Mahallenin delisi Asemptomatik, beni ziyaret etmek için, sık sık tımarhaneye geliyor. Her gelişinde de yeni haberler getiriyor. Son ziyaretinde anlattıkları, bana gündelik ve sıradan şeylermiş gibi geldi. Asemptomatik, Şefik’in yaptığı korkunç şeyleri sayıp dökerken hiç şaşırmadım. Alışmışım herhalde. Kötülük artık kimseyi şaşırtmıyor.
Asemptomatik’in dediğine göre, Şefikgiller fırtınasının esip yağdığı mahallemizdeki herkes teker teker yoklara karışmış. Kimisi başka mahalleye taşınmış, kimisi taşınırken kamyon tepelerinde telef olmuş, kimisi de taşınamamış ve Şefik’in saldırıları sırasında ölmüş. Bazılarını Şefik kaçırıp kaybetmiş. Bazıları kaçıp kurtulmuş. Kalanların çoğu delirmiş. Yakında onları da buraya getirirlermiş.
Asemptomatik, giderken, “Anliyacagin, maallede ortalık ölüşten ve delişten geçilmoo, dadi dadi.” dedi. Sonra, ağzıyla vın vın sesler çıkararak fırlayıp gitti.
Bizim aileden altı kişi hayatta kalmıştı. Sümbül ablamın geçen geldiğinde dediğine göre bu iyi bir sayıymış. Çünkü bazıları ailece, bazıları sülalece yok edilmişmiş. Biz halimize şükretmeliymişiz. Şükredeceğimiz hayat, benim tımarhaneye düşüşümü saymasak bile iyi görünmüyor aslında bana. Beni buraya getirdikleri gün, Gül ablam hastalanmıştı. Güney abim zaten epeydir düşüp düşüp bayılıyordu. Efendi babamızla annemiz ise her zamanki gibi çok efendiydiler. Asemptomatik onlardan söz ederken, “Seninkiler biraz fevrileştileo dum dum.” demişti. Fevrileştileo dum dum ne demek bilmiyorum. Sümbül ablam geldiğinde bunu, ona soracağım.
Bizim tımarhanedeki günler de acayip geçiyor. Mahallemizi hiç aratmıyor. Delilerden biri kumar oynatıyormuş. Biri kadın pazarlıyormuş. Kumarı duymuştum ama kadın pazarcısını duymamışım. Pazardaki limoncu gibi bir şey mi acaba? Ablam geldiğinde bunu da sorayım bari ona.
Haberlerin hepsi bizim koğuştakilerde. Yanımdaki yatağın sahibi Hunili Hilmi, gelip gidip bir şeyler anlatıyor ama ben hiçbirini anlamıyorum. “Yan koğuştakilerin hepsi hapçı, otçu, tozcu.” diyor örneğin. Tımarhanenin müdürü gidip hapçı, otçu ve tozcularla iş bağlıyormuş. Müdür yardımcılarından biri hapı, otu, tozu konteynerlere dolduruyor, gemilere, uçaklara yükleyip bizim şehrin limanlarına getiriyormuş. Öbür müdür yardımcısı da o hapı, otu, tozu teslim alıyormuş. Sonra oturup hep birlikte içiyorlarmış. Artanını da hastalara ve okul önlerindeki çocuklara satıyorlarmış. Daha artanını da yabancı mahalle tımarhanelerine ihraç ediyorlarmış. Çok ama çok para kazanıyorlarmış. Balık baştan kokuyormuş.
Efendi babamıza bu söylentileri anlattım. “Hastanenin müdürünü değiştirseler keşke.” dedim.” Efendi babamız, “Dedikodu yapmak ayıptır. Hem zaten delilerin sözüyle müdür değiştirmez kimse. Sen sesini çıkarma. Laf da taşıma.” dedi. Yanımda hiç oturmadı. Bana da resmen deli demiş oldu. Geldiği gibi gitti. Gücenmedim dersem yalan olur.
