Ölümden söz edeceğim ama çevremizi kuşatan, her an haberini almaktan korktuğumuz gerçek ölümden değil. Şarkılarda geçen şakacıktan ölümlerden... Tam da bunu soracağım: Neden bu kadar çok ”ölüm” lafı ediyoruz? Hem de hiç gerekmezken, durup dururken...
Şarkılarla bir süre daha uğraşacağım. Hani Cahit Külebi, ölümünden iki yıl önce bir konuşmada “Yaşlandım artık. Alaturka şarkılar dinliyorum,” demiş ya; ben de o yaşlardayım ve alaturka dinliyorum. Zaten alaturka müziği, en çok belli bir olgunluk düzeyine erişmiş olanlar dinliyor. Farkındasınız, “yaşlı” dememek için kıvranıyorum. Bizim kuşağın ölüme en yakın kuşak olduğunu ise hiç söylemeyeceğim. Yalnızca şunu merak ediyorum: Durmadan ölüm lafı eden şarkılar dinleyerek kendimize acı çektirmek mi istiyoruz? Korkuyor muyuz, korktuğumuz için sıradanlaştırmaya mı çalışıyoruz ölümü? Yoksa zaten sıradan bir olay olarak görüyor ve ciddiye almıyor muyuz? Şarkılara bakarak Türklerin ölüm gerçeğine yaklaşımları konusunda fikir edinebilir miyiz, diye sormak istiyorum önce. Bir halkın müziğine birçok nedenle bakılabilir. Konfüçyüs’ün, bir halkı tanımak istiyorsanız müziğine bakın, dediğini anımsıyorum. O öyle demese de bakacaktım ama Konfüçyüs’ün desteğini de almış olayım. Ölüm gerçeğine nasıl bakıyor Türkler, bu bakışın şarkılara vuran yansıması nedir? Araştırmamızın konusu bu olunca en baştaki soru geliyor aklıma: Türkler ölümden çok mu korkuyor, yoksa çok sıradan gördüğü için mi durmadan ölümden söz ediyor? Anımsıyorum “İstanbul” adlı kitabında Edmondo De Amicis, mezarlıklarda kurulan sofralardan, Türklerin ölümü, yaşayanların dünyasından uzak tutmayan yaklaşımlarından, ölümle iç içe yaşamalarından hayranlıkla söz ediyordu. O gelenekten geldiğimiz için uysallaştırmaya mı çalışıyoruz ölümü, diye düşünüyorum ama öte yandan Müslüman erkeklerin ağızlarının suyunu akıtan cennet betimlemeleri de gelmiyor değil aklıma. Hani tomurcuk memeli hurilerin cirit attığı o cennete kavuşmak için kimsenin acele ettiği yoksa ölümü kavuşulası bir “vuslat” diye algılamadığımız da ortada.
Şarkılara bakacaktık. Bakalım hadi. “Ölürsem yazıktır sana kanmadan” diyen âşığın isteğini anlamak kolay. Çok normal, gayet sağlıklı bir istek. Benim anlamakta zorluk çektiğim, “Kollarında can vereyim, başka bir şey dilemem,” diyenin söylediği. Neden kavuşmayı, sarılıp sarmaşmayı, mutlu olmayı değil de sevgilisinin kollarında ölmeyi istesin bir insan? Yaşamı değil de ölümü seçiyorsa nerede öldüğünün ne önemi var? Başka bir şarkı, “Canlar verilir böyle yaban güllerine,” diye sesleniyor uzaktan. Bedava aldınız diye bu kadar kolay vermeyin şu canı, diyesi geliyor insanın.
Sevmenin ölümden başka ölçütü yok gibi. Türkülerde “yoluna kurban olmak”, şarkılarda “uğruna ölmek”. Aşkı için fedakarlık isteyen âşık bu fedakarlığın derecesini ille de ölüme kadar yükseltiyor.
“Gidip de dönmeyeceksen / Yolumda ölmeyeceksen / Sevme beni, sevme beni,” diyen âşık, gerçekten de sevgilisinin kendisi uğruna ölmesini mi istiyor? Yalnız o değil ki... Bir başkası, “Gel desem gelir misin? / Sevmeyi bilir misin? / Aşk için ölür müsün?” diye soruyor. Aşkını kanıtlamak için ölümden başka bir ölçüt tanımıyor âşıklar. “Hani bir gün gelecektin / Benim için ölecektin” diyen de bunu istiyor. Yalnız aşkın yüceliğini değil, mutluluğun büyüklüğünü de ölümle ölçüyoruz. Yoksa “Dert sanki kum, ben de bir çölüm / En büyük saadet bana ölüm” der miydi söz yazarı?
Sevgimizi kanıtlamak için “Hadi öl!” deyince ölmemizi isteyen âşıklar düşlememizin mantıklı bir açıklaması var mı? Öyle diyor şarkı: “Aşk nedir, nasıldır, bilen var mı?” diye soruyor önce, sonra da bir çeşit sınava davet ediyor sevdiceğini. “Ben seviyorum, demek çok kolay / Hadi öl, deyince ölen var mı?” diye soruyor. Gerçekten seviyorsa “Hadi öl!” deyince ölmeli sevgilisi. E, sonra? Bu, ölümü ciddiye almak değil, düpedüz alaya almak.
Şarkılarımızda bu kadar çok ölüm lafı edildiğinin farkında değildiniz değil mi? Neden, biliyor musunuz? Biz ölümü ölüm diye algılamıyoruz da ondan. Oyun gibi algılıyoruz. Yoksa nasıl yaşardık bu kadar çok ölüm lafı ederek?