“Aç gözünü seyret tekrarı yok bunun
İşimiz muhabbet efkârı yok bunun
Arada bir dilimiz sürçer ise affola
Susmasını biliriz de kemiği yok bunun
-
Olacak, olacak, olacak o kadar
Olacak, olacak, olacak o kadar
-
Niyetimiz kimseyi kırmak değildir
Şuradakini buraya koymak değildir
Arada bir zülfü yâre dokunduk
Tam yerine rast geldi manzara koyduk
…”
Eminim, belli bir yaşın üzerindekiler, yukarıdaki satırları okuyunca, biraz geriye, zannımca geçen yüzyılın sonlarına gittiler ve güldüren, güldürdükçe de düşündüren televizyon programını anımsadılar. Haklısınız; “Olacak O Kadar” adlı televizyon programını ve zamansız ayrılanlardan Levent Kırca’yı unutabilmek ne mümkün! Her ne kadar, bu program 1988 yılında, ilk kez TRT’de yayımlanmış olsa da, 90’ların başında yayın hayatına başlayan özel televizyonlar ki, ilki Star1’dir, Olacak O Kadar’ı orada ve 2010 yılına dek diğer kanallarda, büyük bir ilgi ve beğeni ile izledik.
Taraf gözetmeksiniz, ülkemiz sorunlarına değinen skeçleri, skeçlerdeki Mustafa Kemâl Atatürk vurguları, Türkiye Cumhuriyeti ve bayrak sevgisine değinen konuları ve aksak devlet işlerini eleştiren tavırlarını nasıl unutabiliriz? İSKİ ve “Associated Press” skeçleri ile skeçte geçen sözler, günümüze kadar ulaşmış ve hatta dillere pelesenk olmuştur. Başka bir skeçten “Ne koydun la kafana” repliği de öyledir.
Hiciv sanatını, başarıyla uygulayan Olacak O Kadar ekibinde, Levent Kırca’ya yarenlik edenlerden; Oya Başar, Metin Serezli, Fatma Murat, Ali Demirel, Ahmet Çevik, Didem Balçın, Mevlüt Demiryay ve Sinan Bengier aslan yüreklilerden sadece birkaçıydı…
Sonradan ne olduysa, birilerinin eleştiriyi kabul etmeyen tavırlarıyla beraber, kanallarda kendilerine yer bulamadılar ve programı sonlandırmak zorunda kaldılar; belki de zorunda bırakıldılar.
Günümüze dönelim;
Uzunca bir zamandır, yanlışları eleştiren ve hiciv yaparak bunu izleyiciye aktaran güldürmeceler izlemiyorduk. Bırakın izlemeyi, basılı ulusal yayın organlarındaki karikatürleri birle göremiyoruz. Karikatüristler, bu eksiği, çizdiklerini sosyal medyada paylaşarak ya da gerçekleri yazan bir avuç yerel gazete, dergide yayımlamak suretiyle kapıyorlar. Ne iyi ki varlar…
Evet, skeçler; Türk Sinemasının daima gülen ve hâlâ güldüren adamı Kemal Sunal’ın oğlu, Ali Sunal’ın yönetimindeki program “Güldür Güldür” ile de yönetim anlayışlarının eksikleri eleştiri konusu edildi son bölümde… Özellikle havuz medyasının, tuvalet kâğıdı iğnelemesi de tam yerindeydi. Devleti idare edenlerin, kişisel hakları gasp edilmedikçe, engin bir hoşgörü ve öngörüyle, kendilerine yöneltilen eleştirileri kabul etmek ve hatta bunlara katılmak zorundalar. Geçmiş, bu olgunluktaki örneklerle dolu;
Uzunca yıllar Başbakanlık yapan, son olarak da Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in kendisi hakkında Fikret Kızılok’un bestelediği “Süleyman hep Başbakan” adlı eser yüzünden kimseyi dava etmediği biliniyor. Merhum Demirel’in bir fotoğrafı var ki; elinde altı oklu Ecevit resmi olan bir çocukla poz vermiş seçim meydanlarında… Ecevit’in o yıllarda Demirel’in en büyük siyasi rakiplerinden olduğunu anımsatayım! Bir keresinde, kendisine küfrettiği öne sürülerek cezaevine gönderilen bir vatandaştan; “biz farkında olmadan adama ne kötülük ettik kim bilir? O ise canı yandığı için yaradana sığınıp sövmüş, basmış küfrü.” diyerek şikâyetçi olmamış…
Başka bir örnek, Turgut Özal’ın kendisini hicveden karikatürleri, çalışma odasının duvarlarına astığını biliyor muydunuz? Hatta Nokta dergisi kapağında, Marilyn Monroe vücudunda hayat bulmuş resmini gören yakınları, “bu ne rezalet! Dava açın hemen. Hatta toplatın bu dergiyi Sayın Başbakanım!” tarzında yaklaşırlar. Özal, kahkahalar içerisinde; “ne toplatması, bırakın millet görsün, biraz gülsün de yumuşasın bize karşı. Zira son zamlar filan çok gerdik vatandaşı…” diyerek konuyu kapatır.
Atv ekranlarının ve Sabah Gazetesinin olmazsa olmazlarından, Salih Memecan imzalı Bizimcity ve ShowTv ekranlarında boy gösteren siyasi kuklalar; hiciv sanatının en güzel örneklerindendir zannımca… Ve öyle önüne gelene dava açılmamış, şikâyetçi olunmamıştır.
1980 yılında vücut bulan faşist darbenin başındaki Kenan Evren’in dahi, Cumhurbaşkanlığı sırasında benzer hoşgörüler gösterdiği anlatılır.
Eleştirmeyi ve eleştireni izlemeyi özlemişiz vesselam! Ve hatta “ağlanacak halimize gülüyoruz” demeyi…
Neticede;
Büyük ozan Nazım Hikmet’in;
“…/ Ben yanmasam/ sen yanmasan/ biz yanmasak/ nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa/ …”
dizlerini hatırlatarak ve anısının önünde saygıyla eğilip, bu şiarla, “ben yazmasam, sen yazmasan, biz yazmasak; ben hicvetmesem, sen hicvetmesen, biz hicvetmesek; ben eleştirmesem, sen eleştirmesen, biz eleştirmesek; nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…” desem?