İki büyük beyin… Biri, ana dalı edebiyat, özellikle de şiir olan büyük bir vatansever ve siyasetçi, ötekinin ana dalı bizzat siyaset. İkisinin de çıkardığı, yazdığı/çizdiği dergi, gazetelerin çoğunun arşivi TÜSTAV'ın internet sitesinde var. Bazı sayılar eksik, ama her halleriyle çok değerli.
Şefik Hüsnü, 1887’de Selanik’te doğdu. Başta Jön Türklerdendi. Paris’te, tıp ve fen eğitimleri alırken, 1914’te suikasta kurban gidecek Fransız sosyalist Jean Jaures’in, ve Radikal Parti isimli sosyalist partiyi kurmuş, (bu parti, bugün sağcı bir partidir) iki dönem Fransa başbakanlığı yapmış Georges Clemenceau’nun etkisiyle sosyalizme yakınlaştı, Jön Türklerden koptu.
Balkan Savaşı’na katıldı. Çanakkale Cephesi’nde tabip yüzbaşıydı. Berlin’de, Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası’nı kuran Türk işçi ve öğrencilerin 15 Mayıs’ta Türkiye’ye dönmeleriyle onlara katıldı. Çok geçmeden genel başkanları oldu. Bu partiden bazı delegeler 10 Eylül 1920’de Bakü’de TKP’nin ilk kongresine katıldılar. Şefik Hüsnü orada olmasa da, delegelerin önerisiyle TKP’nin Merkez Komite’sine seçildi.
1919’da, Türkiye’nin sınıfsal yönden ilk tahlilini yapan kişiydi. Kurtuluş dergisindeki incelemeye göre Türkiye’nin doğusunda, hala daha halkın şeyhlerine körü körüne bağlı olduğu, kimi koşullara göre henüz feodalizme bile tam ulaşmamış bir sistem hakimdi. Proletaryanın bulunduğu Batı sahilleri de işgal altındaydı, ve zaten proletaryanın sayısı, bir sosyalist devrim için çok çok azdı. Bu yüzden ilerici karakteri devam ettiği sürece burjuva devrimi desteklenmeliydi, fakat 1921’de, TKP’nin yayın organı Aydınlık’ta, "Bizde de Marks’ın öngördüğü koşullar tam oluşmuş değildir. İddia edeceğiz ki biz, bu şartların oluşumunu beklemeden Türkiye devrimini yapmaya mecburuz" diyecekti.
Yine de, Şeyh Sait ayaklanması sırasında bu ayaklanmayı gerici bir ayaklanma olarak niteleyecek, partinin yayın organı Orak Çekiç, bu ayaklanmanın bastırılması için burjuvaziyle işbirliği yapmanın bir mahsuru olmadığını yazacaktı. Lakin bu ayaklanma vesilesiyle yayınlanan Takrir-i Sükun çerçevesinde hem TKP’nin, hem yayın organlarının yasaklanması tam bir ironidir.
27 Tevkifatı’nda hapse atıldı, 29’da salındı. 1928-35 arası Komintern’in yürütme kuruluna üyeydi ve o dönem, Komintern politikaları çizgisinde TKP’den Kemalist iktidarı desteklemesini istedi. 37’de, halkevlerinde TKP’lilerin legal siyaset yapmasına izin verildi. 51’e kadar Hüsnü ve TKP’ye böyle bir ayrıcalık tanınacaktı.
Nazım, biraz daha hevesli, ve kendine has bir devrimciydi. Belki bir miktar daha gözü kara bir eleştirmendi de. Kendisine nefret besleyenler onu ne kadar Rus yalakası, Sovyet ajanı olarak hatırlasalar da ikinci evi Sovyetler Birliği’ni, "İvan İvanoviç Var Mıydı, Yok Muydu?" isimli tiyatro eserinde cesurca eleştirmiş, bu eser 57’de Kruşçev tarafından yasaklanmıştı. Dönemin diğer pek çok sosyalisti gibi başta milliyetçiydi. Çürüğe ayrılana kadar bahriye öğrencisiydi. Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve Vala Nureddin’le beraber Kurtuluş Savaşı’na katılmak için İnebolu’da, Ankara’nın iznini beklerken Almanya’dan gelmiş, kendileri gibi Ankara’dan izin bekleyen sosyalist gençlerle tanıştılar. Sosyalizme burada ilgi duymaya başladı Nazım.
Gençlerin Misak-ı Milli’yi ilk tanıyan ülke olmasından bahsettiği Sovyetler Birliği’ne öyle merak duymuştu ki, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne eğitim almaya gitti. Ekim 1924’te TKP kararıyla Türkiye’ye döndü. Ocak 1925’te Şefik Hüsnü’nün Beşiktaş’taki evindeki kongreye katıldı. Takrir-i Sükun’la 15 yıl ceza yiyince tekrar SSCB’ye kaçtı.
