Bendeniz, yukarıdaki ada sahip aşağıdaki yazıyı yazmaya çalışırken, evimi iki kere su bastı. Suyu çekmeye gücüm yetmediği için günlerce cup cup suyun içinde dolaştım. Derken İstanbul’da Büyükelçilikler kapatıldı. Sonra İstanbul Boğazı’na bir savaş gemisi demirledi. Ukrayna’ya uzun menzilli silahlar vermeye niyet edildi. Türkiye de dahil bütün Ortadoğu’yu Lübnan yapma yolunda epeyce bir ilerleme kaydedildi. Ancak Suriye'de bunu başaramamışlardı. İşleri yarım kalmıştı. Suriye’de gerçekleştirilemeyen Lübnan’laştırma girişiminde, Rusya ve İran suçluydu. Çünkü bu işin önüne taş koymuşlardı. Türkiye iyi söz dinlemişti gerçi ama bazı ufak tefek söz dinlemezlikleri sebebiyle yine o da cezalandırılacaklar listesine alınmıştı. Bu cezalılarla ileride ilgileneceklerdi.
Suriye’de başarılamayan cihat şimdi Türkiye’de başarılmalıydı. İngiltere’nin, Avustralya’ya gönderdiklerine çok benzer ipsiz sapsızları ve suçluları ve katilleri, yıllar yıllar sonra, bir başka yöntemle Suriye’de toplamışlardı. Önlerine sunulan balık “cihat” idi. (Cihat, büyük ama çok büyük amcaların çok umurlarında olduğundan değil, çok işlerine yarayacak bir hap olabileceğini düşündüklerinden dolayı gündemdeydi.) Dünyanın bütün suçlularına, “Haydi Suriye’ye koşun!” denildi. “Cihat yapın. Memleketin mallarına çökün, insanlarını dilediğinizce öldürün. Dünya nüfusu sekiz milyar oldu, biraz azaltın. Kadınlara tecavüz edin, bıktığınızda onları pazarlarda satın ya da eve kapatıp onar onar çocuk doğurtun. Bize genç ucuz ve mecburen sığıntı ve mecburen süngüsü düşük olacak işçi lazım. Ne kadar çok, o kadar ucuz. Çalışmayanları yine toplar, dünyanın bir köşesine insan kesmeye göndeririz, sorun değil. Ha gayret! Güçten düşmüşleri öldürün, bize genç bedenler üretin, ülkenin süper zekalı mucitlerini de bırakın ki kaçıp bize sığınsınlar beyler! Bakın para da mühimmat da bizden!”
Dünyada ne kadar ipsiz sapsız ve katil ruhlu genç adam varsa Suriye’ye koştu. Sahip olduğu işi bırakıp koşan var mıydı aralarında bilmiyorum, ufak ihtimal ama belki üç beş kişi vardır. Bu adamlar, büyük amcaların sağladığı silahlarla Suriye’yi talan edecek, yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında, sınırsız zenginleşerek cihat yapacaklardı. Emek vermeleri gerekmeden, sadece öldürerek ve kendilerine karşı duyulan korku ile saygın insanlar olacaklardı. Oldular da. Çok dindar, çok Müslüman olduklarını söylüyorlardı bunları yaparken ama nedense Suriye’nin tarihi eserlerini yağmalayıp Batı’ya sattılar. Suriye’nin petrolünü yağmalayıp yine Batı’ya sattılar. Yoksul Müslüman ülkelerin yoksul Müslüman halklarına, örneğin Filistin’e (Sedat Peker de değinmişti bu konuya azıcık.) gönderebilirlerdi ama bunu akıllarına bile getirmediler. “Kafir” diye kodladıkları ve aslında kendilerine öldürülmeleri emredilmiş olan kafirlere sattılar, çok çok para kazandılar. Üstelik bunları yaparken “kafir”lerin icat ettikleri ve ürettikleri telefonları, bilgisayarları, silahları, tankları, arabaları, bombaları kullanmaktan geri durmadılar. Öldürdükleri kafirler falan değil, savaştıkları ülkenin Müslüman insanlarıydı. Yaman çelişki efendim, yaman çelişki!
Buradaki çelişkileri görmeyecek kadar akılsız mıydılar? Zekâ seviyeleri ne alemdeydi bilemiyoruz. Çoğunun aklı kıt olsa da elbette içlerinde çok kıvrak zekalı, işini bilir insanlar vardı ve katil ordularını yönetebilecek becerilere, kitleleri harekete geçirmek için kullanacakları bir miktar dini bilgiye sahiplerdi. Hani bizden kimilerinin dediği gibi “bir grup öfkeli genç” işe koyuldu. Kendilerine tecavüz edileceğini gören Yezidi kadınlar, kendilerini uçurumlardan attılar. (Çığlıkları hâlâ o uçurumların diplerinden yükseliyor, duyuyor musunuz?) Bu işsiz güçsüz katil sürülerinin yaptıklarını tek tek saymaya kalksak yüzlerce roman yazılması gerekir. Bunu ileride Hollywood bizler için filmleştirir nasıl olsa (kendine yontaraktan) telaşa ve aceleye gerek yok.
