleler tarafından programların ciddiyeti anlaşılıp başarıları görüldükçe halkın yoğun ilgisi her geçen gün çoğalmaktadır. Üstelik bu tür programların işlevsel etki ve ilgi alanları ülke ile sınırlı kalmayıp uluslararası alana taşmış durumdadır. Yabancı ülkelerden, özellikle Türk dünyasından yaygın surette pek çok seyircinin ilgi ve dikkatini çekmektedir. Kişilerin bireysel teveccühü artmasına karşın üniversitelerimiz ilgisizce susup yerinde saymaya devam etmektedir. Gördüğüm manzara karşısında maalesef kendimi “ne biçim sosyal bilimler!” demekten alıkoyamıyorum. Bu tuhaf gidişatta bir tuhaflık vardır.
Özetle belirtmek gerekirse sözü geçen programlar insancıl yaklaşımlarla genelde bireysel-toplumsal, özelde ailesel dert ve kronik yaralara var güçleriyle parmak basarken önemli yük ve yükümlülükler üstlenip kendi çaplarında öz kaynaklarıyla ivedi çözümler sunmaktadırlar. Şimdiden onlarca değil, belki yüzlerce aile, evlilik, eşler arası ilişkiler, geçim, uyum koşulları, diyalog ve davranış tarzları ve bozuklukları, olaylara yaklaşım, tepki ve eleştiri sorunlarının yanı başında, özellikle medeni hukuk, caza hukuku ile insan hakları anabilim dalları ve sosyoloji bölümleri yönünden şiddet, kötü muamele, müessir fiil ve cana kasta kadar son derece önemli yaşamsal, hukuki, ahlaki, pedagojik-sosyolojik sorular ve yanıt bekleyen derin sorunlar birikmiş durumdadır. Ayrıca adaylar arasında birbirine destek- köstek, uyum ve rekabet sorunları ile taliplerle adaylar arasında uygunluk, uyumluluk arayışları gibi araştırmaya değer çoklu konular mevcuttur. Programlar arasında karşılaştırmalı istatistiki incelemelerin gerçekleştirilmesi ise, konunun başka bir boyutunu oluşturmaktadır. Gün geçtikçe bunların lisans seviyesinin üzerinde “Yüksek Lisans” ve belki “Doktora” programları çerçevesinde bilimsel incelenip değerlendirilmesi gerekmektedir. Bunların yanı sıra koordineli çabalarla pratik ve pragmatik çareler bulunup üretilmelidir. Bu yüzden aile içi hastalıklarla mücadele, uygun tedavi yöntemleri, sağlıklı çözümler, onarımlar, destek, korunup kollanma ile nitelikli eğitim programlarının yürürlüğe konulması kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira sözü edilen programlar ve benzerleri başlı başına toplumsal sorunlara her gün sıcağı sıcağına ışık tutan uygulamalı laboratuar merkezleri gibidir. Söz konusu merkezler adeta aklı başında araştırmacılarını beklemektedir.
Ne yazık ki, bugüne değin Yüksek Öğretim Kurumları bunca yararlı kamu görevi sunan, halkın beğenisini kazanan, lazım istem ve gereksinimlerini karşılayan bu tür gönüllü ve çekici programları görmemezlikten gelip ketum davranmaktadırlar. Kendi çapımda özellikle bazı Medeni Hukukçu öğretim üyesi arkadaşlara bu tür programlarla ilgilenmelerini sağlık verdim. Araştırmalarının önemini anlattım. Genellikle canlı yayınlanan bu tür programların içeriği ve arşivleri Medeni Hukuk, Aile, Ceza Hukuku ve Kriminoloji bilim dalı hukukçularının incelemelerinin yanı başında Sosyoloji, Sosyo-Psikoloji araştırmaları bakımından daha iyi bir araştırma ve pratik uygulamanın merkezi alanı olamaz. Anılan programlar söz konusu hukuk dalları açısından adeta sosyal araştırma merkezi ve uygulama laboratuardan farksızdır. Bu vesileyle sunulan elzem konuyu bir kez daha hukukçu akademisyenlerin ilgisine, Üniversitelerimizin dikkatine sunuyorum.
Belirtilen programların gerek devamı, gerekse çekiciliği ve etkinliği açısından canlı yayınlanmalarından dolayı sıcağı sıcağına bazı sorunlar ve tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Fikrimce bu tür canlı programlarda elle tutulur ivedi sorun ve bir bakıma gedik özgürlük, eleştiri alanı, tepki ve konuşma sınır ve kapsamının yasal ve ahlaki çerçevesinin iyice belirlenmesi gelmektedir. Bu konuda sayın sunuculara, yönetmenlere ve yayıncılara hem kendi hem de programlarının selameti ve muhtemel olumsuz sorunlardan uzak olabilmesi açısından önemli görev, sorumluluk ve yükümlülük düşmektedir.
5 – Türkü ve Şarkılarda
Tüm milletler gibi Türklerin de türkü ve şarkıları uçsuz bucaksız deniz gibidir. Kaynak itibariyle fışkıran bir çağlayanı andırır. Sözleri imbikten sızan ince duygularla dolu. Tahminlerin üzerinde felsefi görüşler ve derin manalar içermektedir. Tesadüfen gelişi güzel yaptığım incelemede bir dünyayı andıran zengin içeriğinde kayda değer pek önemli ve anlamlı hayat tecrübeleriyle dopdolu olduğunu gördüm. Özellikle “arkadaş, dost, dostluk, yâr, yârenlik” konularında kocaman bir birikime sahip olduğunu belirledim. Tespitlerimiz doğrultusunda epeyce izlenimle karşılaştık. Gerçek dost arayışında sanki vurgun yemiş gibi bir manzara hakim. Arkadaşlık çerçevesinde çoğu ozan, güfte ve söz yazarının feryad ve figanı adeta göklere çıkmaktadır. Dile getirilen dert genel bir ıstırap. İnsan ömrünün önemli bir bölümünün dost arayışı sırasında geçtiği bir vakıadır. Çünkü içgüdüsel bir ihtiyaçtır. Dört dörtlüğünü bulanların hoş şanslı haline. Çünkü çoğu nafile.
