Geçmiş zaman… Tam ve net emin olmamamla beraber, 6. veya 7. sınıfta okuduğum zamanlarımdaki bir Kasım başı anımı paylaşmak istiyorum;
İzmir sonbaharları, zannımca eskiden daha soğuktu ya da çocukluk hali işte; daha çok mu üşüyorduk acaba? Ortaokul öğrencisi olduğum bu zamanların bir Kasım’ında, Türkçe dersi öğretmenimiz sınıfımızı günlük bir geziye götürme kararı almıştı.
Aslını sorarsanız, o zamanlar anlayamamış olabilirim ama idarenin, bu ve benzeri gezilere pek de izin vermediğini hatırlıyorum. Sanıyorum, öğretmenimizin Atatürk hayranlığı ve idealist tavrı ile gezinin Atatürk konulu oluşu, idarenin de elini kolunu bağlamış olacak ki, benim de öğrencisi olduğum sınıf, okulumuzun bahçesinden hareket öden özel otobüste yerini almıştı.
İstikamet neresi miydi?
Daha bir yıl bile olmadı, hatırlarsınız; Dokuz Eylül Üniversitesinin Güzel Sanatlar Fakültesine yer bulunamıyordu. Daha doğru bir ifadeyle, sanat ve sanatçıyla pek arası olmayan rektörlük, bu güzelim fakülteyi binadan binaya sürmeye çalışıyordu türlü entrikalarla… Neyse, işte bahsini ettiğim bu fakülte, o yıllarda, yani benim ortaokullu olduğum dönemde, şimdiki Alsancak stadının yanındaki bir binada eğitim-öğretim programlarını uyguluyordu ve bizim de yönümüz orasıydı.
Cümle kapısından içeriğe, bütün sınıf ilk defa adım atıyorduk ve bizleri kocaman bir afiş karşılıyordu; “Ata’mızın sevdiği türküler”… Fakülte öğrencilerinden oluşan, çok sesli bir koroydu bu gösteriyi icra edecek grup; sanıyorum yirmişerden kırk kişi kadarlardı, kızlı, erkekli… Sahnedeki siyah dev piyano… Belki de normaldi boyutları ama o gün minik gözlerime devasa görünmüş olabilirdi, bilemiyorum! Başladılar sırayla ve çok sesli olarak seslendirmeye; “Havada Bulut Yok”, “Aliş’imin Kaşları Kara”, “İzmir’in Kavakları”, “Yanık Ömer”, ”Vardar Ovası”, “Fikri’min İnce Gülü” ve diğerleri…
O gün, sınıfça dinlediğimiz, hemen hemen her türkü, en az iki defa tekrarlanmak zorunda kaldı koro tarafından… O kadar güzel, o kadar mükemmel ve o kadar uyumluydular ki… Bizim dışımızda salonu dolduranlar ile ellerimizin ayalarını patlatırcasına alkışlıyor ve her defasında salonu inletiyorduk; “bir daha, bir daha, bir daha”…
Bir de aklımdan çıkmayan, koronun zeybek seslendirişine raksı ile eşlik eden Mustafa Kemal Atatürk… Sanıyorum, ömrümün sonuna dek hafızamdan çıkmayacak bir an o!
Yıllar sonra, elime 1975 basımı bir kitap üçlemesi geçti; Şevket Süreyya Aydemir’in, üç ciltten oluşan “Tek Adam” adlı, Mustafa Kemal Atatürk’ü anlattığı eseri…
Okudukça daha fazla yaşadım, yaşadıkça okudum, okudukça anladım, yaşadıkça daha da anladım Tek Adam’ı… İşte o muhteşem eserin, üçüncü cildinden kısa bir bölüm;
Aydemir, “Son Makedonyalı” adını verdiği bölümde, Mustafa Kemal Atatürk’ün Bursa ziyaretindeki bir baloya katılışını değerlendirmiş ve hatta bu balonun, O’nun son balosu olduğunu belirtmiş. Balodaki raksına şahitlik eden bir gazeteci olan Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun ağzından aktarmış;
“Asker gibi genç ve mevzun adımlarla büfeden ayrıldı. Orkestra şefine “Sarı Zeybek” diye haykırdı ve anında Ödemiş ve Aydın efelerini de hayran edecek bir zeybeğin kahraman figürlerini icraya başladı. Bu bir kahramanlık ayini idi. Tıbbın derin üstatlarından ‘rejime riayet ederse nihayet dokuz ay yaşayabilir, bir yıl yaşaması için bir mucize bile kâfi gelmez’ teşhisini alan ve bunu bilen adam, dizlerini yere vura vura zeybek oynuyordu. Bu, ölüme meydan okumak demekti. Saray erkânı bu vaziyete korkarak bakıyorlardı. O anda onun, bu teessürde bir merhamet sezmiş ve kızmış gibi, raksına bir kat daha şiddet verdiği görüldü. Tahtaya vuran dizlerden çıkan sesler, kafesinden kurtulmak isteyen bir aslanın kükreyişini andırıyordu. Orkestra zeybeğin son notalarını bitirince, kadınlar ve erkekler, göstermemek için ipekli mendillerini acele acele gözlerine bastırırlarken Atatürk ağız dolusu bir kahkaha attı…”
Dokuz Eylül Üniversitesinin Güzel Sanatlar fakültesinde izlediğim ve ölene dek aklımdan çıkmayacak o raksı, yaklaşık on yıl kadar sonra bir kitaptan okuyordum, üstelik ve muhtemeldir ki, doğumumdan yıllar önce kaleme alınmıştı.
Ve şimdi;
Tüm ömrü boyunca, ölüme meydan okuyabilen bir Ata’m olduğu için gurur duyuyorum. Ümmetin değil milletimin bir parçası olduğum için minnet duyuyorum. Kula kulluk etmediğim için ise şükran duyuyorum. Ve O’nun ölümsüzlüğüne inanıyorum!