Neyse işte efendim, şalvar cüppe giyince Müslüman, birkaç cümle ezberletilince Kuranı Kerim üstadı oluveren bu ipsiz adamlar, ellerine verilmiş ağır silahlarla Suriye’yi soğan gibi soyarak Lübnan yapmaya koyuldular. Başaramadılar. Yenilince bu ipsizlerin bir kısmı Suriye topraklarında korumaya alındı, bir kısmı da Türkiye’ye taşındı. Suriye’den arta kalan bu katiller ordusu Türkiye’yi Lübnan yapmak için yetersiz kalırdı. O yüzden Türkiye’ye kapıları açtırdılar. Dünyadaki diğer işsiz güçsüz ve suçlu ve öldürmeye teşne ve hatta ellerinden öldürmekten başka hiçbir şey gelmeyen bu insanları sınırlarımızdan içeriye, ülkemize aldılar da aldılar. Cezayir’de kafa kesmelerle başlayan süreç, planlanan sona gelip dayanmıştı artık. (Bu konuyu defalarca yazmaya çalışıp bitiremedim. Belki ileride bitiririm.) Şimdi bütün hazırlıklar tamam. Düdüğün çalmasını bekliyoruz efendim. Beklerken de nelerle uğraşıyoruz nelerle? Ah sevgili Orta Doğu, ah sevgili Türkiye, ah kere ah!
Yağmur yağmasını yürekten dilemiştim ama yağmur evime yağsın dememiştim, yanlış anlaşıldım. Ama her şerde bir hayır mutlaka vardı ve bu şer yine hayırlı bir şeye sebep oldu. Çünkü suyun içinde sersefil yaşarken ülkemin halini, Orta Doğu’nun halini anlamak daha kolaylaştı. Yazıyı yazarken herkese empati yapmak daha da mümkün oldu. Evlerinizi su bassın da siz de anlayın demiyorum tabii! Sadece, suyun içinde yazılmış, ilk okuyuşta deli saçması gibi geleceği kesin ama tekrarında ufuk açabilme ihtimali yüksek olan bu yazıyı dikkatle okusanız keşke diyorum. Sahi, unutmadan belirteyim, su sorunu çözüldü. Sırada evi kurutma çabası var. O da sorun bile sayılmaz.
Elifba Kursu ve Mutabakat Metni
İlkokul öğrencisiyim ve yaz tatillerinde bütün arkadaşlarım gibi ben de Kuran kursuna gidiyorum. Kurs, köy camisinde köyün imamı tarafından veriliyor. İmam çok ihtiyar bir adam. Her yerde ve her zaman, yerlere kadar uzanan siyah bir palto ile dolaşıyor. Başında da siyah bir şey var, şapka değil ama ne olduğunu bilmiyorum, o ayrıntı şimdi gözümde canlanmıyor. Belki namaz takkesidir, belki sarık… Rus kalpağı olma olasılığı daha yüksek, çünkü öyle bir şey gelip gidiyor gözümün önüne. Çok ihtiyar deyişimden de ne anlaşılmalı bunu da pek söyleyemem, çünkü o yaştayken insana, otuz yaşındaki kişi bile çok ihtiyar geliyor. Ama yavaş yürüyen birisi, ihtiyarlık çağrıştıran bir ayrıntı bu; yalnız sakalları siyah. Sakallarının siyah olması gençlik işareti. O dönemde saç sakal boyası var mıydı, erkekler saç sakal boyarlar mıydı onu da bilmiyorum. Velhasıl, yaş konusunda ne söylesem yanlış olur.
Ona İmam Amca diyoruz ve kendisini çok seviyoruz. Bize, Elifba kitabımızı okumayı öğretiyor. Bu arada, kendi aramızda gırgır şamata da yapıyoruz. O yaşlarda itiş kakış, dürtme, çimdikleme, vurma, yıkma, yumruklama, en büyük dostluk belirtisi. Kimse bundan gocunmuyor. Neşemiz yerinde. Elifba’yı da birbirimizle yarışarak çok hızlı öğreniyoruz. İmam Amca, hepimize sırayla okutuyor. Kendi aramızda ölesiye bir yarış var. Bakalım kim daha iyi okuyacak? En iyi okuyan olmak için her şeyi yapıyoruz.
Bu yarışı, yirmi altı yıl boyunca kendi öğrencilerimde de gördüm, onlarda bu yarışı dizginlemek, yatıştırmak için her şeyi denedim ama başaramadım. Çünkü bazen, dizginlemeyi bir yana bırakıp o yarışı kışkırttığım da oluyordu ne yazık ki. Çünkü hayat bir yarış gibi yaşanıp bitiyordu ve ister istemez o yarışa katılıveriyordun ve kendinle çelişiyordun. Bu da başaramamayı getiriyordu elbette.
