Kadına şiddet bir politikadır. Bu şiddet politikası, odağında kadına hükmetmek bulunan ataerkil erkek kökenli bir sorundur. Neden böyle olduğunu, en anlamak istemeyenin bile anlayacağı kıvamda tekrar tekrar anlatmak gerek.
Öyleyse başlayalım:
Kadın, ataerkil aile yapısının içinde binlerce yıl ezildi, horlandı, küçük görüldü. Erkek evlat doğurana kadar ailenin ferdi sayılmadı. Alınan kararlarda kadının hiçbir zaman söz hakkı olmadı. Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı’nda yazmış olduğu gibi kadın hep, “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kişi sayıldı.
Erkekler eşlerine aşağılayıcı çeşitli lakaplar taktılar. Kimileri deyimleşti. Sözlüklere girdi. En çok kullanılanları şunlardı: “Saçı uzun aklı kısa, kaşık düşmanı, ömür törpüsü, sirkeli baş, dırdır makinesi, baldırı çıplak, laf ebesi, ev yıkan, dahiliye nazırı, gacı, ev bekçisi, saksı, karı, avrat, eksik etek…”
Kadını değersiz görmek yetmiyordu. Değersiz gördüğünü bir de ele güne göstermek lazımdı. Bunun için atasözleri üretildi. Örneğin, “Kadını sırdaş eden tellal aramaz.” denildi. “Kadının söylediği kırk sözden sadece birisine inan.” denildi. “Çocuksuz kadın meyvesiz ağaç gibidir. Avrata atı emanet etme. Kızını dövmeyen dizini döver. Kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al.” denildi.
Sadece bizim ülkemizde değil, birçok ülkede de kadını aşağılayan, değersizleştiren, bizimkilere benzer atasözleri vardı ve halen var.
Zamanla teknoloji ilerledi, makineleşme başladı. Büyük savaşlar sonrasında erkek nüfus azaldı. Ve kapital, işgücü olarak kadına ihtiyaç duydu. Böylelikle kadınlar, fabrikalarda işçi olarak çalışmaya başladılar.
Çalışma hayatına katılan kadınlar, her ne kadar aynı işi yapmalarına rağmen erkeklerden daha az aylık ücret alıyor olsalar da ekonomik bağımsızlıklarını kazandılar. Bu bağımsızlık kadınlara, dövülüp sövüldükleri ortamları terk etme ve kendilerine yeni yaşamlar kurma olanağı sağladı. Kadınlar, bununla kalmadılar. Kızlarını okutmaya ve kız çocuklarının ileri eğitim hakları için mücadele etmeye başladılar. Daha da ileride eğitimli kadınlar eğitimli çocuklar yetiştireceklerdi. Ve eğitimli annenin yetiştirdiği çocuklar belli alanlarda kesinlikle yetkinleşeceklerdi.
Çalışmak ve kızlarını okutmak kadınlar için bir kurtuluştu. İnsan yerine konulmamaktan, aşağılanmaktan, bitmek bilmeyen ev işlerinde çalışmasına rağmen evde yan gelip yatan kişi sayılıp horlanmaktan; yediği lokması bile göze batan kişi olmaktan, ikinci sınıf kişi olmaktan ve daha pek çok şeyden kurtuluş.
Kadının kurtuluşunu ataerkil erkeklik felaket olarak karşıladı. Çünkü kadının ekonomik bağımsızlığı, erkeğin ekonomik açıdan baskı altında tutarak kadına şiddet uygulayabilme gücünü kırmıştı. Erkek artık kadına, alıştığı ekonomik, psikolojik veya bedensel şiddeti uygulayamaz hale geldi. Çünkü artık kendi ayakları üzerinde durabilir olan kadın evi terk edebilirdi ve etti de…
Erkeklerin, ancak ataerkil erkeklik gücüyle var olabilen kısmı, yani errkekler,* bu durumdan hiç hoşlanmadılar. Şaşırdılar, telaşlandılar, öfkelendiler.
Daha dün kendileri, sınırları kendileri tarafından belirlenmiş çizginin azıcık dışına çıkan kadınları Batı’da cadı diye yakabiliyor, Doğu’da recmedip öldürebiliyorlardı. “Kızlar okula gönderilmez.” diyerek kız çocuklarını eğitimden alıkoyabiliyorlardı. Batı diye göklere çıkardığımız Avrupa’da da daha düne kadar kadınlar, üniversitelere gidip okuyamıyorlardı. Annelerinin mücadelesi sayesinde bugün artık istedikleri üniversitelere gidebiliyorlar.
