12 Eylül faşizminin de, daha önceki darbe ve anti demokratik baskı ve zulümlerin de acılarını çektiler…
Tepeden tırnağa özveriydiler.
Hapisleri, işkenceleri de yaşadılar, sürgünleri de…
Vatandaşlıktan da atıldılar, mülteciliği de tattılar…
Yitirdikleri yoldaşlarını yüreklerinde yaşatmaya devam ederek, sağlık sorunları yaşayıp her yıl bir bir azalsalar da; iyiden güzelden yana bir dünya için ellerinden geleni yapmayı; toplantı, yürüyüş,direniş ve mitinglere katılmayı, deneyim ve düşüncelerini aktarmayı,
yazmayı sürdürüyorlar…
Neydi,nedir dertleri?
İş, ekmek, özgürlük…
İnsan hakları, demokrasi…
Sonunda da;
sömürüsüz, savaşsız, doğanın bir parçası olduğumuzun bilinciyle onunla uyumlu, mutlu huzurlu bir yaşam…
10 Eylül’de; zorluğun örsü, acının çekici arasında dövüle dövüle pekiştirdikleri dostluk, yoldaşlık duygularıyla bir araya geldiler…
O akşam onları bir araya getiren, altında toplandıkları ulu çınar, 104 yıl önce,
10 Eylül 1920’de kurulan TKP (Türkiye Komünist Partisi) idi.
Dile kolay. Bir asırdan fazla…
Çınar niçin uludur?
Sayısız kökleriyle toprağa öyle bir dalar ve tutunur,
yaşama öyle bir sarılır ki, koca gövdesi heybetli dalları ile tüm zorluklara, fırtınalara, kara kışa, sarı sıcağa direnir…
Birliği, beraberliği, dayanışmayı simgelercesine beş parmaklı yaprakları bile el ayası büyüklüğündedir…
Yıllara meydan okur.
Kararlı, köklü, dimdik durur.
Çok görmüş geçirmiştir…
Tecrübesi vardır.
Deneyimleri vardır.
Anlatacak çok hikayesi,
verecek dersi vardır…
TKP de öyle bir ulu çınar…
İdi…
Ne diyordu Nazım Hikmet?
“Sen dünümüz, bugünümüz,
yarınımızsın
En büyük ustalığımız, en ince
hünerimizsin…”
Ne diyorlardı mücadele neferleri?
Orhan Kemal:
“İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım karınca kararınca… Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir. Köylümün, işçimin, tüm fakir fukaranın amansızca sömürülmesi kendi dramım olmuştur…”
Sebahattin Ali:
“Biz istiyoruz ki bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil,bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun…
Çalmadan,çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamayı istemek bu kadar mihnetli hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi…”
Vedat Türkali:
“Bekle bizi İstanbul…
Bekle yumruklarımız haramilerin saltanatını yıksın
Bekle o günler gelsin
Bekle, sen buna layıksın…”
Zeki Baştımar:
“İnandığı dava uğrundaki mücadelesinde talihsizliğe uğramış bir dava adamının şerefini hiç bir işkence, hiç bir ceza alçaltamaz…”
Enver Gökçe:
“Zaman akar, zaman geçer
Zaman zaman içinde
Biz mapushanede gürül gürül yatardık
Yılan çıyan içinde…”
Arif Damar:
“İnsanları sevmek kolay değil
Bir hürriyet bu
Çetindir memleketimde
Ben ille varım dersen
Bir gün pusuya düşersen
İnsanları sevmek büyük hüner…”
Ruhi Su:
“Mahsus mahal derler kalırım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır
…
Dirliğim düzenim, dermanım canım
Solum, sol tarafım imanım dinim…
Bilirim bilirim kardeş gelen gündedir…”
Ve niceleri…
10 Eylül’de, o ulu ağacın gölgesinde dostlar birbirimize sımsıkı sarıldık, kucaklaştık…
Ulu ağacın gölgesi vardı…
Ya kendisi…
Kendisi yoktu…
Şimdi, o ağacın köklerinden doğduğunu ve ulu ağacı temsil ettiğini söyleyen partiler var…
Partileşmemiş hareketler var.
O akşam orada olan ya da olamayan dostların bir kısmı, bu parti ya da hareketlerde inanç ve mücadelelerini sürdürüyorlar…
Benim gibi; bir arada olamamalarını, bir araya gelememelerini anlamakta zorlanan,bunu arzulayan,
hepsinin de dostu olan,etkinliklerine katılmaya çalışanlar da var…
O akşam bir araya gelmenin kucaklaşmanın hazzıyla birlikte sanırım bir hüzün de vardı…
Belki de bu yüzden konuşma yapılmadı, şiir okunmadı,
türküler söylenmedi…
O akşam kendisi olmasa da ulu ağacın gölgesi hepimizi sarıp sarmalamıştı…