Kendimi yarış dışına çıkarmayı başarabilmem ise çok uzun yıllar aldı. Bugün artık kimseyle yarışmıyorum. Sadece bazen, dünkü kendimle yarışasım tutuyor. Onu dizginlemiyorum, çünkü kendim dışında kimseye zararı yok.
Çocuk yarışlarının da öyle fazla bir zararı olmuyor kimseye, eğer ki akran acımasızlığı devreye girmez ise. Bu, aslında bu anının dışında bir konu, o yüzden hızlı geçelim.
Elifba’yı galiba iyi okuyorum o gün. Çünkü İmam Amca, bana “Hafız Aysal.” dedi. Kolumdan tutup saçımı başımı, yüzümü okşayarak.
Olup bitenleri her gün ev halkına naklen yayın halindeyiz hepimiz. Hele de İmam Amca bir tek bana hafız demişken, anlatılmasa olur mu? Böyle havalı bir olay… Olmuyor elbet. Anlatıyorum en ince ayrıntısına kadar. Fakat evde kimse buna sevinmiyor. Sevincimi kimse paylaşmıyor. Niye onlar da sevinmiyorlar? Çok kızıyorum anne ve babama. Kendimi dışarı atıyorum, yolumu kayalara vuruyorum. Keçi gibi akşama kadar tırmanıyorum. Akşam olurken eve dönüyor ve erkenden uyuyup kalıyorum. Sabaha beni kötü bir sürprizin beklediğinden haberim yok.
Sabah, el yüz yıkama telaşı başlıyor. Az sonra gideceğim kurs için abdestimi de alıp aradan çıkarıyorum. Elifba’mı ve namaz örtümü, kapı eşiğine yakın bir yere bırakıyor, hazırlıklarımı bitirip kahvaltıya oturuyorum. Bizimkiler çoktan kahvaltılarını etmişler. Kahvaltılıkların üstü gazeteyle örtülmüş, beni bekliyor. Gazeteyi alıp kenara bırakıyor ve yemeye başlıyorum. Çilli tavuğun yumurtası, Narin kızın sütü, peyniri, bahçenin domatesi, salatalığı, tatlı biberi… Komşu yengenin getirdiği taze koyun tereyağı, annemin yaptığı kayısı reçeli, babamın arılarının balı ve kendi yaptığımız köy ekmeği… (Bunları özellikle yazdım. Bugün artık toprakları zehirlenmiş kıraç ve ölü bir köyün, kırk elli yıl öncesinde neler vardı bir hatırlayalım diye.)
Annem bugün de İmam Amca’ya götüreyim diye, domates, salatalık, biber verir mi acaba diye düşünüyorum. Oysa annem çay dolduruyor, şekerini karıştırıp üstüne soğuk su ekliyor ve önüme bırakıyor. Sonra kendi işlerine dönüyor. Ben kahvaltımı bitirene kadar.
Kahvaltı bitip de yola koyulmaya yeltenince bir bakıyorum, Elifba ve namaz örtüsü koyduğum yerde yok. Rüzgâr mı uçurdu acaba diye sağa sola bakınırken annemin kaldırdığını anlıyorum. Çünkü o sıra bana, “Artık kursa gitmeyeceksin Aysel.” diyor.
“Niyeeee? Ama niyeee?”
“Çünkü baban izin vermiyor. Artık gitmeni istemiyor.”
Dünya başıma yıkılıyor. İsyanın bini bin para. Ben Hafız Aysal’dım, büyüyünce küçük halam gibi hafız olacaktım. Kıskandılar diyorum. Pisler diyorum. Keşke arı kovanı yine rüzgarla uçsa da arılar başını sarsa diyorum babama. Çok acımasızım. Bu evde bir anne yok mu diyorum. O izin vermese vermesin, sen versene diyorum. Çocuk acımasızlığı o yasaklanışla doruğa çıkmış. Daha pek çok şey söylüyorum. Bana ses çıkarmadan katlanıyorlar o gün. Beni öfkemle baş başa bırakıyorlar.
İmam Amca’ya gidip babamı şikâyet etsem diye düşünüyorum. Babamın muhtar olduğunu anımsıyorum. İmam Amca muhtarla bozuşmayı göze alır mı ki? Hem babam dururken o ne diyebilir ki? Sonunda çaresiz bu yasağı kabulleniyorum. Sular duruluyor. Evdeki Tommiks, Teksas’ları (Bunları sonradan çok eleştireceğim, yeterince büyüyünce…), Kemalettin Tuğcu’ları, Hayat dergilerini, Hürriyet Gazetesi’ndeki Fatoş Teyze ile Basri Amca’ları, Hüdaverdi’yi, daha sonra babamın getirdiği Türkçe Kuranı Kerim’i okumaya geri dönüyorum. (Türkçe Kuranı Kerim’in, annemin başucunda asılı duran Kuranı Kerim gibi örgü kabının içinde korunması, tutmadan önce abdest alınması, kapağı açılmadan önce besmele çekilmesi, öpülüp başa koyulması, saygı gösterilmesi gerekmiyor. Türkçe Kuranı Kerim, nedense Arapça Kuranı Kerim kadar saygıdeğer değil. Buna bir anlam veremiyorum, o gün de bugün de.)