Geçen gün tımarhanede bir olay çıktı. Aslında her gün bir sürü olay çıkıyor ama bu seferki biraz başkaydı. Tuvaletten dönüyordum. Adamın birini koğuşun kapısında bağırırken gördüm. Hep bağırırlar. Bu seferki şöyle diyordu: “İşkence etmişsiniz adama lan hıyartolar! Ölecek, ölecek. Toktuuuur, hemşireeee… Yetişiiin. Kurtarın adamı.” Sonra gidip içeriden birini sürüye sürüye kapıya kadar getirdi. “Toktuuur, hemşireee! Bin yıldır böylesiniz. Ne zaman lazım olsanız yoksunuz. Gelin de hastanenin şu haliyle yüzleşin.” diye bağırmaya devam etti.
Getirdiği kişiyi abimin arkadaşlarından birine benzettim ama emin olamadım. Ağzı burnu kan içindeydi. Üstü başı yırtılmış, saçlarının yarısı var, yarısı yok. Tırnaklarının yerlerinde de kara kara yaralar. Bilemedim. Onu öyle görünce “Demek bize yaptıkları da işkenceymiş.” diye düşündüm. Biz de mahallede son bir yıldır her günümüzü kan revan geçiriyorduk. Ben bunları düşünürken içeride bir kavga koptu.
Delilerden biri, “Toktur diyo salak.” diye kapıdaki adama bağırmaya başladı. “Daha doktor demeyi öğrenememişsin, adamım diye konuşuyosun.”
Bir başkası araya girdi, “Yüzleşin demiycin bi kere. Helalleşin diyicin.” dedi.
Devamında kıyamet koptu. “Toktur, hemşire” diye bağırıp duran adamı içeri çektiler. Bir yandan bağırdılar bir yandan da adamı ve birbirlerini dövdüler.
“Ona helalleşme denmez. Hesaplaşma diycen.” Küüüt!
“Sen buna mı işkence diyon. Azıcık yamultmuşlar adamı.” Paat!
“Ne asıcığı len? Yüsü gösü seçilmiyo.” Çat!
“Düt, düt, düt, çekilin kamyon geldi. Çarpıcek.” Güm!
“Senin helalleşme dediğine kimileri yüzleşme der.”
“Yüzleşmeden helalleşilmez olum.”
“Esas helalleşmeden hesaplaşılmaz.”
“Hesaplaşmadan yüzleşilmez.”
“Hadi lan ordan, hesap yapmadan ev alınmaz.”
“Ev almadan hesap mı yapılır koca götlü?”
“Kendiyle hesaplaşmayan adamın vicdanı taştan olur bi kerem.”
“Durun, bi dene de ben vurem.”
“Vın vın vın, vııııır, düt düt, çekilin len, kamyon geççek diyom ya ben size. Aha da çarptım işte yine.”
Onlar içeride dövüşüp sövüşürlerken kara giysili birkaç adam geldi. Kapının dibinde unutulmuş genç adamı alıp götürdüler. Ben, o gencin abimin arkadaşı olup olmadığını düşünürken yirmi kadar hastabakıcı koşa koşa geldi. Ellerindeki şok aletleriyle nişan alıp bizim delileri bayılttılar. Her birine bir deli gömleği giydirip yataklarına bağladılar. Ben, bana da aynısını yaparlar diye korkumdan kendi koğuşuma kaçtım. Abimin arkadaşına benzeyen genç adam iyileşip geri dönmedi. O günden sonra bir daha hiç görünmedi. O koğuştaki deliler üç dört gün, o gömlekle ve de yataklarına bağlı kaldılar. Sonra hastabakıcılar tarafından pijamalı hallerine geri kavuşturuldular.
Ben tımarhaneden taburcu olduğumda, Şefik bizleri iyice unutmuştu. Unutmasa hayatta kalamazdık zaten. O, sevmediklerini öldürürdü. Sevmediklerinin yaşama hakkı olmadığına inanırdı çünkü. Şefik’in bizi hiç sevmediğini ise biliyordum. Ama neyse ki ailemizden daha fazla can almadan bizleri unuttu. Unutmasının sebebi, artık başka mahallelere dadanmış olmasıydı. Biz korkudan ezilip büzülerek, açlıktan eriyip ufalarak kendi köşemizde yaşamayı sürdürdük.
