Siyasetin pragmatik ilişkiler ağı ile örülü gündelik gerçekliğine uymuyor gibi görünse de kimsenin kurşun askeri olmadan, birilerinin adamı olmayacak şekilde adının sonuna "-cı, -cu" ekleri gelmeden siyaset yapmak, benim için bir yaşam biçimi oldu. CHP olarak meclis dışında kaldığımız 18 Nisan 1999 genel seçimlerinin ardından henüz 16 yaşında belki de ergen refleksi ile girdiğim gençlik kollarında Kemal Anadol gibi büyüklerimizin "Aman oğlum kimsenin adamı olmayın, emekten, barıştan, yurttaştan yana ilkeli birer partili olun" uyarılarını hep kulağıma küpe yaptım. Tüm bunların yanında vefalı bir birey olmayı da hayatımın merkezine aldım.
Bu girişi niye mi yaptım?
AKP'li yılların başladığı 3 Kasım 2002'ye giden süreçte bugün olduğu gibi başrolde olan Bahçeli'nin, 57. hükümeti üç buçuk yılda erken seçime götürmesi, Başbakan Ecevit'in önüne esnafın yazar kasa fırlatması, yine Ecevit'in yaşı ve o günkü psikolojisi ile medyayı yanıltmaya çalışarak kendisi olayın içinde olmadığı halde Anayasa kitapçığını üzerime attı diyerek Cumhurbaşkanı Sezer'i hedef haline getirmeye çalışması ve tabii borsanın çökmesi, sözde şiir okuma mağduriyetinin Erdoğan'ın yattığı Pınarhisar Cezaevi'ni yurtiçi ve yurtdışından ziyaretçi akınına uğratması o günün fotoğrafında yer alıyordu. Akp'nin kurulmasını destekleyen Ankara'nın ABD büyükelçisi Abramowitz'in Abdullah Gül ve Erdoğan ile sıkı temasları ise herkesçe biliniyordu.
Deniz Baykal
Geçmişte eleştirdiğim yanları olsa da Cumhuriyet Halk Partisi'nin tüm genel başkanları gibi merhum Baykal da her zaman saygıyı hak eder. Resmin büyüğüne bakınca meclis dışında kalan partilerin de etkisiyle 2002 genel seçimlerinde %34 oy alıp meclisin %66'sına hâkim olan AKP genel başkanı Erdoğan'ın siyaset sahnesinde yer almasında belki de suçlanacak son kişi bile olmayan Baykal'ın karalanması iyi niyetli olmayan, tarihsel gerçeklikten kopuk bir yaklaşımdır. Hükümetin Fetö işbirliği eksenli kötü kurgusunda bedel ödeyen sayılı siyasetçilerin başında gelir Deniz Baykal.
1 Mart 2003'te mecliste oylanıp CHP genel başkanı ve örgütünün iktidar vekillerinin bir kısmını da ikna ederek reddettiği tezkereyi hiçbir zaman unutmayan ABD, Gülen'i maşa olarak kullanıp Baykal'dan 2010 yılında öcünü almıştı.
Baykal Sonrası CHP
Baykal için hizipçi, anti-demokratik, eleştiriye açık olmayan, partiyi Sivas'ın ötesine götürmeyen (Bu masalın devlet politikası olduğunu, adı birçok kez değişen başka bir partinin sistematik olarak ön plana çıkarıldığını daha önce yazmıştım) tanımlarıyla olumsuz anılmasının, ardından olanlara bakınca en azından tamamına katılmanın haksızlık olacağı süreçleri parti ve ülke olarak yaşadık. Genel Sekreter Önder Sav'ın da yıllarca parti içi demokrasiye zarar verir gerekçesi ile karşı çıktığı ve Kılıçdaroğlu gelir gelmez hayata geçirdiği "Benim vekilim, benim il başkanım, benim ilçe başkanım, benim belediye başkanım" anlayışını "Demokratik" olarak görüp önce ki dönemi eleştirmek temel bir yanılgıdır. Veya birebir örtüşmeyip tek potada erimesi sancılı olan CHP-SHP birleşmesinden sonra Kılıçdaroğlu döneminde ideolojik savrulmanın zirve yaptığını görmemek yanlı bir yaklaşım olacaktır. Sosyal demokrat bir partiyi etnik ve/veya mezhepsel temele oturtmaya çalışmanın yanlışlığı %25'lik cam tavan örneği ile önümüzde apaçık durmaktadır. “Sağdan oy alma” stratejisiyle gençlere verilen mesajlar olumlu sonuçlar vermeyip gelişim eksenli bir değişime yol açmamıştır. Helalleşme ise sorumluluğu doğrudan partimize ait olmayan konularda karşılığı olmayan bir bedel ödemeye çalışma açmazına neden olmuştur. Bozuk düzenin, eşyanın tabiatına aykırı olacak şekilde Alevi bir genel başkana Bozkurt işareti yaptırdığına tanık olup eleştirmeden CHP'yi analiz etmeye çalışmak, ne yazık ki doğru bir sonuç vermeyecektir.
Sonuç itibariyle eğer Erdoğan’ın siyaseten engellenmesi noktasında Baykal’dan tepkisel bir yaklaşım bekleyerek eleştiriyorsanız henüz bir buçuk yıl önce 14-28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın 3. kez adaylığını YSK’ye taşıyıp meslekten ihraç edilen Hakim Ahmet Çakmak kadar bile kamuoyu oluşturmayan dönemin muhalefetini ve Kemal Bey’i de eleştirip tepki vermeniz gerekirdi. Bir eylemi, tavır veya davranışı karşınızdaki kişiye ve kendinize göre birtakım nedenlerle kurduğunuz ortak bir aidiyete göre değerlendirmek, samimi ve dürüstçe olmayacağı gibi objektif, doğru bir netice de doğurmayacaktır.
Son 22 yılda yaşananları herhangi bir kimseyi itibar suikastına uğratmadan değerlendirmek hepimizin tarihsel sorumluluğudur.
Özetle 12 Eylül 1980 sebep 3 Kasım 2002 sonuçtur!