Bu yaşıma geldim, hâlâ ara sıra aklıma gelir bu anı. Ve her seferinde, o gün çok kızdığım rahmetli anne ve babama yerden göğe kadar hak verir, anıları önünde saygıyla eğilirim.
Hiç şüphe yok ki o gün, bana dokunan adamın, birkaç gün sonra ne yapabileceği düşünülmüş ve tartışılmıştı evde. Ne yapabileceği, neye ne kadar cüret edebileceği, ne kadar ileri gidebileceği konuşulmuş ve bunların yanıtının bilinemeyeceğine hükmedilmişti. Belki de düşündükleri gibi olmayacaktı, İmam Amca son derece iyi davranacaktı, bizlere iyi niyetle dokunacaktı ama bu iki uç olasılıktan hangisinin yaşanacağını şimdiden bilemezlerdi. Bizimkiler, doludan almış boşa koymuş, boştan almış doluya koymuş ve sonunda böyle bir karar vermişlerdi herhalde. Mutsuz olacaktı çocuk bu kısıtla evet ama çok çok daha mutsuz olma ihtimali de vardı. Her ne kadar bu, sadece bir ihtimal de olsa, hep ihtimal olarak kalması daha iyi olurdu. Bu, sadece bir küçük mutsuzlukla atlatılmalı ve ortadaki ciddi hasar alma riski kazasız belasız savuşturulmalıydı. Öyle de oldu. Öyle de olmuş demeliyim aslında. Çünkü bunu, o gün hiç anlamamıştım. Anlamam için çok zaman geçmesi gerekti. Annemle babamın o tedirginliklerini anlayabilmem için gazetelerden, çok fazla sayıda fena haberler okumam, televizyonlardan çok fazla sayıda fena haberler izlemem gerekti.
Bugün artık, bir yerde risk varsa o riskin mutlaka bertaraf edilmesi gerektiğini çok iyi biliyorum. Ne var ki toplumun anne babası saydığımız devlet büyükleri ve devlet büyüğü olmaya aday olan siyasetçiler, böyle bir risk karşısında, benim doğuştan köylü anne-babam kadar dikkatli, ileri görüşlü, tutarlı, ilkeli ve koruyucu değiller.
Üstelik artık ileri görüşlü olmaya bile gerek yok. Çünkü olaylar çoktan beri risk olmaktan çıkmış, açıkta cereyan ediyor. Altı yaşındaki bir (belki de binlerce) çocuğa tecavüz edenlerdeki cürete bakınız. Her şey ayan beyan ortalarda, gözümüzün önünde değil mi? Altı yaşındaki çocuğa tecavüzü haklı ve meşru buluyorlar. Ve bana öyle geliyor ki altı yaşındaki çocuklara tecavüz edebilmeyi ‘hak’ olarak kayıtlara, yasalara geçirmek için mahkeme önlerine toplanıyorlar. Mahkemeye yasak koydurtuyorlar. Sizler ise… Taşta ses var, sizlerde yok, devlet etmeye aday, sayın siyasetçiler, sizlerde tık yok.
Bu kötülüğü ölümüne savunanlar, mahkeme kapılarını tutuyor ve oradan bağırıyorlar. Görüyor musunuz, yoksa görmezden mi geliyorsunuz? “Azgın azınlığa geçit verme.” diye bağırıyorlar.
Kim azgın, kim azınlık diye irdeliyor o günden beri, birçok alanda, birçok insan.
Bana göre ve eminim ki büyük çoğunluğa göre de altı yaşındaki bir çocuğa tecavüz etmek azgınlıktır, az-gın-lık-tır. Hatta azgınlığın en berbatı, en rezilidir. “Azgın azınlığa geçit verme.” diyen bu insanlar, bu toplumda çoğunluk mudur peki? Hayır, çoğunluk değildir.
Bu toplum çürümüş olabilir ama o kadar da değil. Altı yaşındaki çocukla cinsel ilişkiyi bu toplumda kime önerseniz, emin olun ağzınızın ortasına bir yumruk çakar. Bunu, azgın değilse hiç kimse onaylamaz. Görüyorsunuz, yurdun çoğunluğuna “azgın azınlık” diyen azınlık dışında kimse de onaylamadı zaten o babanın ve o kocanın yaptıklarını. Çünkü bunu kimsenin havsalası almaz, kimsenin içi kaldırmaz.