Güftesi Özdemir Kiper’e bestesi Selahattin Altınbaş’a ait olan aşağıdaki hasretlik şarkı, hali pür melalimin bire bir tercümanı ahvalidir sanki :
Şarkılara Sordum Söylemdiler
Kumruları dinledim susuverdiler
Rüzgarları bekledim sensiz /sizsiz estiler
Seherleri özledim hiç gelmediler
İzlerini nerede bulurum senin /sizin
Şarkılara sordum söylemediler
Anılara yalvardım bilemediler
Ufukları aradım görünmediler
İzlerini nerede bulurum senin /sizin
Bulutlar benim gibi hep ağladılar
Dertlerim gönülleri hep dağladılar
Özlemlerim sel olup hep çağladılar
İzlerini nerede bulurum senin /sizin….
Söz ve müziği Dramalı Hasan’a ait olan “Kalbim Seni Özler” şarkısı ise adeta kursaklarda kalmış özlemleri açığa vurur :
Kalbim Seni Özler
Gelmez oldu hiç sesin /sesiz
Söyle canım nerdesin /nerdesiz
Uzaklara mı gittin /iz
Hangi gizli yerdesin / yerdesiz
*
Kalbim seni / sizi özler
Yollarını / zı gözler
Nerde verdiğin / iz sözler
Niçin neden gelmedin / gelmediz….
6 - Ebedi Dost
Her şeye rağmen şu gerçeği de ikrar etmek gerekir ki, evlenme ile başlayan can yoldaşlığı ve yol arkadaşlığı ne denli güçlü olursa olsun, nitelik itibariyle en fazla bu dünyaya mahsus ölünceye dek sürebilecek bir refik ve refikalıktır. Ancak Kuran’da yaptığım incelemede –ister inanılsın, isterse reddedip inanılmasın- insanoğlunun pek farkında olmadan hem bu dünya hem de öteki dünyayı kapsayacak biçimde gözükmeyen ebedi bir dostunun bulunduğu iddiasıdır. Söz konusu gözükmeyen fakat “anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az” kabilinden felsefi, mantıki ve akli açıklamaları, hatta bilimsel gerekçeleriyle varlığı iyice hissedilip sezilen ebedi dostun “Allah” olduğu belirtilmiştir.
Tarih boyunca büyük yaratanın varlığı, önemli bir soru işareti olmuştur. Makul düşünenler için anılan dostun (Allah) varlığı bir sorun teşkil etmezken, bazı kimseler için büyük sorun oluşturduğu bir vakıadır. Daha öncede belirttiğimiz gibi Tanrı herkesten önce böyle bir zannın mevcut olduğunu (Fussilet, 23) bildiğinden her türlü inandırıcı yanıtlarla üzerine gitmekten geri durmamıştır. Doğal olarak her iddia sahibi, Tanrı bile olsa, insanları esenlik yurduna çağırsa dahi (Yunus, 25) öncelikle kendi savını en sağlam gerekçelerle kanıtlaması gerekir. Nitekim âlemlere öğüt, rahmet, yol gösteren (hidayet) ve uyarıcı diye nitelediği kitabında da (Fatiha, 6; Bakara, 1; A’raf, 2; Yusuf, 104) bu yolu seçmiştir. Değinilen hükümlerin ışığında bir değerlendirmeye girişmek gerekirse rahatlıkla şunlar söylenebilir: Bir kere kendisi hakkında ileri sürülen zannın bilgisizlikten kaynaklandığını, zannın ise hakikat karşısında bir şey ifade etmediğini belirtmektedir (Necm, 28). Hatta çoğu insanlar bilgisiz olmasalardı (Nahl, 38), pek çok gerçeğin yanı sıra “Allah’ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır” demekten kendisini alıkoyamamıştır (Nur, 25). Bu yüzden insanları kendilerini sorgulayıp soruşturacak biçimde şu düşünceye sevk etmiştir: “Hiç bilenlerle bilmeyenler / anlayanlarla anlamayanlar bir olur mu?” (Zümer, 9). Anlamaza veya kendisini anlamazlığa vuran inkarcı heriflere hayıflanmadan başka ne denebilir ki! Bu yüzden onları bir kenara bırakırcasına şöyle der: “Gerçekten biz bilen bir insan ve toplum için ayetleri geniş geniş açıkladık” (En’am, 97). Ardından müsterih olarak “İşte bilen bir toplum için âyetleri böyle açıklıyoruz” der (A’raf, 32). Üstelik bilenlerden sormak varken (Nahl, 43; Enbiya, 7). Gerçekten insanlar arasında onca akıllı, kültürlü ve bilgili kimselere karşın, beyinsiz, bilgisiz, anlamaz (ganmaz), ahmak, kara cahil, hatta zır cahil kimseler yok mu?
Ölümden sonra öteki dünyada mevcut ebedi yaşamdan bilgi vermektedir. Öncelikle insanları ayrımcısız esenlik yurdunda kendi yanına teşvik ve davet etmekte, buna karşın çetin cezadan kaçınmaları ve sakınmaları için sürekli öğüt verip kesin kes uyarmaktadır. Basite indirgemek gerekirse esenlik yurdunun koşulu veya bileti kural olarak “iman ve iyi işler” olup, ağır cezanın nedeni ise “kötü işler ve ortak koşma (şirk)” olduğu nu belirtmiştir. Bu arada ister iyi ile kötünün, ister doğru ile yanlışın, isterse suç ile günahın birbirine karıştırılmayacak kadar apayrı pek farklı konular olduğu, üstelik iki zıt şeyi ayırt etmek için gerekli yetenek, bilgi ve olanaklar sağlanıp, yeterli fırsat verilmiştir. Anlaşıldığına göre dünyadaki geçici yaşamın bikrim ve tasarrufu, öteki dünyada ebedi yaşamın bir bakıma garanti belgesi gibi bir rol yapıp görev üstlenmektedir. Kısaca öbür dünyanın gizemi bu dünyada gerçekleştirdiğimiz emellerde gizlidir. Kocaman kapıyı açabilecek tek araç bu dünyada aldığımız anahtardır.
