14 kişilik küçük bir grup ile Kaçkar Dağları’na gidiyoruz.
Uçakta pilot, Zafer Bayramımızı kutluyor, Atatürk ve silah arkadaşlarına minnet duygularını iletiyor…
Yolcular alkışlarla karşılık veriyorlar.
Yanımdaki adam, cam kenarında oturan eşine dönerek, duyacağım bir tonla:
“Şimdi daha alkışlasınlar. Az kaldı, ne heykelini bırakacağız ne de adını…” diyor.
Kulağına uzanıp yavaşca:
“Heykellerini yıkacağınız, ismini yok edeceğiniz o insan olmasaydı, az sonra ineceğimiz Trabzon Havaalanı’nda, adını şimdi bilemeyeceğim ülke yetkililerine göstermek üzere pasaportunuzu hazırlıyor olacaktınız…” dedim.
Baktı, tek sözcük etmeden kafasını çevirdi…
Trabzon’da sabahın ilk ışıklarıyla birlikte bizi karşılayan yağmur oldu.
Nuran ve ben o kadar özlemişiz ki,ıslanmanın keyfini çıkarırcasına yavaş yavaş yürüyerek havaalanı binasına girdik…
Yaz yağmuru dindi; dağlara doğru yükselen bulutlarla birlikte, bir yanımızda Karadeniz, öbür yanımızda yeşile bürünmüş örtüsüyle dağlar ve çay bahçeleri,
Trabzon’dan Artvin’e gidiyoruz.
Karadenize 35 yıl önceki ilk gidişimizi anımsadım.
Hele de Fırtına Deresi’ni…
Yukarılardan aşağılara gök gürültüleriyle çağıldayarak gürül gürül akışını…
Beyaz köpüklerden suyun mavisinin görülmeyişini…
Bizi büyüleyen Uzun Göl’ü…
Ayder Yaylası’nı…
Giderek o kadar bozdular ki bu güzellikleri, yüreğimiz yanmasın diye, kirletilen ve beton yığınına dönüştürülen bu yaylalar yerine daha içerilerdeki, henüz bozamadıkları yaylalara gitmeye başladık…
Oralara da uzandılar…
Katarlılar, Suudiler, Birleşik Arap Emirlikliler doldurdukça bu ülke insanları daha az gider oldu.
Yetmedi…
Bu ülkenin gürül gürül çağıldayan suları HES yapımlarıyla,kükreyen kaplandan mırıldanan kediye dönüştürüldü.
Dağlar ile Karadeniz arasına sanki bir set çekildi. Doğanın dengesi iyice bozuldu.
Dere içlerine, kenarlarına verilen imarlarla koca koca binalar dikildi.
Doğanın yanıtı olan vurduğu tokat, her seferinde daha da güçlü oldu…
Anlamadılar, anlamak istemediler…
Bu kez uluslararası ve iktidarca palazlandırılan yerli şirketler kanalıyla maden diye diye dağları delik deşik ettiler, doğayı zehirlediler.
Ormanları yok ettiler.
Sonuç?
Yaşanan acılar…
Sel ve toprak kayması felaketleri…
Birkaç gün önce döndüğümüz Kuzey Avrupa ülkelerini, özellikle Norveç’i anımsadım:
Doğayla öylesine uyumlu yaşıyorlar ki; yaptıkları küçük, ahşap evlerin çoğunun çatıları bile, bazılarının üzerinde ağacımsı bitkilerin de büyüdüğü çimlerle kaplıydı…
Bu yıl, henüz bozulmadıklarını düşünerek daha da içerilerdeki yaylalara, Artvin’e Şavşat’a gidelim istedik.
Arhavi’den geçerken, uçaktaki yolcuyu ve Nazım’ın şiirindeki Kurtuluş Savaşı kahramanlarını, Anadolu’ya
silah ve malzeme kaçıran Karadenizli takacıları, Arhavili İsmail’i düşündüm acı acı…
Ve o günden bugüne oluşan o yaman çelişkiyi…
“Gecenin bu geç saatlerinde,
Kaçak silah ve asker ceketi yükleyen Laz takaları,
Hürriyet ve ümit, su ve rüzgardılar…”
“Arhavili İsmail
kendi kendine sordu:
‘Emanetimizle varabilecek miyiz?’
…
‘Evladım İsmail’ dedi,
‘hiç kimseye değil’dedi,
‘bu sana emanettir.’
O Karadeniz insanından bugüne!…
Yağmur dindi.
Güneş çıktı.
Sis yükselmeye başladı.
Derin dağların dibinde, dev bir yarın içinde artık sessizce akan Çoruh nehri kenarından kıvrıla kıvrıla Artvin’e vardık.
Sırtını yükselen dağa dayamış yukarıdan aşağı Çoruh’a bakan, virajlarından kıvrıla kıvrıla Atatepe’ye tırmandığımız kente…
Boynunda dürbünü Kocatepe’deki görüntüsüyle Atatürk Afyon’a değil Artvin’e bakıyor…
Ve ben mırıldanıyorum:
“…Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstüde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı…”
Aşağıda Çoruh.
Dört tarafımız dağlarla çevrili.
Doğanın içinde, onun bir parçası olduğunu hissetmenin yürek ferahlığı…
Birden gezi organizatörü Filiz hanımın sesi:
“Hayde gidelum hayde…
Hayde gidelum hayde…”
Gidiyoruz.
Şavşat’ta dağlar arasındaki vadideki otelde, yakılan kamp ateşinin gecenin karanlığını yaran alevlerinin çevresinde toplandık.
Suyun sesine karışan tulum’un sesi…
Doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Makedonya’da da tulum çalındığını söyleyerek,
en çok Nuran etkileniyor bu müzikten ve horon oynayan dostlara ekleniveriyor…
Ben de çok sevdiğim ezgiyi mırıldanıyorum:
“Ha bu ışıklı dünya
Oldu bize karanluk…
Güneşe çevirelum…
Güneşe çevirelum…
Bu karanlık günleri…”
Yarın dağlara tırmanacağız…