Kendi özbeöz kızını, daha minicikken, daha altı yaşındayken, cinsel oyuncak diye kocaman bir adamın ellerine verebilen babayı savunacak kaç kişi çıkar şu toplumda sahiden? Kaç kişi kendi çocuğunu verir o baba gibi, kocaman adamın eline? Küçük bir azınlık. Evet kesinlikle küçük bir azınlık. Bir azgın azınlık.
Siyasetçilerin niye ödü patlıyor bu insanlardan? Çünkü bu insanlar, bu tecavüzleri, dini eğitim adı altında yapıp ediyorlar. Dindarlığın çok belirleyici olduğu toplumlardaki siyasetçiler de “din” sözünün geçtiği her yere ve her şeye kutsallık atfetme kolaycılığına sığınıyor ve “din” dendiğinde akan suları durduruyorlar.
Din halklar için kutsaldır. Buna kimse itiraz etmiyor, etmez de zaten. Din inançların kutsallığını kabul etmek ve saygı göstermek konusunda bütün toplum hemfikiriz. (Gerçi bu saygının, ülkemizdeki her dini inanca gösterildiğini pek de söyleyemeyiz.) Dinlere ve dini inançlara saygısızlık etmemek için azami dikkat gösteriyoruz.
Ancak, üstüne din kurumu tabelası yazılmış çatıların altında cereyan eden ve artık gerçekten ayyuka çıkmış olan tecavüzleri kutsal saymıyoruz. Sayamıyoruz. Bizlerden, bunları kutsal bulmamız mı isteniyor? Kutsal bulmamız ve sessiz kalmamız mı isteniyor? Sizler o yüzden mi sessizsiniz? Bu soruları hepinize soruyorum Sevgili Altılı Masa. Bu toplum, bu soruların yanıtlarını bilmek istiyor.
Eğer ki istenen, bu tecavüzleri görmezden gelmemiz ise, bizlere bunu açık yüreklilikle söyleyebileceğinize inanıyoruz.
Annem ile babam, en küçük bir taciz riski hissettiklerinde, beni o eğitimden çekip almışlardı. Sizler, tacizleri ikide bir ortaya dökülen yerlerde, ağır taciz riski altında yaşayan binlerce çocuk için ne yapmayı düşünüyorsunuz? Kaderlerine mi terk ediyorsunuz o sabileri ki öyle görünüyor, bu soruna dair bir cümleniz yok mutabakat metninizde. Bu da LGBT+lar gibiydi sanki, dokunana bulaşıyordu sanki ve sizler de dokunmamıştınız bu konulara.
Düşüncesini dinlediğim birçok kişi, bu konunun metne yazılmasını Sayın Temel Karamollaoğlu’nun istememiş olabileceğini söylüyordu. Gerçekten öyle mi? Ben buna inanmıyorum. Sayın Temel Karamollaoğlu’nun, böyle korkunç tecavüzlere razı olacağını, tecavüzlerin engellenmesi için bir şeyler yapılmasına karşı çıkacağını sanmıyorum çünkü. Aksine, bu tecavüzcülerin dindarlığı, böyle karanlık işlere alet etmelerini onaylamadığını sanıyorum. Dini kurumların bu kişilerden temizlenmesini istediğini, isteyeceğini düşünüyorum. Dini eğitimin böyle başıboş bırakılmasını istediğine, isteyeceğine inanmıyorum. Her ne kadar “Ben bu konunun istismara vesile edilmemesi sebebiyle gündemde tutulmamasını arzu ederim.” demiş olsa da… O, ancak korku filmlerinde rastlayabileceğimiz korkunç ailenin yaptığı o korkunç şeyle ilgilenmeyip sadece onların, olayın konuşulmasından rahatsız olduklarına dikkat çekse de… Tarikatların, 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilen 677 Sayılı Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte zaten kapatılmış olduklarını bilmiyormuş gibi konuşsa da… Ailede olup bitenlere karşı toplumdan yükselen sesler için, “İslam’a ön yargılı baktıkları için söylüyorlar.” dese de… Bence Temel Karamollaoğlu, toplumun, asıl bu evlerde yaşanan bu tür olaylardan rahatsız olduğunu biliyor ve toplum gibi kendisi de rahatsız oluyordur. Konuyu gündeme getirmeyerek, üzerinde konuşmayarak, ötesinden geçerek Temel Karamollaoğlu’na yanlış yapmış olmuyor musunuz? Sözünü söylemesini engellemiş, iyiyi kötüden ayırmasına, kötüleri ayıklamak için ne yapılabileceğini düşünmesine, çare aramasına, çözüm üretmesine ket vurmuş, set çekmiş olmuyor musunuz?