Mahallede, Şefik tecavüz ettiği için ölenlerin sayıları bilinmiyordu. Çünkü kimse saymaya yetişemiyordu. Bir de Şefik’in adamlarının dediklerine göre, sırf gıcıklık olsun diye ölenler vardı. “Misal,” diyorlardı, “birkaç kez tecavüz edildi diye ölünür mü hiç? Onların ölmeleri kasıtlı abicim. Resmen kasıtlı.”
Bazıları, sırf, ‘Bu mahallede yoksulluk var.’ diyebilmek ve de mahallemizi karalayabilmek için hususi aç bırakıp kendi kendilerini ölmüşlerdi. O da kasıtlıydı işte. Kocası azıcık kurşun sıktı diye ölenlerle, kocası kalbine bıçakla ufacık bir delik açtı diye ölen kadınların ölümlerinde de kesin kasıt vardı. Hepsi kötü niyetliydiler.
Aslında o öldü, bu öldü derken mahallemizdeki evlerin neredeyse hepsi boşalmıştı.
Sümbül ablamın bana anlattıklarına göre, boşa çıkan evlerin hepsi Şefik’e kalmıştı tabii ki ama o yine de mutlu değildi. Çünkü mahallede kimse olmayınca Şefik, eziyet edecek kimse bulamıyordu. Eziyet edemeyince de mutlu olamıyordu.
Sümbül ablam, “Kimin öteberisine el koyacak, kimin yiyeceklerini alıp yiyecek, içeceklerini alıp içecekti?” dedi kızgın kızgın. “Etrafta yalvarıp ağlayanları görmeyince yüzü nasıl gülecekti?” diye sürdürdü Şefik’i anlatmayı. “Horozlanan olmayınca kimi dövecekti? Yıkayıp yağlayan olmayınca kendini nasıl önemli hissedecek, şişinecekti? ‘Emret Şefik Begim!’ diyen olmadıkça kimi azarlayacak, kimi itin götüne sokup çıkaracaktı? Kimse yoksa bu kadar malı mülkü kime gösterecek, kime sergileyecek, kendini kimden nasıl üstün görecek, nasıl itibar devşirecekti? Çok fenaydı, çok. Canı sıkılıyordu Şefik’in. Fena halde sıkılıyordu.”
Sümbül ablam da sıkıldı anlattığı şeylerden. Ama anlatmayı yine de sürdürdü:
“İşin daha da kötüsü, her işine koşturduğu, her pisliği yaptırdığı ayakçı adamlarını da yemiş olmasıydı. Onlara dokunmasaydı bu kadar yalnız kalmazdı ama olan olmuştu artık. Oturup buna üzülecek hali yoktu. Her şeyde bir hayır vardır derlerdi, öyleyse bunda da bir hayır mutlaka vardı. Kendine yeni adamlar bulabilirdi. Acaba ne yapsaydı? Düşündü taşındı, bir hapishane basıp oradaki kaçkınları mahallemize getirmeye karar verdi. Silahlarını kuşanıp gitti, pusu kurdu ve gece yarısı baskın yaptı. Gafil avladığı bekçileri, nöbetçileri tek tek öldürdü. Kaçkınları karşısına aldı, onlara bir nutuk attı. Nutkun sonunda da ‘Sizleri ben kurtardım. Bundan sonra benim mahallemde yaşayacaksınız. Ben ne dersem onu yapacaksınız.’ dedi.”
