Ajans Bakırçay
2025-01-12 10:17:54

Affan Dede

Muammer Toprakçı

12 Ocak 2025, 10:17

Dün, Avustralya’nın çok dilli kanalı SBS’de, 2018 yapımı ve yedi dalda ödül alan bir film seyrettim:
“3 Days in Quiberon”

Film,kısacık ömrü travmalar,
kırılmalar ve acılarla geçen ünlü oyuncu Romy Schneider’in yaşamından üç günlük bir kesiti aktarıyor.

Bizim kuşak bu güzel yıldızı, daha 16 yaşındayken Avusturya İmparatoriçesi Elizabeth’i oynadığı ve ilk ödülünü aldığı “Sisi” filmiyle tanıdı…

Annesi ve babası da oyuncu ve yönetmendiler.
Hem annesi hem de babasıyla birlikte oynadığı filmleri var…

Daha küçük bir çocukken,çok sevdiği babasının evi terketmesiyle ilk travmayı yaşar…
Ardından üvey baba tacizi…
Sonrasında iki mutsuz evlilik…
İlk eşi intihar eder.
İkinci eşi aldatır…
Hayatının unutamadığı aşkı yine ünlü oyuncu Alain Delon,özür dileyen bir notla kendisini terkeder…

En büyük acıyı oğlu David’i kaybederek yaşar…

14 yaşındaki David, bahçe duvarına tırmanıp atlamaya çalışırken ayağı kayar,demir parmaklıkların üzerine düşer ve sivri demirler göğsünü deler…

Romy Schneider,ilk eşinin intiharından ve çocuğunun ölümünden kendini de sorumlu tutar…

Hayata küser…

Ve şöyle yazar:
“Babayı gömdüm,oğulu gömdüm; ikisinden de hiçbir 
zaman ayrılmadım.Onlar da beni hiçbir zaman bırakmadılar…”

Artık,damıtılmış acılar ve hüzün onun yol arkadaşıdır…
O artık:
‘tutunamayanlar’dandır.

Gerisi malum…
Alkol,sakinleştirici haplar,
ağzından düşmeyen sigara,
tedavi merkezleri…

1938 doğumlu Romy,1982’de daha 44 yaşındayken odasında ölü bulunur.
Kalp krizi geçirdiği söylenir.

Öldüğünde,elinde sımsıkı tuttuğu bir kağıt vardır:
Babasının kendisine yazdığı mektup…

Mektuptaki satırlar bu yazıyı yazmama neden oldu…

Ne yazıyordu babası?

“Kimse yaşamadan bilemezdi elbet; nereye,neden giderse gitsin,tüm yolculuklarının masum çocukluğuna götürdüğünü…
Çocukluğunu elinde tutamayan bir kişi hiçbir yere gidemez…”

Ve şöyle sonlanıyordu mektup:

“Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buradan…
Çünkü senin olan tek şey o:
Çocukluğun….”

Kendimden de biliyorum, çocukluk öyle silinmez bir iz bırakır ki yaşamımızda, kaç yaşında olursak olalım yanımızda,
yanıbaşımızdadır…

Hiçbir yere gitmez…
Paçamızdan çeker durur…

Yaşamımızda sayısız olay geçer başımızdan; kimisini hatırlar,kimisini unuturuz…

Çocukluğumuz unutamadığımızdır…
(Ya da benim için.)

Ne diyor Edip Cansever, ‘Manastırlı Hamdi’ye İkinci Mektup’ şiirinde?

“Gökyüzü gibi bir şey bu 
çocukluk,
hiçbir yere gitmiyor…”

Biz gideriz, o da bizimle gelir.

Çocuk ve çocukluk denince,
“Teneke Trampet” filminin Oskar’ını anımsadım…
“Cennetin Rengi” filmindeki kör Muhammet’i…
Ya da “Hayat Güzeldir” filminde,baba Guido’nun çocuğuyla faşizmin toplama kampındaki birlikteliği…

Yazıyı,Cahit Sıtkı Tarancı’nın çok sevdiğim şiiri ile noktalayayım:
Çocukluk….

“Affan Dede’ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var,ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası,bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim…”

Uçurtmalarınız hep uçsun…
Çemberiniz dönsün…
Horoz şekeriniz hiç bitmesin…

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.