Kimi şarkı sözlerine uydurulan öyküler vardır; birinden birini duymuşsunuzdur. Melahat Pars konservatuvarda hocaymış, bir öğrencisi ona âşık olmuş ve bir gün aşkını itiraf etmiş. Melahat Pars evine gittiğinde ilham gelmiş, sabaha kadar çalışmış ve bir beste yapmış: “Ben gamlı hazan, sense bahar; dinle de vazgeç / Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç / Olmaz meleğim böyle bir aşk bende vakit geç / Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç”. Hemen de inanırız. Oysa şarkının sözleri Melahat Pars’a değil, Sıtkı Aygınbaş’a (soyadı Argınbaş ve Angınbaş olarak da geçiyor) ait ve zaten “Meleğim” seslenişinden de, “bende vakit geç” sözünden de (Hangi kadın “Bende vakit geç,” der ki!) bir erkek söylemi olduğu belli. Böyle mi dediniz; o zaman aynı şarkıya başka bir öykü: Melahat Pars çok genç yaşlarında ders aldığı yaşlı hocası Sıtkı Aygınbaş’a âşık olmuş. Hocası öğrencisinin ilgisini sezince bu güfteyi yazmış ve bestelemesi için Melahat Hanım’a vermiş. Bu da olmaz. Çünkü Melahat Pars bu şarkıyı bestelediğinde 40 yaşlarında, üç çocuk annesi, evli ve mutlu bir kadınmış; üstelik hiçbir zaman Sıtkı Bey’den ders almamış.
Benzer bir öykü, Selahattin Pınar’ın “Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telaş içindeydiniz” diye başlayan şarkısı için de uydurulur. Oysa o şarkının güftesi de Selahattin Pınar’a değil, Fuat Edip Baksı’ya aittir.
Diyeceksiniz ki bestecilerin değilse de söz yazarlarının yaşadığı aşklar dile getirilmiştir belki de bu güftelerde. Belki de... Ama onları gerçekmiş gibi sorgulayamayız. Orada sanatın kuralları devreye girer. Hiçbir sanatçıya, “Bunları yazdığına göre demek ki böyle şeyler yaşamışsın,” deme hakkımız da şansımız da yok.
Türkülerde durum değişir ama! Sözlere bizim öykü uydurmamız gerekmez; çünkü öykü, türkünün sözlerinden taşar, gelir bizi bulur, içimize akar, yüreğimizi kanatır. Gerçekliğinden kuşku duymayız; gerçek olmasa böyle bir türkünün “yakılmayacağını” biliriz. Bir “Mamoş” türküsü var örneğin; Elazığ’dan, Harput’tan. Gelir, taş gibi oturur insanın yüreğine:
“Pencereden bir taş geldi / Ben zannettim Mamoş geldi / Uyan uyan Mamoş uyan / Başımıza ne iş geldi”.
Bekir Hoca’nın genç ve güzel karısı, komşularından yakışıklı Mamoş (Mehmet) ile ilişki kurar. Bu sevda dillere düşünce kocanın da kulağına gider. Bekir Hoca Harput’a gideceğini söyleyerek çıktığı eve ansızın döner ve âşıkları baş başa yakalar. İkisini de öldürür: “Evlerinin önü kavak / Mamoş giyer siyah kalpak / Kör olası Bekir Hoca / Yatağımız kara toprak”.
Mahkemede beraat eder Bekir Hoca; haklı bulunur demek ki... Ama halkın, “Mamoş palton tutayım mı? / Hayrın için satayım mı? / Mezarında boş yer var mı? / Ben de gidip yatayım mı?” diyecek kadar üzüldüğü Bekir Hoca değil, Mamoş’tur. “Di kalk Mamoş, Mamoş di kalk / Başımıza yığıldı halk” diye Mamoş’a yakar ağıtını.
Madem Elazığ’dan girdik, yürek kavuran bir Harput türküsü daha: Ahçik, güzeller güzeli bir Ermeni kızı; Mustafa, Elazığlı yiğit bir delikanlı... Türkü, onların çocukluklarından başlayan sevdalarını anlatır. Ne var ki şanssız bir dönemde, 1915 Ermeni Tehciri sırasında yaşanmaktadır bu aşk. Alınan Tehcir kararına göre yaşı 16 ile 55 arasında olan bütün Ermeniler Bağdat demiryolu hattından en az 25 kilometre uzağa, şimdiki Suriye topraklarına göç ettirilecektir: “Ahçik’i yolladım Urumueli’ne / Eser bad-ı saba zülfün teline / Gel seni götürem İslam eline” diye anlatılan zorunlu göçtür bu. “Vardım kiliseye baktım haçına / Gönlümü bağladım sırma saçına / Gel seni götürem İslam içine,” diye adeta yalvarır delikanlı ama Ahçik yollara dökülmüştür çoktan. Ahçik, kız çocuğu demekmiş; Ermenicede genç kızlara “ahçik” denirmiş. Bir başka türküde, “Bahçelerde mor meni / Verem ettin sen beni / Ya sen İslam ol ahçik / Ya ben olam Ermeni” dendiği gibi, Harputlu delikanlı da sevdiği için dinini değiştirmeyi düşünür ama, “Vardım kiliseye haç suda döner / Ahçik’i kaybettim yüreğim yanar / Ben dinden dönersem el beni kınar,” der ve din değiştirmeyi göze alamaz. “Serimi sevdaya salan o ahçik / Aman o ahçik, civan o ahçik” diye sevdiğinin ardından ağlamak düşer ona.
Diyeceğim, şarkı sözlerine öykü uydurmaya gerek yok; türkülerde öykülerin yaşanmışı var.