Ajans Bakırçay
2020-11-06 10:40:52

Güven

Aysel Korkut

06 Kasım 2020, 10:40

Bu yalan dönem, tüm zamanların da zaten en kırılgan duygusu olan ve sık sık kuşkudan kuşkuya savrulan fakat yine de var olan, gerçek olan, sahici insanın da en çok ihtiyaç duyduğu, insana kendisini diğer bütün duygulardan daha iyi hissettiren “güven” duygusunu yerle bir etti. Çürüme, zıtlaşma, ayrışma vesaire vesaire derken, kimse kimseye güvenmiyor bir süredir. En iyi niyetli olaylarda bile aklımızda hep şu soru: “Ya altından bir çapanoğlu çıkarsa?”

Böyle düşünmekte kimse haksız değil. Çıkıyor çünkü. Hangi taşı kaldırsan altından bir çapanoğlu çıkıyor ve alıp başını giden komplo teorileri de insanın başını döndürüyor. COVID-19’un komplo teorileri örneğin.

Sanki Dan Brown’un Cehennem’i mutlu sonla bitmemiş de sayfaların içinde rölantide bekleyen pek sayın virüs ve virüsün bilumum olayları, hapsolmaktan sıkılıp romandan çıkmış, gerçek hayata, gerçek insanlara saldırıya geçmiş. Hem zaten Yerebatan Sarnıcı’nın sularına gizlenen virüs de kısırlaştırmaya değil, insan nüfusunu, becerebildiğince toplu temizlemeye yönelikmiş. Doğal seleksiyon ilaçlarla durduruluyorsa (Ki bu ilaçlar sayesinde birileri bol kazanç sağlıyor elbette, ilaçların satılıyor olmasının zararı yok elbette, bir şey demiyoruz, satılsın canım elbette.) (Konu fazla dallanıp budaklanacak, bunu geçelim.) virüs gayet tabii işbaşı yapabilirmiş; zayıfları, yaşlıları, dayanıksızları, yoksulları, evsizleri süpürmeye girişebilirmiş. İzin verilmişmiş. Buyursun süpürsünmüş.

Yazık ki akıl dışı görünmüyor hiç. Bunca akıldışı olayın yanında, aksine, çok da gerçek görünüyor üstelik. Bu komplo teorilerine inanmak istemesek bile inanır gibi oluyoruz, hatta inandığımız zamanlar, inanmadığımız zamanlardan çok daha fazla. Sorup duruyoruz: Neden olmasın?

Eh, son zamanlarda pek çok yeni çağa hazırlık dizileri de izliyoruz ya bir de. Person of Interest ile mi başlamıştık bunlara? Emin değilim. Ama devamında, gerile gerile Mrs. Robot’u izledik. Belki tümünü izlemeyi başaramayıp kimi bölümlerini yarıda kestiğimiz Black Mirror’u da izledik. Son olarak Platform var ki ben ilk bölümünün sonuna çıkamadım henüz. İzleyebilmek için güç biriktirmeye çalışıyorum. Çünkü izlemek gerek, gerekten öte, şart. Güç biriktirebilirsem izlemeye devam edeceğim. Olursa bir gün yani, devam edeceğim evet. Şimdilik Homeland’la, bol aksiyonlu geçiyor günler. Bu film de insanı daha az kuşkulu yapmıyor ama, biline. 

Yeni çağ, yapay zeka ve biyoteknoloji çağı. Küçültüle küçültüle (gıdalarla, olayların orta çağdan kalmalığıyla, yalanla dolanla, anı yaşamalarla vs.) kuş beyni seviyesine indirilmeye çalışılan beyinlerimize birkaç beden büyük gelen teknik terimlerle saldırıyor bu çağ. Bu çağı anlayabildiğimiz kadar anlıyor, anlayamadığımız zaman acınası bir çaresizliğe düşüyoruz ya da aldırmayıp, görmeyip, ilgilenmeyip yok sayıyoruz. Ama var. Bu çağ böyle bir çağ. İnatçılar, meraklılar bilme, anlama telaşında. Barış Özcan ve Emin Çapa, bu konuların üstünde sıkça duran, doğru bilgiler veren, en azından vermek için çalışan isimler. Meraklıları zaten izliyorlardır yapay zekadaki gelişmeleri anlatan bu programları bencileyin. Ve mutlaka böyle programlar yapan başkaları da vardır. Henüz tanışmadığımız programlar. 

