Ajans Bakırçay
2022-09-18 13:40:58

Ömür dediğin...

Feyza Hepçilingirler

18 Eylül 2022, 13:40

Sac, düzenin bulur; hamur tükenir.

İş, düzenin bulur; ömür tükenir.

Bu ölçülü uyaklı iki dize, Denizli yöresinde söylenen bir sözmüş. Tam işleri yoluna koyarsınız, geçiminizi sürdüreceğiniz geliri sağlar, evinizi edinir, çoluğunuzu çocuğunuzu yetiştirirsiniz bir de bakarsınız ki “ömür” dediğiniz yaşam süresinin sonuna varmışsınız. Gerçekten de hep böyle olur. Behçet Necatigil’in ünlü Sevgilerde adlı şiiri, “Sevgileri yarınlara bıraktınız” diye başlar ya, biz yalnız sevgileri değil, zorunlu gördüğümüz uğraşların dışında kalan her şeyi yarınlara bıraka bıraka yaşıyoruz; yaşamayı erteleye erteleye tüketiyoruz ömrü.

Ama durun, ben size gerçek bir yaşamdan söz edeceğim. Her yaz deniz mevsimi açıldığında başka yerde de olsam aklım denizde. Ayvalıklı olmakla bir ilgisi olmalı. Yılın iki ayını, temmuz ile ağustosu Sarımsaklı’da geçiririm genellikle. Her yaz tutturduğum yaşam temposu belli: Sabah yedi dolayında yürüyüşe çıkarım. Dönüşte mayomu giyip doğru denize. En geç sabahın sekizi. O saatte yüzmeye benden başka hevesli olmadığından koca denizde balıklarla birlikte yüzerim. Sözünü edeceğim komşum benim gibi erkenci, hatta benden da erkenci. Ben uyandığımda o çoktan işbaşı yapmış, bütün güne yayılan bir çalışma düzeninin içine girmiş olur. Sabah, ne zaman başladığını bilemediğim mesaisi gün boyunca bitmez. Ben üçüncü kattaki evimin balkonundan en çok onu görürüm. Çaprazımda, bir bahçe katında. Kışa yazdan hazırlanan karınca gibi. Bir sabah bakarsınız patlıcanlar oyulmuş, ipe dizilip kurumaya bırakılmış. Sonraki gün salçalık biber şenliği. Tepsiler, siniler kıpkırmızı. Yığın yığın salçalık biber. Ayıklanacak, kaynatılacak, sıkılacak, süzülecek... İki gün sonra dolmalık biberler alır iplerde yerini. Hep belli bir tempoda çalışır; bıkkın bir teslim olmuşluk içinde. “Şu işi bitirip...” diye beklettiği bir eğlencesi, sefası, zevki yok. İşi götürü almış gibi. Yaz sonuna kadar zamanı var, acelesi yok.

Denizden dönüşte sorar bazen: “Deniz güzel mi?” “Güzel,” derim. “Çok güzel.” Niye sorar? Denize girer mi? Girerse ne zaman? Girmiyorsa niye sorar? Benimle muhabbet açmaya çalışıyor diyeceğim, hiç o taraklarda bezi yok. Ben evinin önünden geçerken başını çevirir bazen. Dostluk kurmaya falan hevesli değil. Yaklaşık on yazdır en az iki ayı, aynı sokakta, karşılıklı, birbirimize bakarak, birbirimizi görerek geçiririz ama ilgimiz, ilişkimiz bu kadar.

Yaşlı bir kadına baktığını fark ettiğimde sormuştum. Annesiymiş. Tekerlekli sandalyede, onu dışarı çıkarır, içeri sokar, bakar, beslerdi. Sonraki yazlardan birinde yaşlı kadını göremeyince sordum. “Öldü,” dedi. Tekerlekli sandalye boş kalmadı ama. Sandalyenin yeni sahibi babasıydı. Baba taşındı içeri-dışarı. Sanırım bu da birkaç yıl sürdü. Bu yaz temmuzun son haftasında gelebildim Sarımsaklı’ya. Onu yine orada, tarhana kuruturken, salça karıştırırken göreceğimden emindim. Ama yoktu. Onun bahçesinde ondan genç bir kadın vardı ve daha önce görmediğim başka insanlar. Konukları olmalı, diye düşündüm ilkin ama gördüğüm hanım pek konuk gibi değildi. Evi sahiplenmiş görünüyordu. Güler yüzlüydü. “Günaydın”ıma, “İyi günler”ime karşılık veriyordu. Dayanamadım, sordum. “Bu evdeki hanım...” diye başladığım sözü bitirmemi beklemedi. Çok kişi sormuş anlaşılan. “Öldü o,” dedi. “Öldü mü?” derken donup kalmışım. “Önce babası öldü, arkasından da o öldü,” dedi. O kadar normal, o kadar olağan, o kadar sıradan bir şey olarak söyledi ki...

Ölmüş, öyle mi? Oysa yaşama sırasının ona gelmesi gerekiyordu artık. Annesine, babasına yıllarca baktıktan sonra sırayı kendisini düşünmeye getirecekti. Yaşamadığı yazları yaşayacaktı. Şu Ezop’un, La Fontaine’in anlattığı aptal karınca gibi, bütün yazını kışa hazırlık yaparak ziyan etmeyecek; kendisinin de sadece bir ömrü olduğunu hatırlayacaktı.

Yalnız adını bile bilmediğim o kadın mı? Hepimiz ama az ama çok ona benziyoruz. Önem sırasına soktuğumuz işlerimiz, görevlerimiz var. Öncelik onlarda. Yalnızca hayatta olduğumuz için, yalnızca yaşadığımız için sevinmeyi hiçbirimiz bilmiyoruz. Her türlü derde katlanmayı erdem sayıp yücelten bir kültürün içine doğuyoruz. Çocukluğumuzdan beri görevleri yerine getirmeyi, acılara katlanmayı, kadere boyun eğmeyi, her şeyi öğretiyorlar, öğreniyoruz. Yaşadığımız anın farkında olmak da öğrenilen bir şey midir, bilmiyorum. Ama keşke öğrensek. “Ömür” denen şeyin harcandıkça tükenen bir zaman diliminin adı olduğunu keşke öğrensek ve hiç unutmasak.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.