Derin derin iç geçirerek devam etti Sümbül ablam:
“Kaçkınlar el pençe divan durdular, ‘Bizi madem sen kurtardın, bundan sonra ne desen başımızın, gözümüzün üstüne.’ dediler. Şefik, kaçkınları aldı, mahallemize getirip yerleştirdi. Ama yemek içmek öyle beleş değildi, çalışmaları gerekiyordu. Bunu kendilerine bildirdi. Üstelik mahallede yiyecek de bitmişti. O yüzden daha ilk günden kaçkınları komşu mahalleyi soymaya gönderdi. Kaçkın deyip geçmemek gerek, kaçkınlar da kaçkınlardı hani. Kimisi gece hırsızı, kimisi gündüz gözüyle, göstere göstere çalan hırsız, kimisi yankesici, kimisi cepçi, kimisi gaspçı, kimisi kapkaççı, kimisi tecavüzcü, kimisi eroinman ve hepsi de mutlaka katil. Kimisi, ‘On leşim var lan benim!’ diye övünüyorken kimisi onu usturuplu susturup, ‘Seninki de bir şey mi, benimkinin yarısı bile etmez.’ diyordu. Böyle bir grup işte. Girdikleri yer en çok yarım saat içinde, içinden çekirge sürüsü geçmiş buğday tarlasına döner.”
Dayanamadım sordum: “Döndü mü?”
Ablam, “Döndü tabii.” dedi. “Zavallı komşu mahalleden yarım saat boyunca çığlıklar yükseldi. Sonra, birden şırp diye kesildi. Bütün mahalle susup kaldı. Kaçkınlar, kamyonlar dolusu yiyecekle döndüler mahallemize. Birkaç kamyonda da komşu mahallenin, kız-oğlan fark etmiyordu, çocukları vardı. Ağızları sıkı sıkı bantlanmış, elleri ayakları bağlanmış, kamyon kasalarına atılmışlardı.”
“Çocukları yiyecek içecek mi sanmışlar?” dedim.
“Saçmalama Batı.” dedi ablam. “Sözümü bölüp durma da bitireyim.”
“Tamam abla.” dedim. Ablam anlatmaya devam etti:
“Önce ganimetlerini yiyip içtiler. Körkütük sarhoş olup bir iyice zıvanadan çıktılar. Geğirdiler, osurdular, sağa sola sümkürdüler, oturdukları yerin az ötesine gidip kustular, işediler ve de sıçtılar.”
Dur abla, dur. Pardon arkadaşlar, efendiliğim bozulmuş gibi oldum birden. Bu anlatım ablama ait. Hemen değiştiriyor ve yeniden anlatıyorum şimdi ben size. Bakın şöyle:
“Ağızlarından ve popolarından gaz çıkardılar, burunlarını temizlediler, istifra ettiler, küçük ve büyük abdestlerini yaptılar.”
Ablam, “Saçmalama da dinle Batı. Efendilikten içimiz dışımıza çıktı. Bırak artık efendi olmayalım.” dedi ve anlatmaya devam etti:
“Sağı solu kırıp döktüler. Sonra da kamyondaki çocukları indirip sabahlara kadar… Söylemeyeyim hadi. Sen biliyorsun zaten. Bu yaşta öğrendin bunları. O zaman yanında olup seni savunamadığım için kendimi çok kötü hissediyorum. Sizleri korumadıkları için annemle babamdan da nefret ediyorum.”
“Ablaaa, nefret etme ablaaa.” diye zırlamaya başladım.
“Sus!”” dedi ablam. “Onlar o kadar teslimiyetçi olmasalardı, Şefik böyle Ali kıran baş kesen olabilir miydi? Her yaptığından yakındılar, mızırdandılar ama bir kere de ‘Yapamazsın.’ diye karşısına dikilmediler. Biz dikilelim dediğimizde, bizi de bırakmadılar.”
“Ama artık ‘Yapamazsın!’ diyorlar abla.” dedim. “Şefik’in karşısına dikiliyorlar. Ne olur nefret etme!”
O sıra Gül ablam konuştu. “Nerede dikiliyorlarmış?” dedi. Sesi çok güçsüzdü ama konuşmuştu işte. Konuşmasına çok sevindim. Ama o bana kızmış gibiydi. “Şefik düştüğünde annemiz koşup gitmedi mi? Onu yerden kaldırmadı mı? Başımızın belasını başımızda tutabilmek için kendilerini paralamıyorlar mı? Onu hep onaylamıyorlar mı? Onun yaptığı her kötülüğe resmiyet kazandırmıyorlar mı?”