Değinilen açıklamalardan sonra kendini en güçlü ifadelerle şöyle tanıtmaktadır: “Ey insanoğlu gerçek sahibi benim, bana döndürüleceksiniz. Biliniz ki o gün hüküm yalnız bana aittir. Hesabı çarçabuk gören benim” (En’am, 62 ). Ayrıca üzerine basa basa “Ben kimseye zulüm etmem, aksine insanlar kendilerine zulüm ediyorlar” diyor (Ankebut, 40; Yunus, 44). Gerçekten tarihe üstün körü göz attığımızda insanların yekdiğerine reva gördükleri zulüm, işledikleri suç, yaptıkları işkence, kötü muamele ve haksızlıklardan geçilmediğini görürüz. Yirmi birinci yüzyılda bile çevrenize bir bakınız, hiçte iç açıcı bir manzara ile karşılaşılmıyor. İnsanlar sadece başkalarına değil, bazen kendilerine bile zulmetmekten çekinmiyorlar. Hatta o kadar ki, son zamanlarda Türkiye gibi bir hukuk devletinde dahi zulüm ve haksızlık adalet teşkilatının bazı önemli kademelerine bile sıçrayıp girmiş durumdadır. Özellikle “tabii hakim” ve mahkeme” prensibine tamamıyla aykırı olan, hukuku rahatça çiğneyen ve üzerinden atlayan bu çarpık örgütlenme -adeta değil- düpedüz zülüm aracı yerine kullanılmaktadır. Artık operasyonlar ülkesi haline dönüşen bu ülkede Adalet Meleği’ne cevap veremez duruma gelmiş nice hakim ile adavet ve garaz güden mahkemeler bilinçli şekilde ortaya çıkartılmıştır. Peki bu durumda bunların hesabını kim verecek, kime verecek ve kim görecektir! Elbette devlet, fakat devleti elinde tutan hükümetler üzerine düşen temel görevi yerine gitmeyip üstelik söz konusu zulme çanak tutunca o zaman bu tür zalim ve zorbaların uhdesinden iyice gelip hesabını kim dürecektir! Tabii ki daha büyükçe bir güce ihtiyaç ve inisiyatife gereksinim vardır. İşte tanrısal sistemde ele geçirilmez, bağımsız ve bağlantısız yüce güç ve varlık Allah’tır.
Bunca izlenimden sonra kişi, sorumluluğu kendisine ait olmak üzere ister serbest iradesiyle inansın, ister inanmayıp tekme atsın, isterse uysun veya ihlal etsin…Eğitim ve öğretim esaslarına göre sürekli ders ve uyarı var, fakat asla zorlama ve iradeyi fesada uğratma yok. Adeta demokratik hukuk devleti düzenine benzer bir durum. Onca öğüt, ders ve yol gösteriminden sonra, gerisini artık kendiniz bilirsiniz, asla zorlama olmadığı bir yana kayırma, ayrımcılık ve torpilde yok. Neden? Çünkü er geç görüşeceğiz esperi ve anlayışı egemendir. Savunma var ancak hesap günü (İbrahim, 51) yaptığınız inkar ve işlediğiniz açık ihlal ve suçların karşılığı “ağlama, sızlama filan falan (behman) yok ha, bunu şimdiden bilesiniz” denilmektedir. Kuran üzerinde yaptığım incelemelerden edindiğim genel bilgi ve bulgulara göre, tanrısal cezalandırmanın temelini geniş bir kavram altında açıklayabilirsek “Nankörlük” kavramı altında toplayabiliriz. Kişinin Halik’a karşı nankörlüğü, adeta “küfran-ı nimet” gibi kabul edilemez bayağı bon tavır görülmüştür. Yaratan’ın onca nimet ve rahmetine karşın bilinçli olarak saygısızca sergilenen her iki kaba tutum sorumluğu gerektiren ağır günahlardan sayılmıştır. Nitekim kitapta bu görüşümüzü destekler hükümler vardır (Örneğin Sebe, 17; Isra 67, 83). Anladığım kadarıyla Tanrı insana yönelik harcadığı bunca bahşiş, ikram ve rahmete ve bir söz üzerine katlandığı sonsuz sabra rağmen, bir insanın düşüncesizce uluorta ortaya koyduğu inkar ve zıtlaşmayı kendisine karşı düpedüz bir nankör’ün çekilemez “nankörlüğü” olarak görmüştür. Bunda da haksız olduğu asla söylenemez. Ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu doğrusu pek bilmiyorum. Değerli bilim adamları ve uzmanlar ın bu görüşüme ne derler bilmiyorum. Bekleyip göreceğiz. Umarım yanlış olmaz.
Kanımca bunca sayısız bilgi, bulgu, kanıt, gerekçe, emare, işaret ve açıklamalara rağmen böyle bir olağanüstü varlığın inkar edilmesinin sıradan değil, boşuna bir inat ve aşırı derecede bir bilgisizliği gerektirdiğini bir yazımda belirtmiştim. Bu gibi kimselere kendi aralarından biraz da mizaha kaçan bir kişiden sembolik olarak söz edip sözlerime son vermek isterim.
7 – Selçuk Parsadan Olayı
Sayın Prof. Dr. Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminden Selçuk Parsadan bey adlı bir kalpazanı çoğu kimse hatırlar. Anlattığına göre Başbakana bir tek telefonla ulaşıp bir üst rütbeli komutanın adını kullanarak yüklüce para rica etmiş, Başbakan Sayın Tansu Çiller’de bu devletin kasasından, milletin malından hiç düşünmeden sanıyorum 5 milyon TL’yi tıpış tıpış ona ödemiştir. Rahmetlik Parsadan paranın önemli kısmını yiyip bitirdikten sonra, bir Başbakanın yapmamsı gereken kepazeliği içine sindiremeyip bilahare kendisini ihbar etmek suretiyle milletine hizmet etmek istemiş idi. Kodese girmeden önce verdiği bir demeçte mealen “Ben, bizi yönetenlerin çoğunun tahminlerin aksine zeki değil, sıradan kişiler olduğunu biliyordum. Bunun için bu işe kalkıştım. Milletim görsün, filan falan…” dediğini hayal meyal hatırlıyorum. Yanlışım varsa lütfen beni ikaz ediniz. Sayın başbakanı kazıklayan Selçuk bey yakalandı, tutuklandı, hüküm giyip cezaevine atıldı. Kazara mafya, haraççı veya organize suçluların kümelenip palazlanarak gölge hükümet kurduğu bir koğuşta birlikte kalırken, günlerden bir gün çete mensupları arasında anlaşmazlık çıkınca iş kavgaya dönüşmüş. Silaha davranıp birbirlerine kurşun yağdırmışlardır. Zavallı Selçuk bey sırf kavgayı yatıştırmak amacıyla araya girip “arkadaşlar lütfen yapmayın, etmeyin, ne olur, rica ederim” derken, tam burnunun önünden bir kurşun girip çıkar.