Bugünkü halimize, susa susa, sustura sustura gelmedik mi? Sadece bağrıştığımız, kırdığımız, öldürdüğümüz, hep ama hep susturduğumuz için, böylelikle de karşımızdakinin ne istediğini, niyetinin gerçekte ne olduğunu asla tam bilmediğimiz için bu hale düşmedik mi? Kadın erkek eşitliği Temel Karamollaoğlu ile konuşulamaz, Kürt sorunu Meral Akşener ile konuşulamaz, Alevilik sorunu Kemal Kılıçdaroğlu ile konuşulamaz. Kapitalist sistemin acımasızlığı ve gelecek ve insan tüketiciliği Babacan’la konuşulamaz. Suriye meselesi Davutoğlu ile konuşulamaz. (Gültekin Uysal ile ne konuşulamaz onu bilmiyorum henüz.) konuşulamadıkça o sorunların etrafından dolaşılır. Sorunlar asla çözülemez. Dün çözülemedi, bugün çözülemiyor… Ya yarın da çözülemezse? Söylesenize Allah aşkına, ne zamana kadar çözülmeyecek bu sorunlar?
Konuşunca çözülemeyecek sorun tanımıyorum ben. Yeter ki anlamak isteyelim karşımızdakini. Yeter ki konuşmaya kinle, nefretle, yıllanmış düşmanlık duygularıyla başlamayalım. Erkekle kadının, Türk halkıyla Kürt halkının arasında kan davası mı var? Kan davaları bitmez mi? Evet bitmez. Ne zamana kadar? Kan davasının anlamsızlığını anlayana kadar…
İnsan düşmansız yaşayabilir. Ne güzel, metne bütün komşu ülkelerle iyi geçineceğimizi yazmışsınız. Öyleyse sırada ev var. Evlerimiz, evlerimizin içi. Ve büyük evimizin, yani ülkemizin içi…
Her ne kadar dört büyük kitapta kadınla erkeğin eşitliği kabul edilmese de… İslamiyet henüz kendi Rönesans’ını yaşamamış olsa da… Kutsal kitaplar günümüz koşullarına uygun hale getirilmemiş olsa da… O Rönesans’ı yaşamış insanların, yüz binlerce tecrübeden sonra kaleme aldıkları İnsan Haklarını (Ancak kendine kadar demokrat olmaya dikkat eden o insanların bu hakları bizim için istemediklerini bilmemize rağmen…) kendimize kılavuz alarak başlayabiliriz yenilenmeye. Yasalar katında erkeğin kadınla eşit olduğunu kabul etmek ve buna saygı göstermekle işe başlayabiliriz. Aynı şey Kürt sorunu için de geçerli. Aynı şey, başlarına dert açmak istedikleri için değil, yaradılışları öyle olduğu için öyle yaşamak zorunda olan LGBT+’lar için de geçerli. Bütün mesele aynı evde veya aynı vatan üzerinde yaşayan herkesin eşit haklara sahip olduğunu hazmedebilmek veya hazmedememekte düğümleniyor çünkü.
Bu sorunları çözemiyoruz. Çünkü konuşmuyoruz. Çünkü birbirimizi anlamaya niyetimiz yok. Çünkü ev içinde bir düşman, yurt içinde bir düşman, yurt dışında daha çok düşman, galiba erkeklere iyi geliyor. İnsandaki saldırganlık içgüdüsünü hiç eğitmeden aynen mağara devrindeki gibi kullanmaya devam etmek, bazı erkeklere, gerçekten iyi geliyor. O yüzden de konuşulmuyor bu konular. Konuşulsa da çarpıtılıyor, sorun iyice içinden çıkılmaz kılınıyor. Neden? Neden konuşulsa bile olmuyor? Çünkü net değiliz hiçbirimiz. Net konuşmuyoruz. Giysimizin iç cebinde taşır gibi benliğimizde taşıdığımız önyargılarımız ve katmerlenmiş düşmanlıklarımız, iç ceplerimizden bizleri dürtüklerken konuşulmaz zaten. O önyargıları ceplerimizden, benliklerimizden çıkarıp kapının dışında bırakmak gerek. Bırakmıyoruz, çünkü sorunlarımızı çözmeyi zaten ger-çek-ten istemiyoruz, samimiyetle istemiyoruz. Bunlar, yaşantılarımızdaki normal şeyler olmuş sanki. Onca acıya, onca kana, onca gözyaşına rağmen bu sorunların varlığından memnun gibiyiz. Yaşamlarımızdan bu acıları çıkarsak, düşmanlıkları bitirsek yani artık bu acılar olmasa… bir eksiklik, bir yoksunluk duygusu içine, bir boşluğa düşecekmişiz de düşmemek için sorunlarımızı özellikle çözmüyormuşuz gibiyiz. El birliğiyle bu vatanı güllük gülistanlık yapmaya davranırız, yoksunluk duygusu falan da yaşamayız diye düşünemiyor gibiyiz.
Kadın erkek eşitliğine karşı çıkanlar, kadınların fiziksel güçte eşit olalım demediklerini biliyorlar. Bunu bilmelerine rağmen hemen fiziksel eşitsizliği öne sürüyor ve bunu eğip bükerek laf cambazlığı yapmaya davranıyorlar. Bunu yapıyorlar çünkü, evdeki krallıklarının bitmesini istemiyorlar.