Gül ablam iyi şeyler söylemiyordu. Hiç öyle efendi falan da değildi. Olsun. Konuşuyor olması beni yine de çok sevindirmişti. Neredeyse göklere uçacaktım. Aklıma Sümbül ablamın dün söyledikleri geldi. Hemen atıldım.
“Sümbül abla…” dedim. “Dün sen söyledin ya, efendi babamız Şefik’i yaptıklarıyla yüzleştirmeye, mahalleliyi de birbirileriyle barıştırmaya çalışıyormuş. Bu iyi bir şey değil mi? Ne güzel işte!”
“Hıım!” dedi Sümbül ablam. “Ama…” diye devam etti. “Ama her şey için Şefik’ten izin istemiyorlar mı? İzin versin diye bekleşmiyorlar mı? Onun, kendini kral sanmasına sebep olanlar onlar değil mi? Onun, kendine ordular kurmasını seyredenler annemizle babamız değil mi? Onun hırsızlıklarını görmezden gelenler onlar değil mi? Bizi kuruşsuz bırakana kadar soyup soğana çevirmesine sessiz kalanlar onlar değil mi? Ha? Değil mi? Mahalle uyuşturucu batakhanesine döndü. Hiç seslerini çıkardılar mı? Yapamazsın dediler mi? Onu engellemek için kıllarını kıpırdattılar mı?”
Ben, “Ama artık ‘Yapamazsın!’ diyorlar abla.” diye yalvarmaya başladım. “Şefik’in karşısına dikiliyorlar artık. Kendin söyledin, kendin. Ben uydurmadım. Ne olur nefret etme! Ben onları çok seviyooom! Üüüüü!”
O sırada aylardır bir ayılıp bir bayılan Güney abim kıpırdandı. Ben salya sümük ağlayıp ablama yalvarıyordum. O, başını yastıktan kaldırıp bize baktı.
“Ne oluyor orada?” diye sordu.
Sümbül ablam, “Ne olsun, konuşuyoruz işte.” dedi. Gidip abimi alnından öptü. “Sen de iyileşmelisin artık.” dedi. “Bak, Batı iyileşti. Ağladığına bakma. Sevinçten o. Tımarhaneden taburcu olup evimize döndü ya, ondan. Sizler de iyileşin artık. Siz ikiniz. Sizlere ihtiyacımız var.”
Abim yattığı yerden biraz daha doğruldu. Sonra doğrulup oturdu. Ortalığı çok duygucan bir hava sardı. Üçümüz de abimin başına üşüşüp ona sarıldık. Ama biraz sonra abim, “Gidin şuradan.” diye hepimizi başından savdı.
O sıra vınlaya vınlaya Asemptomatik geldi. Kapıdan girer girmez yine sayıp dökmeye başladı:
“Şefik bugün ne yapti? Şefik dün ne yapti? Şefik günlerdir ne yapoo? Mahalleye şeriato getiroo. Getirmeden getiroo. İlan etmeden pisiklet sürüoo. Kimse de ona ‘Napoon sen?’ demio. ‘Sen öyle bişe yapamaan kardiş.’ demio. ‘Burda pisiklet yolu yoh. Burda şeritao pisikleti süremen.’ demioo. Temokrasi, totokrasi, şetokrasi, dum dum…” dedi. Sözünü bitirir bitirmez yine vınlayarak çekilip gitti. Kısa bir süre uzaktan sesi gelmeye devam etti: “Kimse yapamaan demioso, herkes biner bisikleto. Hemi de her türlü bisikleto. Bisikleto. Bum çıkı bisikleto.”
Dördümüz de ağızlarımız yarı açık, Asemptomatik’in ardından bakıyorduk. İlk konuşan Sümbül ablam oldu. “Batıcığım, ağlıyorsun bir de. Bak, ne dedi Asemptomatik? ‘Kimse yapamazsın demiyor.’ dedi. Gördün mü yine aynı şey.”
“Hık, mık” ettim önce. Sonra cevabı yapıştırdım: “Yüzleşme, barışma turuna çıkmışlar, öyle dedin ya sen. Turdayken nasıl yetişip gelsin de ‘yapamazsın’ desin? Sen de yani ablaaa.”