Tahliye olduktan sonra medya mensupları peşine düşmüşlerdi. Tesadüfen TV programlarından birinde kulak misafiri olup kendisinden dinledim. Özetle yaklaşık şöyle diyordu: “Kurşunu yiyinceye kadar, inançsızdım, yaratana falan inanmazdım. Fakat kurşunu yiyince, bilmiyorum nasıl oldu, birden bire o anda kendiliğimden “Allah, Allah kurtar” diye bağırma ve yalvarmaya başladım. Demek ki, inanmak için böyle bir hadise gerekiyormuş…”. Gerçekten o anda şah damarlarınızdan daha yakınım diyen yaratandan başka kim / kimler Hızır gibi yetişip yardım elini uzatarak gereğini yapabilirdi. Anne baba o anda kim bilir neredeler. Gardiyanlara gelince onlarda silahlı kargaşada can korkusundan ancak atışlar ve ateşler sustuktan sonra araya girebilir. Doktor, hastana beri gele….
Kıssadan hisse “dinsizin elinden imansız gelir” kabilinden imansız kurşun gereğini yapınca varlığını hissetmiştir. Anlaşılan yüce varlıkta ilk tanışmanın hatırı için istemini yerine getirmiştir! İşte sayın reddedenlere bir kere daha iş işten geçmeden ve kendilerini tehlikeye atmadan tarafımdan duyurulur. Tabii elbette gerisini kendileri bilirler!
VI - Son Sözler
“Öğrendim ki, yaşamın bizden ne kadar ciddiyet beklentisi içinde olduğu önemli değil,
hepimizin ciddi olmaktan uzakta dostluğa ihtiyacımız vardır” - Charlie Chaplin
Kapsamı ve içeriği önceden tasarlanmamış olan bu monografik çalışmama burada son veriyorum. Adeta doğaçlama biçiminde bir yazı türü oldu. İyideki oldu. Yazarken uykularım kaçtı, uzunca bir süre hastalık geçirdim. Nihayet Allah’ın büyük inayeti ile bitti. Umarım gelecek nesillerce beğenilir ve tutunur. Bu vesile ile her nesilde ve tarihte bu yazıyı okuyanların hepsine “hoşça kalın ve mutlu yaşayın” derim. Eğer bir yerde sürçü lisan olmuşsa af etsinler…
İşte evlilik talihinin verdiği sonsuz mutluluğun pek farkında olmadan boşu boşuna hoyratça harcayan eşlere son gecenin acısını yaşamadan bu nostaljik şarkı ne güzel uyarır.
At Kadehi Elinden Bu gece son gecemiz acı günler yakında
Bir ömür böyle geçti, olamadık farkında
At kadehi elinden bin parçaya bölünsün
Dökülsün meyler yere hâtıralar gömülsün
*
Dolu dolu içerdik kadehlerde aşkı biz
Güneş bize doğardı ne mutluyduk ikimiz
At kadehi elinden bin parçaya bölünsün
Dökülsün meyler yere hâtıralar gömülsün
Aşağıdaki duygusal şarkı bu arkadaşlara söyleyeceğim son sözlere ne kadar yerinde tercüman oluyor. Artık başka söyleyecek söz ve hal (tab-o tevan) kalmadı.
Yorgunum Dostlarım Yorgunum Artık
Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu
En güzel duygular bana düş oldu
*
Yorgunum dostlarım yorgunum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
Tutmadı ellerim sıcak elleri
Duymadım aşk denen tatlı sözleri
Taşıdım ömrümce acı izleri
*
Yorgunum dostlarım yorgunum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
İçimde ateşler söndü kül oldu
Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu
Yar bildim o bile bana el oldu
*
Yorgunum dostlarım yorgunum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
1 - Evlenme Programlarının Değerlendirilmesi
Düşünsel bazda kayda değer önemli husus bu programların “evlenme” kavramı ile “aile kurumu”na yepyeni bakış açısı ve kültürel bağlamda özgürlükçü bir açılımı beraberinde Türk toplumuna sunmuş olmalarıdır. Dipten gelen yaşamsal insani istem, ihtiyaca cevap ve tercüman olduklarından şaibeden uzak durdukları sürece her geçen gün tutunarak halkın gönlünde hak ettikleri yeri edinecekleri normal olacaktır. Yeter ki, otokontrol mekanizmasıyla yalan ve yanlışlara sapmayıp doğruluktan ayrılmasınlar. Gerçekten anılan programlar “evlenme” konusuna yüz yıllardan beri süre gelen ataerkil geleneğe özellikle eşitlik ve özgürlük bağlamında demokratiklik açıdan çağdaş kültürel kazanım ve yaklaşım sunmaktadırlar. Böylece toplumsal tartışmaya dayalı canlı bir arenada gerek evlilikte uyum, evlenmede denge, gerekse kadın-erkek ilişkilerinde asırların oluşturduğu töresel kapalı geleneklerin yanı başında eşitliğe, özgürlüğe, irade serbestisi, hak arayışı, seçme hakkının kullanılması açısından kültürel kazanım kattıkları ortadadır. Kuşkusuz bunlar çağdaş bir toplum bakımından önemli gelişmelerdir. Bu nedenle değinilen teşebbüs ve arayışların toplumsal ve devletsel açıdan desteklenmeleri ve otokontrollerinin sağlanmasında sayısız yarar olacaktır.
Genellikle onlarca katılımcı ve davetli önünde sıradan aday ve taliplerin kendilerini doğru – yanlış tanıtımlarıyla serbest konuşma, yorum ve eleştiri biçiminde spontane gelişen tartışmalı programların her türlü risk altında beklenmeyen olaylarla karşılaşması olağandır. Tartışmaların nereye varacağı önceden kestirilemez. Nitekim çoğu kere oldukça insancıl, yumuşak, paylaşımcı, makul ve hüzünlü gelişmesine rağmen, bazen de sert, çok sert, aşırı, alaylı, kırıcı, incitici ve abartılı olabilmektedir. Demokratik zemin bozulmadan tartışma dozunun ayarlanması ya da azami sınırının makul seviyede tutturulmasıyla ilgili sorumlulukları bulunan sayın sunucu ve canlı yayıncının hem yetki hem de görevi dahilindedir.