Bir zamanlar Küçük Ev vardı. Cosby Ailesi, Tatlı Cadı, Bonanza, Uzay Yolu, Altın Kızlar falan. Nasıl naif şeylermiş değil mi? İnsanları ekran başına en kilitleyeni Dallas’tı düşünsenize. İçinde çok çok bir iki entrika geçen bir dizi. Onda da merakımız, Ceyar, Suelın’a ihanet etmiş mi etmemiş mi türünden sorular etrafında döner dolaşırdı. Şimdiki TV dizilerinde öyle tuhaf entrikalar var ki on dakika izlemek bile insanı daraltıyor. Beni daralttı şahsen. Geçen bir arkadaşım izlerken ben de izleyeyim şu diziyi dedim, bakalım ne varmış, on beş, yirmi dakikadan sonrasına katlanamadım, arkadaşımı dizisiyle baş başa bırakıp ortamdan kaçtım.

Toplumdaki kimin kime güveni kalır ki böyle diziler izleniyorsa her gün, her evde? İzlenenlerden etkilenmemek mümkün mü? Herkeste, her davranışta bir entrika aramamak söz konusu olabilir mi? İnsanın akıl ve ruh sağlığı bütün bunlardan olumsuz etkilenmez mi? Bilmiyorum, ileride göreceğiz bu dizilerin sonuçlarını. Hep birlikte, herkesin paranoyak olmuş olduğu bir dünyaya uyandığımızda belki de bir sabah.

Yeni bir dünya inşa ediliyor. Çocuklarımıza, torunlarımıza bir garabetler dünyası bırakacak gibiyiz. Wall-e’deki gibi bir dünya. Herkes Greta olmadıkça, gözleri çakmak çakmak, “Buna nasıl cüret edersiniz?” diye hesap sormadıkça, “Durdurun bunları!” diye bağırmadıkça… Bırakacağız evet. Bıraktığımız dünya bir garabetler dünyası olacak. Bir komplolar yığını, dev bir güvensizlikler diyarı. Dağı ovası oyulmuş, bağırsakları sökülüp sağa sola atılmış, suları zehirlenmiş, üstü tamamen çöple kaplanmış, insana düşman bir dünya.

Cehennem’den söz etmişken, ister istemez, bugün okuduğum bir gazete yazısına da değinmem gerekiyor. Yazıyı Cengiz Yalçın yazmış. Bugüne kadar duymadığım, bilmediğim bir isim Cengiz Yalçın. Don Brown’ın Cehennem’inin, Marina Fiorato’nun, Boticelli'nin Sırrı adlı kitabıyla aynı örgüye sahip olduğunu iddia ediyor kendisi. İnsanın aklını karıştıran bir iddia. Böylesi durumlarda kime güveneceğini bilemiyor insan haliyle ya ben de tereddüt ettim. Bu yüzden de ikisini yan yana getirip birebir karşılaştırmak gerekiyor. O yazı yüzünden, Boticelli'nin Sırrı adlı romanı okumak farz oldu. Bunu herkes yapmalı bence diyemeyeceğim, çünkü hemen şimdi bir başka kuşku sıyırıp geçti aklımı.

Zülfü Livaneli’nin kitaplarından birinin -Kardeşimin Hikayesi’nin- adını değiştirip, yazar adı yerine de kendi adını yerleştiren bir hanım kızımızın, o kitabı kendine mal ettiği ve şaka maka iyi de sattığı günleri de yaşadık, gördük. Şaşırdığımız şeyler çok değişti, şimdilerde artık bu tür şeylere şaşırıyoruz. Livaneli de öyle demişti kendisine sorulduğunda: “Vallahi ben haberi görünce çok şaşırdım.” 