Ataerkil erkekler, atalarının “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.” sözüne birebir uysalar da uymasalar da ekonomik açıdan kendilerine bağımlı, çocuk yaşta evlendirilmiş eğitimsiz kadınlarla mutlu mesut yaşayıp gidiyorlardı. Fakat şimdi bu güç ellerinden kayıp gitmişti. Artık kadına emredemez, ona bir fiske bile vuramaz olmuşlardı? Bu hiç iyi değildi.
Binlerce yıl korkuyla yaşamaya mecbur ettikleri kadını korkutamamak çok ağırlarına gitti. Kadının bağımsızlaşmasının önüne geçebilmek ve sarsılan erkek otoritesini yeniden kurabilmek için türlü çabalara giriştiler.
İlk yaptıkları şey, bu kayıpları önce dini söylem ve eylemlerle bastırmaya çalışmak oldu. Din en büyük ilaçtı. Her derde devaydı. Mutlaka işe yarardı. Aslolan Adem’di ve kadın dediğin Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştı. O yüzden kadın, Adem’e saygıda kusur etmeyecekti. Onun karnını doyuracak, ona hizmet edecek, gönlünü eğleyecekti. Hem zaten var oluş sebebi bu değil miydi? Böyle emredilmemiş miydi? Öyleyse kadına bu emirlere uymak düşerdi.
Bu yaklaşım pek çok kadında gerçekten de işe yaradı. Ama bu yetmezdi. Başka şeyler de yapmak gerekirdi. Çünkü dini söylemler her kadında etkili olmuyordu.
Akıllarına, aynı anlayışla politika üretmek ve kadın üzerinden siyaset yapmak geldi. Gerçi bunu zaten hep yapıyorlardı ama yenilemek, çağa uydurmak iyi olabilirdi. Örneğin daha dün “Kız çocuklarını okula göndermeyin.” diyenler, bugün artık “Başını örten kızların eğitim haklarını ellerinden alıyorlar. Biz serbest bırakacağız.” diye siyaset yapmaya giriştiler.
“Başını örten üniversiteye giremez.” diyenler de kadın üzerinden siyaset yapmışlardı ve onlar da ne yazık ki yine erkeklerdi. Ve birbirlerinden sanki pek fazla bir farkları yoktu. Kadın üzerinden siyaset yapmak, demek ki iyi bir şeydi. O yüzden çok revaçtaydı.
Derken dini söylemlerle siyasi söylemler yan yana getirildi ve bu çok tuttu. Kadın üzerinden yapılan siyaset, yapanları iktidarlara taşıdı. Kadına ne yapıp ne yapmayacağını söyleyen erkeklerin sesleri yeniden gür çıkmaya başladı.
Konya İl Müftülüğü, “Aşkın Mahremiyetine Dair” ana başlığı altında, altı kitapçıktan oluşan bir eğitim seti bastırdı örneğin. Orada, “Tecavüzde sorunun odağında kadın var.” diye yazdı. Kitap setini yazanlar arasında profesörler de bulunuyordu ve yazdıkları arasında şunlar da vardı:
“Kadın yabancı erkeklerin dikkatini celbedecek şekilde koku sürünmemelidir. Kadın makyaj yapabilir ama makyajını kendisine, kocasına saklayacaktır. Ses çıkarmayan, başkasını rahatsız etmeyen ayakkabılar tercih edilmelidir. Saç boyama meselesi de zamanımız kadınlarının bir belasıdır. Kadınlar saç boyama konusunda adeta birbirleriyle yarışıyorlar. Başkalarına gösteriş olsun diye saç boyama caiz değildir. Çünkü o insanı kibre ve şımarıklığa götürür. Erkeklerle konuşurken kırıtmadan, en kısa şekliyle, fazla da laf etmeden, soracağı şeyi en kısa şekliyle sorarak kadının erkeklerle düz konuşmasının bir sakıncası yoktur. Kaş alma ya da ‘estetik müdahale’ yerine göre caizdir, yerine göre değildir. Kadının normal yaradılışta bir yapısı varsa biraz daha estetikleşmek için müdahale caiz değildir. Bunu yaptığımız takdirde lanete uğrayacağımızı bilelim. Kadın dekolteli sokağa çıktığında erkek sarkıntılık ettiyse suç ortaktır.”
