Cumhuriyetin bize sağladığı ve kendimizi hep sahibiymişiz gibi hissettiğimiz kazanımları anımsamanın tam sırası. Özellikle o kazanımlar birer birer elimizden alınmaya çalışılıyorsa... Ümmettik, sayesinde birey olduk. Fetvalarla, günahlarla, korkularla yönetiliyorduk; dini koruyanın da laiklik olduğunu öğrendik. Okuyamıyorduk okuduk, yazamıyorduk yazdık. Ama bir soruya hâlâ yanıt bulamadık. Osmanlı bizim neyimiz olur? Geçmişimizle ne hesaplaşmayı bitirebildik ne de kavgayı.
Bence Osmanlı’yı ölmüş bir büyükbaba olarak kabul etmek ve mezarında rahat bırakmak gerek artık. Ölenlerin ardından genel tavır da bu değil midir zaten? Ne canlandırmaya, yeniden yaşatmaya çalışmanın yararı vardır ne de bir zamanlar var olduğunu yadsımaya kalkmanın. Ölen ölmüştür. Üstelik öyle bir ölüm ki sizi de yok olmanın kıyısına getirmişti ölmeden önce. Nesi var nesi yoksa saçıp dağıtması bir yana, kalanı da elinden almak için başına üşüşen leş kargalarını kovmak size düşmüştü; anımsayın. Öyle acımasızdı ki yağmacılar az kalsın sizi de yok edeceklerdi. Zor kurtuldunuz ellerinden. Yeniden yarattınız kendinizi. Hayatınızı yeni baştan kurdunuz. Kendi kendinize olmadı elbette. Her devirde rastlanmayacak, her ülkeye nasip olmayan biri çıktı, aklınızı başınıza getirdi. “Kalkın, toparlanın,” dedi size. Demekle kalmadı, ayağa kalktı, sizi de kaldırdı, toparladı; moral verdi, güç verdi. Can çekişen hastanın başından leş kargalarını kovdu, pırıl pırıl bir cumhuriyet kurdu; saygın birer kişilik haline getirdi sizi, bizi, her birimizi.
Rahmetliye gelince... Açık söylemek gerekirse sizi pek sevmezdi. Epeyce tantanalı bir hayat sürmesine karşın siz hep üvey evlattınız onun gözünde. Uzak akrabalarına bile armağanlar dağıtırken size bir kuru ekmeği çok gördüğü oldu. Vergiyi sizden topladı ama ilk demiryolunu Mısır’a yaptı. Savaşa sizi gönderdi ama ganimetleri Anadolu’dan esirgedi, tümünü İstanbul’a yığdı. Tarlada siz vardınız ama sarayda esameniz okunmazdı.
“Türk değil mi, Merzifon’un eşeği,
Eşek değil, köpekten de aşağı” görüldüğünüzü bildiniz mi, bilmediniz mi belli değil ama pek de minnet etmediniz Osmanlı’ya.
“Şalvarı şaltağ Osmanlı,
Eğeri kaltağ Osmanlı
Ekende yok, biçende yok,
Yiyende ortağ Osmanlı” diye maninizle, türkünüzle bildirdiniz yürek yakan acınızı.
Osmanlı şarkısını söyledi saraylarında; siz kendi bozkırınızda vurdunuz sazın tellerine, türkünüzü çığırdınız, ağıtınızı yaktınız. Şu sorunun yanıtını hâlâ bulamadınız ama: Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti’nin nesi olur? Kavgalı geçmişi mi, yaşatmaya çalıştığı anısı mı, diriltmeye çalıştığı atası mı?
Şimdi aranızda rahmetliye tapanlar kadar, ondan nefret edenler olması, hor görülenlerin, hor göreni sevememesinden. Hor görülenlerden oldukları halde Osmanlı atalarına tapanlar, hatta geri getirebileceğini sananlar yok mu? Onlar da var. Oysa ölüyü diriltmek ne zaman mümkün olmuş ki! Dürtükleyerek, çekiştirerek canlandıramazsınız mevtayı. Bırakın mezarında rahat uyusun. Varsa bir mirası ona sahip çıkın. Yaşayabilecek olanları yaşatın, değeri kalmayanları gömün rahmetliyle birlikte, unutun gitsin.
Değeri olan mirası... Var tabii, olmaz olur mu? Şiir, müzik, mimarlık eserleri… Bunlara sahip çıkmak için ne Osmanlıyı sevmek ne de yermek gerekir. Dedenizi sevseniz de sevmeseniz de mirasının üstünde tepinmezsiniz. Ne o mirası har vurup harman savurmanın âlemi vardır ne de reddetmeye kalkmanın. Elden geldiğince değerlendirir, üstüne eskileri aratmayacak nitelikte eserler eklemeye çalışırsınız. Dedenizle uğraşmaktan da artık vazgeçersiniz.