Erkekler evde kral; ırkı Türk, dini İslamiyet, mezhebi Sünni olan ülkede kral… Böyle iyi deniliyor, hep böyle sürüp gitsin isteniyor. Bu yüzden kimse, tarafların, “insan hakları” bakımından eşitlik istediklerini anlamaya yanaşmıyor. Tahtından olmamak için.
Herkesin bir tahtı var. Ve kimse o tahtını kaybetmek istemiyor. Kiminin tahtı kutsal kitap, kiminin tahtı şanlı ırkımız, kiminin tahtı evdeki yumuşak koltuk, kimininki şu, bu… Krallarımız memnun mesut yaşayıp gidiyorlar. Ülke yıkılıyor, hiç rahatsız olmuyorlar. Ülkenin yıkılmasını belki canı gönülden onaylıyorlardır bile ama ben, bunun tersi olduğuna inanmak istiyor, süzme salaklar gibi safiyane dil döküyorumdur.
Gerçekte çözüm bende değil, bizlerde ve hatta siyasetçilerin tümünde de değil. Sayın Karamollaoğlu’nda ve galiba bir de Sayın Davutoğlu’nda, Sayın Babacan’da ve ülkenin iri iri insanlarında.
Ki onlar da biliyorlardır, son yıllarda, ülkemizde, ateist ve deist sayısının hızla artmakta olduğunu. Ve yine onlar da biliyorlardı, bu artışta, siyasal İslam’ın yönetimde olmasının çok büyük payı olduğunu. Ülkemizde dindarlık adı altında yapılıp edilenleri gördükçe gençlerin dinden uzaklaştıklarını. Sadece gençlerin mi? Elbette değil. Bu yaz, yetmiş yaşın üzerinde bir hanımdan, “Bu yaştan sonra ateist olmak da varmış.” cümlesini kulaklarımla işittim ve nedense hiç şaşırmadım.
Siyasal İslam’ın laikliği yok ederek dini hükümlerle devlet yönetmeye kalkması, kendisine de çok zarar verdi. Baksanıza, viraneye çevirmek dışında bu ülkeye en büyük etkisi, farkında mıyız bilmiyorum ama, inançlı insanları dinden soğutup uzaklaştırmak oldu. Türkiye’de şu sıra, bir inanç anketi yapılsa ve insanlar korkmadan cevap verebilseler, en büyük kitleyi belki de ateist ve deistlerin oluşturduğunu görebiliriz. Yani Türkiye’nin, yüzde doksanının Müslüman olduğu iddiası artık pek de doğru sayılmıyor. Belki hiçbir zaman da öyle değildi ama öyle olduğu iddia ediliyordu. Çünkü bu ülkede insanlar, beyaz Türk, Müslüman ve Sünni ve erkek değillerse hiçbir zaman varsayılmadılar, önemsenmediler, herhangi bir konuda hak sahibi olmadılar, hatta vatandaş sırasına bile alınmadılar, daha da hatta ve ne yazık ki belli aralıklarla kitleler halinde katledildiler.
Bu sorun, mutabakat metninizde bir satırcık bile olsa yer bulamamış kendisine sevgili Altılı Masa. Hâl böyleyken şunları sormak ve cevaplarını alabilmek istiyor insan:
İnsan haklarını ilkokullarda ders olarak okutacağız, çok güzel, kesinlikle takdire değer bu ama sonra, insan hakları denen şeyi kendi haline terk edecek ve yine unutacak ve toplumsal yaşantımızdan insan haklarını yine çıkaracak mıyız? İnsan döven, gazlayan, öldüren görevliyi, görevini yapıyormuşmuşmuştu diye koruyacak mıyız? Ona, o görevin öyle yapılmayacağını anlatmak, nasıl yapılacağını öğretmek için bir şeyler yapmayacak mıyız? Canı sıkılan birisinin, oruç tutmayan bir vatandaşı dövüp öldürmesine ses çıkarmayacak mıyız? Oruç tutmayanın, tutmama hakkı olacak mı yoksa yine sadece oruç tutanların hakları, tutmayanların da bir ay süren korkuları mı olacak? Beyaz Türk, Müslüman ve Sünni ve erkek olmayanların can güvenliği olacak mı, yoksa yine kim vurduya gitme ihtimaline karşı hep “güvercin tedirginliği” ile mi yaşayacaklar? Ve bir gün mutlaka, mesela bir Ramazan ayında, su içti diye; mesela kazmanın birinden boşanmak istiyor diye, sokak ortasında öldürülecekler mi?