Temel amaçları sağlıklı ortamın tartışmalı koşullarında mümkün mertebe uygun eş arama, aile kurma arenası olan evlenme programları aynı zamanda toplumumuzun global insan–aile, eş profilini ortaya çıkarıp gözler önüne sermektedirler. Genellikle gönüllü sivil toplum kuruluşları gibi görev alabilen, gönüllülük ve irade serbestiliği esası üzerine iyi niyetle evlenme gereksinimi duyan, arayış güçsüzlüğü çeken ya da çaresizliği içinde acı çekenlere var güçleriyle nitelikli hizmet sunabilecek evlenme ve benzeri programlar toplumumuzda çok önemli boşluğu doldurduklarından kuşku yoktur. Zira söz konusu programlar büyük halk kesimi yönünden güvenilir veya en uygun ortam sunmasının yanı sıra, özellikle ileri yaş ve ihtiyar adaylar için son umut, ya da son şans, adeta çaresizliğin çareye, dertlerin teskine ve bilahare talihsizliği talihe dönüştürebil niteliğindedir. Gerçekten kendilerine başvuranlara bir yandan hoş karşılama ve ikramlarla karşılıksız misafir edilmekte; öte yandan hayati sorunlarına asla karşılık beklemeden çok masraflı insani, hukuki üstün hizmet sunulup sorunları için canla başla çalışarak iyi niyetle çare arayıp çözmeye çalışmaktadırlar. Adeta gönüllerde gömülüp dürülmüş dertlerine umut ışığı yakmaktadırlar.
Sözü geçen programlar sayesinde devlet örgütünün yanı sıra, halkımızın büyük çoğunluğu da toplumun temeli sayılan aile kurumumuzun devasa boyutta sorunlar yaşadığını, çetin sorunlarla boğuşup üstüne sünger çekmeden bu vesileyle her geçen gün apaçık öğrenebilmektedirler. Bu tür yayınlardan anlaşıldığı üzere ne yazık ki aile birliği özellikle cumhuriyet sayesinde yeni baştan başlatılıp yön verilen yüksek ahlaki, dini, sosyal ve ulusal değerlerin yanı sıra çağdaş, aydınlıkçı yoldan akılsızca sapılıp yozlaştırılması sonucu ödediği toplumsal bedelin faturası oldukça ağır olduğu anlaşılmaktadır. Dillere pelesenk olmuş ünlü atasözü uyarınca “ Akılsız başın cezasını ayaklar çeker”. Ulvi doğru yolu bırakıp eğriye sapanların cezasıdır bu çekiş...
2 - Huzurevleri
Genellikle ileri yaşlarda tek başına kalmış veya kendisini geçindirmekten aciz düşmüş yaşlıları barındırmak, koruyup kollamak amacıyla açılan “Huzurevleri” olağanüstü derecede önemli toplumsal görev ve hizmeti canla başla yerine getirmektedirler. Üstlendikleri insani hizmet her türlü takdir ve teşekkürün üstündedir. Ancak “huzurevleri” tam manada bir “aile evi” niteliğinde olmadıklarından, sakinlerinin bir kısmı aldıkları her türlü konforlu hizmet ve sunuma, gördükleri yardım ve desteğe rağmen, yine de yeknesak monoton yaşamına karşın aile evlerinin özlemini çekmekten kendilerini alıkoyamadıkları bir vakıadır. Zira sözü geçen evler, ne de olsa aile evinin havasını, sıcaklığını, hareketliğini, özellik ve özgünlüğünü içermemektedir. Söz konusu gereksinimler ise normal koşullarda insan psikolojisi bakımından özlem duyulan küçümsenemez hasletlerdir. Nitekim büyük bir dostumun dostluğu uğruna girişimim üzerine yakından tanık olduğum somut bir olayda “aile evi” (benim evim ve yuvam) kavramının zihinlerdeki doldurulamaz belirleyici yerini adeta şaşkına dönerek hayretler içinde sıcağı sıcağına yaşadım…Somut olay bu konuda bana çok şey öğretti.
3 - İnsanın Fıtratı
İnsanoğlunun yaratılış itibariyle fıtratı ve zatı doğuştan duru ve tertemizdir (Pakize). Mevcut berraklık bir bebeğin masum gülüşünden, güzel yüzünden ve tatlı bakışından, hatta süt kokusundan bile kolayca hissedilir. Ancak insanoğlu sahip olduğu bunca masumiyete rağmen, bilinçsel olarak iyisi ve kötüsünden edintisel her türlü zıt duygu, huy, tutum, davranış ve düşünceyi içinde barındırır. Yalnız bunların birer birer ortaya çıkıp etkinleşmesi zaman alır. Bu yüzden insanoğlu aynı anda yan yana en yüce ruh ve insancıl duygulara sahip olmasına karşın, öte yandan kötü, hatta pek fena tinet, niyet ve aşağılık huy ve unsurları da içinde taşır. İnsanoğlunun sosyal yaşamında yüz yüze kaldığı en önemli çıkmazı ve belirleyici yaşamsal sorunu buradadır! Acaba bunlardan hangisi galip gelecek veya hangisi yenilip geri çekilecektir? Bilahare çekim gücü ne yöne doğru olacaktır. Başka bir deyişle aynı zamanda kendi lehine de olan makul tutumu, hatta ideal dengeyi nasıl kurup başaracaktır. Bundan dolayı kişinin doğası, gerek duyulan temel gereksinimleri karşılamak üzere sürekli görev yapan güçlü denetim mekanizmaları, etkin kontrol sistemleri, değerlendirme olanaklarıyla tasarlanıp donatılmıştır. Başka bir şekilde açıklamak gerekirse insanoğlu yaratılış itibariyle tam donanımlı bir yapıdadır. İşte birey, birbirine tamamen zıt olan, ters istikamette veya farklı rotlarda yol alan duygular arasında kendince en uygun ve makul dengeyi kurup ona doğru itip iletecek, ya da önleyecektir. Bu alanda ana kontrol, denetleme ve değerlendirme merkezine yerleştirilen “akıl” önde gelir.