İş bununla kalmadı tabii. Politikacılar her fırsatta kadınlar hakkında bir şeyler söylediler.
Örneğin, “Kadın herkesin içinde kahkaha atamaz.” dediler.
“Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer.” dediler.
“Kadın üç çocuk doğurmalı.” dediler. Sonra sayıyı arttırdılar, dört diyen oldu, beş diyen oldu.
“Hamile kadın sokağa çıkmamalı. Ortalıkta dolaşmamalı.” dediler.
Bir erkek vekil, bir kadın vekile, “Bir kadın olarak sus!” dedi.
Bir bakan, “Annelerin, annelik kariyerinin dışında bir başka kariyeri merkeze almamaları gerekir. Merkeze iyi nesiller yetiştirmeyi almalılar." dedi.
Bir eski bakan, “Dün bir kanaldaki, yarışma programında sunucu öyle bir kıyafet gitmiş ki olmaz bu yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı.” dedi.
Densizliğiyle ünlü bir eski belediye başkanı, kürtaj konusunun tartışıldığı bir ortamda, "Anası olacak kişinin hatasından dolayı çocuk niye suçu çekiyor. Anası kendisini öldürsün" dedi.
İnsan haklarından sorumlu birisi, “Tecavüze uğrayanlar doğurmalı. Bosna'da kadınlar tecavüze uğradı ama doğurdular. Anne karnında hepsi öldürülseydi o tecavüzcülerin yaptığından çok daha büyük bir dram, suç ortaya çıkacaktı. O çocukların bir parçası da annenindir, o çocuklar masumdur. Bizde 'Babanın suçu çocuğa geçmez.' diye bir anlayış var. Elbette yan etkiler ortaya çıkacaktır. Anne psikolojisinin bozulması, toplumda rahatsızlıklar vs.” dedi. Anne psikolojisinin önemi yok demeye getirmişti. Kadının adı yoktu ki psikolojisinin önemi olsun!
Velhasıl say say bitmez şeyler söylediler. Söylemeye de devam ediyorlar. Bu bazen, “Nankör kadın! Edepsiz! Densiz! Sürtük!” gibi hakarete varan sözler de olabiliyor.
Ancak nice söyleseler de hiçbir şey eski kıvamına geri dönmedi. Çünkü kadın karşıtı politika her tarafta göze çarpmaya başlayınca, kadınlar da bu güç karşısında örgütlenmeye başladılar. Dini politik yöntemlerin pek de öyle işe yaramadığını ve otoriteye boyun eğmeyen ve onların istediği gibi yaşamayı reddeden kadınların hızla çoğalmakta olduğunu gören otorite, başka yollar denemeye girişti.
Çalışan kadınlar çocuklarını bırakacak yer bulamayıp iş yaşamından çekilsin, evde otursunlar diye kreş sayıları alabildiğine azaltıldı.
Kadın sığınma evlerinin sayısı arttırılmadı.
Can güvenliği tehlikeye giren kadının açık adresi, güvenliğini tehdit eden erkeğin eline verilen evrağa açık açık yazıldı.
Kadın eylemleri yasaklandı. Kadınlar abluka altına alındı. Alanlarda kadınlara saldırıldı.
Kadınların can güvenliklerini koruyan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı.
Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirleri düzenleyen 6284 sayılı kanun rafa kaldırıldı, uygulanmaz oldu.
Kadına şiddet uygulayanlar gözaltına bile alınmadan serbest bırakıldı.
Tacizci ve tecavüzcülere göstermelik cezalar verildi, ön kapıdan cezaevine alınan tecavüzcü ve katiller arka kapıdan çıkarılıp toplum içine salındı. (Sonra, sanki bundan kendileri de rahatsız imişler gibi şikâyet etmeye davrandılar ki bu hâl, trajedimize mizah kattı. Aslında absürtlükten başka bir şey değildi.)
Cezasızlık durumunda gelinen rahat nokta, katil ruhlu erkeklere haliyle cesaret verdi. Şiddetle beslenen ve ancak otoriterlikle var olabilen zayıf ve hatta bozuk karakterli kimi erkekler, kadın öldürme yarışına girişmişler gibi kadın öldürmeye başladılar.