1926’da TKP’nin Viyana’da toplanan kongresinde başlayan anlaşmazlık, 28’de Nazım’ın Türkiye’ye dönmesiyle daha da keskinleşti. Atamayla belirlenen parti yönetiminin feshedilerek, seçimle belirlenmesinin taraftarıydı Nazım. Ayrıca Şefik Hüsnü ve etrafındaki kadro, Kemalist mücadelenin anti emperyalist karakterini göz önünde bulundurup ilericiliğinden dolayı desteklemeye devam ederken, Nazım ve arkadaşları Türkiye’de burjuvazinin ilericiliğini yitirdiğini savunuyorlardı. Onlara göre artık sosyalist devrim mücadelesi başlamalıydı. Bu grup, 1929’da, Pendik yakınlarındaki Pavli adasında bir kongre düzenledi. Kendi merkez komitelerini kurup bu komiteyi Komintern’e bildirdiler. Oysa Şefik Hüsnü, zaten Komintern Yürütme Kurulu'nun bir üyesi olarak Komintern'in politikalarını temsil ediyordu.
Komintern, Nazım'ın kurduğu merkez komiteyi, yeni TKP merkez komitesi olarak tanımak şöyle dursun, bu komitenin Şefik Hüsnü'ye bağlı kalmasını istedi. Bir nevi, "Türkiye'deki durumdan haberimiz var. Haklı olan Şefik Hüsnü'dür" diyordu.
1927 Sanayi Sayımı’na göre ülke nüfusu 13,5 milyondu. Sanayi işçisinin sayısı, 257 bin kadardı ve çoğunlukla tek bir işyerinde, 3, 5 kişi çalışıyordu. 39’da istihdamın sektörel dağılımına göre etkin işgücünün %86,7’si tarımda, 8’i sanayide çalışıyordu. Türkiye, hala son derece baskın bir halde köy üretiminin ve feodal ilişkilerin ağırlıklı olduğu bir ülkeydi. Sosyalist devrim mücadelesi için çok önemli silahlar olan grev, sendikacılık v.b şeyler, henüz işçilerin çok yabancı olduğu şeylerdi.
Yani, burjuva demokrasisinin atması gereken son birkaç adım vardı. İşçi sınıfının belirleyici, hakları için savaşan, sınıf bilincine sahip bir güç olması için 27 Mayıs darbesinin gerçekleşmesi gerekecekti. Sınai kapitalizme geçiş, izinsiz sendikalaşma hakkı, gazete ve dergi yayınlama ve grev hakları, işçiye anca 1961 Anayasası’yla tanınacaktı. Şefik Hüsnü ve Komintern, haksız sayılmazdı.
Anlaşmazlık, dönemin sosyalistlerinin kutuplaşmasının, Türkiye tarihini asla tam olarak bilemeyeceğimiz bir ölçüde değiştirmesiyle, Türkiye sol tarihindeki yeriyle, teorik zeminiyle o kadar ilginçti ki, yirmi yıl sonra meclis hala bu konuya dikkat çekiyordu. 19 Kasım 1951’de yapılan gizli toplantıda meclis bu konuya eğiliyordu. Komünizmin ülke için yarattığı "tehdidin" tartışıldığı konuşmada Şefik Hüsnü’ye ve Nazım’a hem ayrı ayrı yer veriliyor, hem tartışmalarına paragraf açılıyordu. Askeri Yargıç Şevki Mutlugil, "Huzurunuza, komünizmin aziz yurdumuza ika etmek yolunda olduğu fenalıkları belirtmek vazifesiyle çıkmış bulunuyoruz" diye başlattığı toplantıda ‘’Türkiye Komünist Partisi - bugün de olduğu gibi - esas itibariyle emekçi sınıfını ele almış, münevver kitleyi ve okulları oldukça ihmal etmekte idi. Emekçi yanında münevver kitle ve okulları da ele almak fikrinin mücahidi Nazım Hikmet olmuştur. Doktor Şefik Hüsnü ile aralarının ilk defa söker renk olması da bu arzu ve ısrarından ileri gelmiştir’’ diyordu.
İleride Mutlugil, Abidin Nesimi’nin, Alaattin Hakgüder’e yazdığı mektubu okudu; "O devirlerde Cumhuriyet Bayramında siyasî suçlar için bir af ilânı mevzubahis idi. Partinin kurulması gecikecek olursa bu takdirde hapiste ve sürgünde bulunan Nazım Hikmet, Kerim Sadi, Hamdi Şamilof, Doktor Hikmet serbest kalacaklardı. Böyle bir merkezi siyasî partinin, yani içine Nazım Hikmet'i, Kerim Sadi'yi, Şefik Hüsnü'yü, Hamdi Şamilof'u alacak bir partinin o zaman kurulmasına maddeten imkân yoktu. Zira Nazım Hikmet, Hamdi Şamilof, Mustafa Börklüce, Hüsamettin Özdoğu arkadaşların partiden çıkarılmalarının sebebi, vaktiyle Doktor Şefik Hüsnü beyin bunları sırasıyla Komintern’e, bunlardan bir kısmının Stalin'e muhalif olan Birkelimmof Grubu ile ve diğer bir kısmının Türkiye Polisi ile işbirliği ettiklerine dair sunduğu rapordur.
İşte bu sebeplerden ötürü aziz kardeşim Nazım Hikmet'le, Şefik Hüsnü'nün aynı arabada koşulmalarına imkân yoktur."
Bu mektubun okunmasındaki amacın, antikomünizm propagandası yapmak olduğunu göz önünde bulundurmak gerekse de, mektup gerçektir.