4 - Osmanlı Hareminde Talih ve Talihsizliğin Yan Yana Yaşanması
A- Genel Olarak
Osmanlı Hanedanının harem ortamında geçen aile yaşamı, talih ve talihsizliğin sayısız melankolik yaşam öyküleri ve anlatılarıyla doludur. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son deminde yaşayan hanedan mensubu ve devlet ricalinin anılarında bu tür ilginç olaylar ile yaşam tarzları bolca yer almıştır. Mensuplarına en yüksek makamdan en alt dereceye kadar muhteşem harika mutluluklar ve saadetleri fevkalade yaşattığı gibi, oldukça acı, hüzün ve hazin mutsuzlukları ve dramatik ıstırap ve meşakkatleri de birlikte tattırmıştır. Sadece bu kadarla da kalmayıp daha ileri düzeyde “talihin talihsizliğe” ve “talihsizliğin talihe” dönüşmesine ait serüvenleri beraberinde getirmiştir. Bir yandan talih ve talihsizlik olayları, öte yandan birbirine dönüşme olayı ve ihtimali bazı zamanlarda hız kazanmış, bazense yavaşlamıştır. Bu yüzden kıran kırana rekabet içinde geçen aile yaşamı bazılarının başını ve şansını yüceltmiş, bazen de hayatları karartıp mahvetmiştir. Söz konusu ani değişiklik ve halden hale temelli dönüşümlere bazen ufak bir olay dahi yetip artmıştır bile. Çoğunlukla celallenmenin gerekçeleri gözden düşme, nefret, kin, rekabet, yanlış söz söylemek, yersiz bir hareket, küstahça laflar, haddini aşmak, emir ve iradeye karşı gelmek, saray kurallarını çiğnemek, bilahare evham, iftira, jurnal ve siyasi entrikalar gibi sebepler yüzündendi. Denebilir ki, Osmanlı Sarayı’nın geniş aile yaşam tarzı ve biçimini yansıtan harem hayatında talih ile talihsizlik, mutluluk ile mutsuzluk, şans ile trajedi ve dram çoğunlukla kol kola bir arada mevcuttur. Bir tür güvensizlik ve hukuksuzluğu içerisinde barındıran, yarın ne olacağı belli olmayan handikaplı yaşam ortamında kişilerin geleceğinden emin olması kolay iş değil. Çünkü beklenmeyen bir emir, buyruk ve iradeyle her an her şeyi değiştirip kolayca alt üst edebilir idi.
Bir aziz mertebesinde olan rahmetli Mustafa Kemal Atatürk’ün gözlerden kaçan veya kaçırılan en önemli insani ve toplumsal hizmetlerinden birisi hiç kuşkusuz Türk tarihinde sivrilmesiyle birlikte o zamana değin devletin himayesinde gelişen “Harem Hayatı”nın tetiklediği cariye-cariyelik, köle-kölelik, gözde-gözdelik, ikbal-ikballık, devşirme-devşirmelik, harem ağası-hadımlığın yanı sıra, adeta furya haline dönüşen hediyelik dilber-dilberlik ve çok eşliliği yansıtan hiyerarşik kadın efendilik ve baş kadınlık gibi her biri insanlık dışı olan müesseselerin kökünden kazınıp ortadan kaldırılması gelir. Bu yüzden asırlarca kadınlı-erkeli çekilen sonsuz derecedeki manevi çile, katlanılan felaket ve musibetlerin sona erdirilmesi olmuştur. Tarihi gelişim sürecinde insanlığa (beşeriyet) bundan daha büyük hizmet ve himmetli iş olamazdı.
B – Talihin Doruğundan Talihsizliğin Çukuruna
Nitekim talihin zirvesinden ard arda gelen meşrutiyet inkılabı (1908), Balkan savaşı (1912), birinci dünya savaşı (1914-1918), hemen akabinde milli mücadele (1919-1923) sonucu dört bir yana savrulup bilahare cumhuriyetin ilanı ile birlikte ailece yabancı ülkelere sürgünle (1924) tarihin çöplüğüne yuvarlanıp, nihayet gittikleri ülkelerde ikinci cihan savaşının yol açtığı felaketlerin içinde kendilerini bulmak suretiyle talihsizliğin en kötüsünü yaşayan padişah II. Abdülhamid’in ikinci oğlu (mahdumu) Şehzade Abdülkadir Efendi’ nin birinci karısı Abazalı Marşan ailesine mensup Pakize Mislimelek Hanımefendi’nin (İst. 1883) ibret dolu anılarında iniş çıkışlı pek hazin yaşam öykülerine rastlamaktayız. (7)
Her ikbalin bir nihayeti olduğu, hatta sarayda dahi ikbal ve felaketin kol kola gezdiğini vurgularken “ama kaderi şimdiye dek kim ifşa edebilmiştir ki” diyerek hayıflanmıştır. Bundan dolayı öyle zaman olmuş ki, karşılaştığı kötü kader yüzünden yaşadığı şaşaalı saray hayatını sonradan hayal etmekte bile zorlanmıştır. Nitekim defterinin girişinde acımasız yaşamının hazin durumunu açığa vururken “Şimdi etrafıma bakındığım vakit fotoğraflardan başka hiçbir şey o muhteşem devri hatırlatmıyor…bütün yaşadıklarım bana hayal gibi geliyor ve gerçekten de hepsi artık bir hayalden ibaret…Emr-i hak vaki olmadan ben de maziye karışmış ve hayal olmuş hakikatlerden bahsetmek istiyorum” demiştir. (8)
Öte yandan yüce talihin muhteşem kapısını kendisine açan Şehzade Abdülkadir Efendi ile yapılan zoraki evliliğinin resmi düğün merasimi ardından nasıl çekilmez, en kötü talihsizlikle dolu yaşam çilesine dönüşüverdiğini açıklamıştır. Çaresizlik içinde tuhaf bir durum olan “evliliğin talih ve talihsizliğini” birlikte yan yana, kucak kucağa yaşamış veya yaşamak zorunda kalmıştır. Daha doğru bir deyişle yüce talihin sonsuz mutluluğu tattırmasının yanı sıra, elde olmadan talihsizliğin önüne serdiği sonsuz mutsuzluk felaketine ses çıkarmadan katlanıp yaşamıştır. En hazini meşrutiyetten sonra kocasının laubalice sürdürdüğü ahlaksız yaşamı dolayısıyla zavallı eşi (refikası) karılık ve kadınlığın ruhunu tümünden unutmuş. Nezih anılarında meşrutiyetin ilanı ile başlayıp sürgün edildikten sonra bir yandan zıvanadan çıkmış hovarda kocasının laubali alçaklığı, öte yandan hanedana mensubiyeti ve bağlılığı yüzünden büsbütün korkunç felakete dönüştüğünü, hayatını devam ettirmek için ise en acımasız koşullarda yaşamak zorunda kaldığını anlatmıştır. (9)
Bu mahcup yaratılışlı prensesin hazin hatıraları barışın en önemli önderlerinden Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) hazretlerinin vatan ve savaş hakkında söylediği “Vatanın kurtarılması (halası) gerekmedikçe savaş cinayettir” özdeyişinin en derin anlamının canlı tanığıdır. Türk milletinin en talihsiz, en umutsuz tarihi dönemecinde, halkın en yüce sıfatı olan “Halaskar Gazi” unvanını ona layık görmesinin yanı sıra, milli ordusuna katılanlara “Halaskaran” denmesinin sebebi hikmeti budur. Belirtilen yüce anlayışın izinde vatanın savunması dışında savaşa izin yoktur ve izin de verilemez. Savunma zorunluluğu dışında savaşa izin verip yol açanlar veya savaştıranlar birinci dereceden insanlığa karşı ağır suç işleyenlerden başka birisi değildir. Nasıl cinayetkâr olmasın ki. Zira savaşın birinci elden kurban ve kurbanlıkları düpe düz masum insanlardır. Çünkü başlamasında asla söz sahibi olmayan yüz binlerce masum insan, savaş meydanlarında boşu boşuna ölmemek için, karşısındakini sorgusuz, sualsiz, mahkemesiz öldürmek zorunda bırakılır. Adeta savaş arenasında ister istemez birbirilerini vahşice öldürmek zorunda bırakılmaktadırlar. Şehirlerde sivil halkın büyük kayıpları ve acısı da bunun çabası. İnsanlık için bundan daha fazla kötülük ve düşmanlık ne olabilir!