Sorular çok…
İslamiyet’i yorumladığını söyleyip kendi yorumlarını yayan ve etrafında cemaat toplayıp saygı gören her kişi, gerçekten saygıdeğer kişi midir? Yoksa içlerinde, içindeki kötü niyeti din ile örtmek isteyen ve bunu dini kullanarak kolayca yapabilen, cebine ve uçkuruna düşkün uyanık ve bıçkın insanlar yok mudur? İyi niyetli, tertemiz niyetli insanların dini inançlarını sömürmeye ve hiç alın teri dökmeden, hiç çalışmadan, üretime hiç katılmadan, bir ömür boyu bir minderin üzerinde oturarak bal kaymak yaşam sürdürmeye teşne, kötü niyetli insanlar yok mudur? Varsa o kişiler, ayıklanmayacaklar mı, öyle devam edecekler mi? Gariban halkın, bağış diye parmağından çıkarıp verdiği alyansı, kendi ailesinin rızkından keserek verdiği unu ekmeği, şirketler kurmak, ticaret yapmak ve yeterince büyüyünce ülke siyasetini kontrol etmek ve hatta yönetmek için kullanacaklar mı?
Mutabakat metnine bakınca şunları görüyorum kendimce: Altılı masa gerçekten ama gerçekten iyi niyetli. Metinde, ülkemizin her alanında, yanlış olan her şeyi değiştirmek, onların yerine, insanı önceleyen ve mutlak insanca olan yenilerini koymak gibi şahane bir amaç hemen göze çarpıyor. Bu metni oluşturabilmek için, önce kendi ezberlerini bozmaya, önyargılarını aşabilmeye, kendilerini ikna edebilmeye, sonra bu değişimleri kendi gruplarında oluşturabilmeye ve hemfikir olup ortaya kusursuz bir metin çıkarmaya çalışmanın güçlüğünü, böyle uzaktan bakıp düşününce bile yoruluyor insan.
Bizler, toplumca bunalıp, yorulup serzenişlerde bulunur, acele edin diye bağrışır ve kaprislerimizi, onları mecalsiz bırakacak kadar üstlerine boca ederken… onların bunlarla cebelleştiklerini bilsek belki daha sabırlı, daha insaflı tepkiler verir, hatta yardımcı olmaya çalışırdık. Kendi adıma, Mutabakat Metni’ni okuyalı beri yüzüm biraz kızarık.
Altılı masayı yürekten alkışlıyorum. Ancak bütün bu söylediklerim (önceki sayfalarda yazdıklarımdan da kolayca anlaşılacağı gibi) metinde her şey tastamam olduğu için değil. O, oldurma çabasının samimi olduğuna bugün, dünden daha çok inandığım için. O oldurma çabasına şapka çıkarttığım için.
Eksik kalan yanlarını, masada açık sözlülükle, uzun uzun, samimi samimi, en önemlisi de pazarlıksız ve de içten pazarlıksız konuşabilseler keşke demek için. Laf aramızda, bu metnin, tarih kayıtlarında kendine, Hammurabi Kanunları kadar yer bulacağı hissindeyim. Ve o yüzden hiç eksiği kalmasa keşke diyorum.
(Madem lafı açıldı sorayım eccik daha: Hammurabi Kanunları steli, ay niye Paris’te, Louvre Müzesi’nde sergileniyor ki acep? Hammurabi tabletleri, ay niye Londra’da British Müzesi’nde bulunuyor ki acep? Bir Mezopotamyalı, onları görebilmek için niye önce vize kahrı çekmek, sonra uçak parası ödemek, sonra müze bilet parası ödemek zorunda ki acep? Ha bir de… Orta Doğu’nun bütün mucitleri niye, o “kafir” dolu ülkelerde ki? N’olmuş da Steve Jobs, Lübnan’ı terk edip gitmiş ve Apple’yi Lübnan’da değil de niye Amerika’da geliştirmiş ki?)
Sorular çok uzayacak, durmak gerek.
Mutabakat metni saygıdeğer bir metin. Çok emek harcanmış, üzerinde ciddiyetle ve yoğun çalışılmış. Destekliyor ve kendi adıma, hepinize çok çok teşekkür ediyorum.
Övgü yağdıranlar çok olacaktır. Yergi yağdıranlar da. Ve bazıları da metnin daha da saygıdeğer olması için katkı vermeye çalışacaktır. Belki hiç lazım değildir ama ben kendimce, üçüncüyü yapmaya çalıştım.
Bütün ilgim, ırkına, cinsiyetine, dinine, mezhebine bakılmaksızın ülkedeki her vatandaş eşit haklara sahip olabilecek mi, eşit hizmet alabilecek mi, eşit saygı görebilecek mi soruları üzerinde.
Kötü haber: Lazım olsa da olmasa da bu konular ve de mutabakat metni ve de daha daha ne yapabiliriz üzerine daha da kafa yoracağımı, daha da yazacağımı hissediyorum.
“Aysel git başımdan!” dediğinizi de işitir gibiyim!
Olsun…
Alev Subaşı 2 Yıl Önce
"me " yi duymanışsınız Aysel Hanım .Hangi "me " mi ? Aysel gitm( me ) başımdan!” derken ki :)) Hiç eksik olmayın .Hep yazın.Kaleminize Sağlık