Her türlü kötülüğü yaptığı kadın tarafından terk edilmeyi kendine yediremeyen bu errkek türü, kadın kendisinden boşandı diye onu cezalandırmaya kalkıştı. Vereceği ceza da ölümdü. Öldürür içini soğuturdu. Siyaset de hukuk da kendisinden yanaydı. O nasıl olsa kendisini kurtarırdı. İsterse kadının çocuklarını, ister bizzat kendisini öldürürdü.
İnternetteki Dijital Anıt Sayaç, öldürülen kadınların adlarını kaydediyor. Kayda başladığı 2008 yılında ülkemizde 66 kadın öldürülmüş. 2024’ün henüz sonuna gelmemiş olmamıza rağmen bu sayı bugün itibariyle 311… (Yazıyı yazmaya başladığımda 311 olan sayı son birkaç gün içinde 319’a yükselmiş. Kaldı ki bunlar sadece bilinenler.)
Kısacası öldürmeye devam ediyorlar.
Üstelik bir yandan öldürüp ve öldürene de göz yumup bir yandan da “Aile de aile, kutsal aile” diyorlar.
Ailenin devam etmesini sağlamak, kadınları öldürüp diğerlerinin gözünü korkutarak başarılabilecek bir şey değil. Aile olmak için önce insan olmak gerekir. Taraflardan birinin can güvenliğinin olmadığı yerde yaşayan küçük insan topluluğuna aile denmez. Öyle bir aile kutsal falan da olmaz.
Bir kadın bakanımız, “Bizim mahalle, kadınların değiştiğini göremiyor.” demişti. Çok haklıydı. Keşke o göremeyenlere bu değişimi gösterse, göstermeyi denese. Örneğin, eskiyip kullanımdan düşmek üzere olan ataerkil düzeni, kadını iş yaşamından koparmakla yeniden kuramayacaklarını anlatsa. Onlara, kadınlara “Kadın normal doğum yapmalı.” diye dayatmamaları gerektiğini anlatabilse. Bir kadının eline bir yazı tutuşturup “Kadın cinayetlerinin artmasının İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasıyla ilgisi yok.” dedirtmekle bir yere varılamayacağını söylese. Çünkü İstanbul Sözleşmesi yaşatır.” dese… “Öldüren kadar ölen de suçlu.” diyenleri ayıplasa, eleştirse. Doğruyu anlatsa… Ve bütün kadınlar da kadının bilgi ve yeteneklerini küçümseyen ve onun konuyu anlamak için yetersiz olduğunu sanan güya eğitimli bazı erkeklere, öyle mansplaining falan uygulamakla kendilerini yüceltemeyeceklerini anlatabilseler…
Zaten çok güçlü olan kadın mücadelesi, o zaman kesinlikle daha hızlı büyür.
Dün akşam izlediğim Mevzular Açık Mikrofon programında Sosyolog Zeliha Burtek şöyle dedi: “Devlet şu an mesafe ve sessizlikte. İşte bu sessizlik ve mesafe bir korku unsuru. Bu hepten kapatılmaya mı dönüşecek? Yoksa bu çabalar sonucunda toplum yaşamı mı söz konusu olacak? ‘Bu sert bir şeye mi dönüştürüleceğinin hazırlığı mıdır?’ sorusu beni tedirgin ediyor.”
Bu tedirginlik herkeste var aslında.
O yüzden “Dur!” diyoruz. “Kadın cinayetlerini durdurun!” diyoruz. “İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönün!” diyoruz. “6284’ü uygulayın!” diyoruz. Ya kendi kendimize ya yanımızdakilere sessizce ya da alanlarda haykırarak söylüyoruz. Kadına şiddet politikasından medet uman politikacılara söylüyoruz. Söylemeye de devam edeceğiz. Çoğalarak… mücadeleye daha sıkı sarılarak. Çünkü biliyoruz ki kadına şiddet politikasıyla mücadelenin zaferi herkesin kurtuluşu, yenilgisi ise her türlü şiddetin sokakları teslim alacağı dünya cehenneminin giriş bileti olacak. O halde kadın hareketi ya kazanacak ya kazanacak. Lamı cimi yok bunun.
Alev Subaşı 2 Ay Önce
Kadın cinayetlerinin sosyo - kültürel geçmişe yaslanan gerekçeleri ile politik sebeplerini gözler önüne seren yazınızın tüm hastalıklı zihinlere panzehir olmasını diliyorum.Kaleminiz Dert Görmesin ..