Mahzun hanımefendinin ıstıraplarla dolu geçen anılarını okuyunca özellikle savaşın yol açtığı sarsıcı felaketlerin korkunçluğunu, onarılmaz yıkımını, kirli yüzünü cinayetlere eş değerden de daha beter bir vakıa teşkil ettiğini tüylerim ürpererek okudum. Harp meydanlarının gerisinde savaşın masum insanlara yaşattığı ağır fecaatleri, kabus ve acıları, sebep olduğu derin yara, yıkım ve kıyımların onarılmazlığının ne denli hazin biçimde yaşatıldığı gözler önüne serilmiştir. Bir tutkuyla bağlandığım barış severlik ve savaş karşıtlığının önem ve anlamını, tek kelimeyle barışın vazgeçilmezliğini bu eşsiz anılar sayesinde bir kere daha içimde duydum. Savaştan ve lanetli savaş bezirganı, borazan ve kasaplarından daha beter kaçar oldum. Ne yazık ki, safdil kitleler ya da azmış insanlar bakımından barışın muhteşem insancıl anlamı ve dindirilmez hasreti, ancak savaşın dehşeti sayesinde –iş işiten geçtikten sonra- çok iyi anlaşılmaktadır! Herhalde söz konusu aymazlığın azim yıkım ve kıyımı yüzünden dolayıdır ki, savaşın sersemliğinden yeni uyanan delirmiş kalabalık kitleler, savaş boyunca bizzat arkasından koştukları çığırtkan ve canilerini barışın hemen arifesinde bir an evvel ele geçirip keserek barışa kurban etmek istemeleri bundandır.
Şiddetli perişanlık ve tahammül derecesini aşan trajik yaşamının dramatik maceralarına iki cihan savaşının çaresizliğinin yanı sıra, ikinci meşrutiyet inkılabı (23 Temmuz 1908) ile 1924’de sürüklendiği sürgünün derbederliklerini de sığdırmıştır. Bir yaşamda talihin doruğundan tamı tamına talihsizliğin çıkmaz çukuruna düşüşü buna derler galiba. Bundan dolayı insanlar “Ne olur ne olmaz” düşüncesiyle ihtiyatlı davranıp “Ne oldum delisi” gibi hemen “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli”. İşte yaşananların somut talihsiz örneği, birbirinin ardından giderek ağırlaşan koşullarda birinci darbenin dertlerini sarmadan ikinci badirenin amansız acılarına göğüs germek; ikincisini atlatmadan üçüncü bir vurgunla gurbet ellerde avareliğin elverişsiz yaşam sorunlarıyla boğuşmak; üçüncüyle uğraşırken dördüncünün estirdiği korkunç kasırgası içine yuvarlanmak her babayiğidin katlanacağı türden harcı değildir. Üstelik topluca yaşanan kaos ve dramlara ilaveten, ayyaş kocasının anlatılamaz rezillikleri yüzünden sürekli çektiği ıstırap, katlanılmaz maddi, manevi ve ruhi travmaları düşünülürse -Tanrı kimseye göstermesin türünden- yaşadığı trajedinin boyutu kat kat anlaşılır.
Olağanüstü nazik, insancıl vefakâr Pakize Mislimelek Hanımefendi’ye öncelikle gelecek nesillere emaneten miras bıraktığı değinilen değerli anıları dolayısıyla en derin minnet ve şükran dolu duygularımı sunup rahmetle anarım. Kayınpederi Sultan II. Abdülhamid’in de bulunduğu bir nikâh masasında (10.6.1898) “tasada kıvançta, sağlıkta hastalıkta, varlıkta yoklukta bir ömür boyu birlikte yaşamayı kabul ediyor musun” sorusuna sadece gönülden söylediği “evet” sözünün yüklediği sorumluluk ve vefa borcuna ömür boyunca (Beyrut 1955) sadık kalarak vurdum duymaz kocasının yakışıksız uğursuzlukları yüzünden çektiği ve katlandığı sonsuz acılar, yaşadığı meşakkatlere –şimdi tarih olsa da- üzüntülerimi belirtmek isterim. Nur içinde yatsın.
- bitti -
Sağlıklı İyi Bir Aile Yuvası Kurma İdealı
Yarattığı insanoğlunu cennette ebedi olarak yaşamaya kolayca ikna edemeyen yaratanın bitmez tükenmez uğraş ve çabalarını düşünürseniz, ayrı karakterli ve özellikli özgür iki kişinin uzunca bir süre aynı çatı altında birlikteliklerini sürdürmelerinin pek kolay bir iş olmadığını anlarsınız. Bu yazıda sözü edilen zor birliktelik evliliktir. Fakat tüm zorluğuna rağmen, insanlar ta yaratılışlarından beri vazgeçemedikleri amaç, ideal, hedef, mutluluk ve nesillerini devam ettirmede “evliliği” veya “evlenmeyi başka bir deyişle aile kurumunu koşulsuz kabul edip tercih etmişlerdir.