“Sende de illaki haklı çıkmaya çalışma huyu mu oluştu nedir?” dedi ablam.
“Yok.” dedim. “Oluşmadı. Sadece annemizle babamızı sevmemene üzüldüm. Sana onları yeniden sevdirmeye çalışıyorum.”
Bizimkiler hep birlikte gülüştüler. Üstüme atlayıp beni gıdıkladılar. Tam biz gıdıklaşırken Aslıcan geldi. Aaaa! Aslıcan! Aaaa! Nasıl yaaaa?
Sevineyim mi korkayım mı bilemedim. Bu gelen Aslıcan olamayacağına göre, olsa olsa Aslıcan’ın hayaletiydi.
“Şefik beni vurmuş. Öldü sanıp beni morga koymuşlar.” dedi Aslıcan’ın hayaleti.
Nasıl yani? Ne? Nerede? Neden? Aaa! Aaaa!
“Kalbim durmuşmuş çünkü. Ama morgda yeniden çalışmaya başlamış. Ben inlemişim. Morg görevlisi sesimi duyunca korkup kaçmış. Sonra başka birileri gelip beni ölü çekmecesinden çıkarmışlar. O günden beri hastanede yatıyorum. İyileşmişim artık, bugün bıraktılar beni. Ama hayatta kimsem kalmamış. Evimize de silahlı adamlar çökmüşler. Hastaneden çıktığımdan beri parkta oturuyorum. Birazdan akşam olacak. Bugün sizde kalabilir miyim?”
Ay, ay, ay! Ne demek efendim, ne demek! “Tabii kalabilirsin Aslıcan.” diyorum, boyuna peş peşe diyorum ama diyemiyorum. Sesim çıkmıyor. Iyk ıyk ediyorum. Iyk, ıyk…
Sümbül ablam Aslıcan’ın karşısına çömeldi ve ona sarıldı. Sımsıkı sarıldı. “Tabii kalırsın.” dedi. “Sen ne güzel bir sürprizsin Aslıcan. Bir bilsen, ne güzel!”
Allah’ım yine çok duygucan bir hava oluştu içeride. Yine hep birlikte sarılıştık, ağlaştık. Ben hâlâ konuşamıyorum ama olsun. Hiç değilse sırıtıp duruyorum. Ay, fazla mı mutlu oldum nedir? Efendi babamızla annemiz eve bir gelselerdi artık. Ya kabul etmezlerse Aslıcan’ın bizde kalmasını? Ederler be! Niye etmesinlermiş? İyi insanlar onlar. Efendi ve iyi. Efendiliğin fazlası zarar, biliyorum. Bunu öğrendim artık. Ama olsun. İyiler işte.
Ablamlar Aslıcan için, ölen kız kardeşimin odasını hazırladılar. Hazırlamak dedimse de çalı süpürgesiyle süpürdüler, toz falan aldılar. Evde koltuk, kanepe, halı, yatak falan kalmadığı, hepsini Şefikgiller götürdükleri için, Aslıcan’a uyduruk bir yatak hazırladılar. Aslıcan tüm gün parkta oturup düşündüğü için epey yorulmuş. Hemen uyumak istediğini söyledi ama Sümbül ablam “Olmaz.” dedi. “Karnın açtır senin. Hemen bir şeyler hazırlayalım. Ye, öyle uyu. Aç uyumanı istemeyiz.”
Biz Aslıcan’a sandviç yaparken efendi babamızla annemiz geldiler. Aslıcan’ı görünce ikisinin de gözlerinin içi güldü. Bizim gözlerimiz zaten gülmekteydi. Sanki kız kardeşim dirilip gelmiş gibi iyi şeyler hissettik hepimiz. Hepimizin gülümsediği zamanları unutmuşum. Anımsamak bana iyi geldi. Ne iyi etti de Aslıcan bize gelmeyi tercih etti. Ne iyi etti de ablamla abim ayaklandılar. Ne iyi oldu da ben tımarhaneden kurtuldum. Ne iyi oldu da efendi babamızla annemiz eve döndüler.
Bugün, galiba güzel bir gündü.