Aile birliği kurmak için kolayca yanlış hesaba düşülmemesi gerekir. Genellikle yanlış hesabın faturası ağır olur. Her geçen günün faturası daha da ağırlaştığından yukarıda belirtilen veya belirtilmeyen kısa - orta - uzun vadeli temel neden ve gerekçelerle her iki tarafça evlenmenin anlam, amaç, sorumluluğuna vakıf bireyler olarak her aşamanın iyice önemsenmesi, düşünülmesi gerektiğini apaçık ortaya koymaktadır. Şöyle ki, bir yandan evlenmeye adım atmadan önce tarafların karşılıklı olarak birbirini düşünsel, kültürel ve eylemsel uyumluluk, denklik, şahsiyet, karakter ve özveri derecesi ile niyet ve tinet bakımlarından denemeleri, iyice tanıyıp değerlendirmeleri ön şarttır. Öbür yandan Evlenme sonrası aşamada ise yeterince dayanıp sabırlı olmaları, sabretmesini bilmeleri gerekmektedir. Bu arada gerek karşılıklı uyum ve fedakarlığın sağlanmasının, gerekse sürtüşmelerin giderilmesinin sihirli değnekle hemen bir çırpıda gerçekleşeceği hülyasına kapılmadan ancak zaman içerisinde meyve verip yavaş yavaş olgunlaşacağını bilmeleri gerekir.
Nihayet bu bağlamda aileler, çocuklarının iyi ve olumlu yanlarını olduğu kadar olumsuz yön ve zafiyetlerini gizlemeden diğer tarafın ailesiyle lisanı münasiple paylaşmalarının uzun vadede her iki tarafın yararına olacağı hafife alınmamalıdır.
Tartışmalı Programlarda Mesleki Staj Yapma
Şimdiye değin anılan programlardan edindiğim intiba ve tespite göre hukuk fakültelerinde, sosyoloji ve Psikoloji bölümlerinde okuyanların öğrencilik dönemlerinde, özellikle aile ve ceza mahkemesi ve savcılıklarında görev alacak hakim, savcı ve avukat adaylarının sözü edilen tartışmalı evlenme, kayıp-kaçak ve cinayeti irdeleyen programlarda bir süreliğine staj yapmaları yararlı olmanın ötesindedir. Hele Müge Anlı hanımefendinin takdire şayan spontane gelişen canlı-anlık programı, bilhassa Aile Hukuku, Ceza Hukuku ve Ceza Muhakeme, soruşturma ve kovuşturmaları bakımından hukuki, insani, sosyal olaylar bakımından olağanüstü önemli öğeler içermektedir. Olağandışı yaralar deşilmektedir. Kayda değer ciddiyet, titizlik, sabır, hoşgörü ve özgürlük atmosferinde değerli uzmanların katılımıyla cereyan eden programda vakur duruşuyla tecrübelerini de konuşturarak adeta savcı, hakim ve avukatlara taş çıkartırcasına birbirinden ilginç kayıp ve cinayet olayları ile suçluların ortaya çıkarılmasında olaya iştirak edip suça katılanlara resmen kök söktürüp adaletin tecellisine belirgin katkı sağlayıp hizmet sunmaktadır.
--------
(1) Sadruleşrafi, Hüseyin Ali, “ Türk Vatandaşlığının Anayasal Tanımının Hukuki Esası ile Düşünsel, Sosyal, Psişik, pedagojik Temel Dayanakları ve Sorunları ”, Türk Vatandaşlığı Kanunu Sempozyumu, Seçkin Kitapevi, Ankara 2008, sayfa 72.
(2) Fazla bilgi için bak. Sabah Gazetesi, 8. 3. 2004 tarih, sayfa 1, 15.
(3) İbrahim Süresi’nin 1. ayetinde karanlıktan aydınlığa çıkarma aziz ve hamid olarak “tanrı yolu” gösterilmiştir.
(4) İyilerin amellerinin sayılıp yazıldığı kitabının adı “İlliyyun” olup, günahkarlarınki ise “Siccin” adını taşımaktadır (Mutaffifin, 7-9, 18-20) .
(5) Marşanoğlu, Nemika Deryal, Haremden Sürgüne Bir Osmanlı Prensesi (Pakize Mislimelek Hanım), İnkilap Yayınları, s. 243.
(6) Bilindiği üzere kavimler, topluluklar ve milletler tarih boyuca sosyal olgu, müessese ve münasebetleri tanımlama ve niteleme konusunda kendi özgün kavrama anlayışları ve sosyo-kültürel yaşamlarına göre pek farklı yaklaşım sergilemiş ve söz konusu açıdan tanımlamışlardır. Örneğin konumuzla ilgili olarak “Evlenme” kavramını niteleme ve tanımlama konusunda da benzer davranış ve yaklaşımlara tanık olunmaktadır. Nitekim Araplar “çift /çiftleşme” kavramından hareketle “İzdivaç”; İranlılar “eşit /eşitleme” kavramından genellikle “Hemser kerden” demelerine karşın, Hıristiyanlar çoğunlukla gelinlik duvağı içinde temizlik (Pakizelik) simgesi biçiminde gözüken güzeller güzeli gelini “H.Meryem’e (Mary) benzetmek suretiyle “Marriage , Merried” kavramını tercih etmişlerdir.
(7) Marşanoğlu, Nemika Deryal, Haremden Sürgüne Bir Osmanlı Prensesi (Mislimelek Hanım), İnkilap Yayınları, İst. 2011.
(8) Marşanoğlu, Nemika Deryal, age, s. 13.
(9) Fazla bilgi için bak. bilhassa s. 26, 33-34, 38-44, 52-55, 86-vd, 132-139.
M. Şerefittin Canda 2 Hafta Önce
bir göstergesi. Selamlar, sevgiler...
M. Şerefittin Canda 1 Hafta Önce
Sn. Dr. Hüseyin Sadureşfafi'yi kutlarım. Çok detayli ve kitap olacak ölçekte, ögretici bir yazi yazmış. Herkese okunasini öneririm. Selamlar, sevgiler.