Ünlü olma telaşından gözü dönmüş -gözü döndürülmüş daha iyi betimleyebilir bu hali- gençler, olmadık şeyler yapıyorlar. Kendisinden önceki kitaplardan etkilenmemiş, yazdıklarını onun etkisinde kalarak yazmamış yazar yok gibidir. Gibidir bile değil, yoktur. Dostoyevski, Gogol için “Hepimiz onun paltosundan çıktık.” diye boşuna dememiştir. Evet, herkes birbirini etkiler. Herkes birbirinden etkilenir. Çünkü insanın okuduklarından, izlediklerinden, dinlediklerinden, görüp yaşadıklarından etkilenmemesi söz konusu olamaz. Olmuyor da zaten. Don Brown da o kitabın etkisinde kalmış olabilir mi? Çünkü ne çalmaya ihtiyacı var ne de öylesi bir hata yapacak yaşta kendisi. Aslında ondan bundan etkilenme yaşlarını da geçmiş bulunuyor ama. Aması var işte. Bu bir karalama çabası olabilir mi? Bilmiyoruz. Bilemiyoruz. İlgilenip göreceğiz. Güvenemiyoruz.

Eskiden “Şu şunun etkisinde kalmış, bu bunun etkisinde.” denirdi, şimdi deveyi hamutuyla yutmalara geçildi çünkü. E haliyle de kimse kimseye kolay kolay güvenmiyor. Haklılar. Haklıyız.

Banka sitelerine girerken robot değil de insan olduğunu ispat etmen gerekiyor bazen. Sayın robot milletine, robot değil insan olduğumuzu ispat etmemiz bazen epey uzun sürebiliyor. Belki bir gün robotlar, o karelere bölünmüş fotoğrafları seçip işaretlemeyi de yapabilir olacaklar ve fakat o zaman yeni ispat etme yolları da bulunacak. Ve sen o yeni olanaklara uzanacak ve yine insan olduğunu ispat etmeye çalışıp duracaksın. Cansiperane. Ben insanım, vallahi billahi ben insanım kardeş!

Ne fena değil mi?

İnsan, insan olduğunu ispat etmekte zorlanıyorken, bir yazar nasıl ispat eder yazar olduğunu? Zor. Her yazarın bir kitlesi vardır, onu herkes tanımaz çünkü. Tüm ülkenin tanığı ustalardan söz etmiyorum elbette, tüm dünyanın tanıdığı ustalardan hele hiç. Ya da çok reklamla gözümüze sokulup hepimize mutlaka tanıtılmış olanlardan da. Küçük kitleleri olan yazarlardan söz ediyorum. Azla yetinenlerden ya da yetinmek istemese bile yetinmek zorunda kalanlardan, bırakılanlardan, falan falan. Ben bunların hangisine giriyorum bilmem. İlk ikisine girmediğim kesin. Buraya bir gülücük ikonu bıraktığımı varsayalım.

İşte o herkesçe tanınmayan yazarlar, yazar olduklarını ispat etmek zorunda kalırlarsa ne yaparlar? Hiçbir şey. Ortamda birbirinden kötü ve hatta akıldışı örnekler varken, kendilerini paralasalar bile nafiledir çünkü.

Bir müzisyen olsan ispat edebilirsin müzisyenliğini, çünkü sanatını elektronik ortamda da icra edebiliyorsundur. Kanıtını parmaklarında, sesinde yani kendinde taşıyorsundur. Bir müzisyenin bir yazara göre kendini anlatması daha mümkündür. Bir müzisyen bir yazardan daha çabuk anlaşılır; kendisine, diğerine oranla daha kolay güvenilir. Ancak, karşısına Terry Pratchet’in “televiyonaçıkmışmıki”lerinden birisi denk gelir ise müzisyenin kendini ispatı da sarpa sarabilir. Televizyon fazla mühim!

Müzisyen veya yazar ne diye kendini anlatmaya çalışır? Buna ne gerek vardır, niye ihtiyaç duyar? Çok basit, çünkü her ikisi de başkalarıyla var olunabilen, var kılınabilen mesleklere sahiptirler. Müzisyenin dinleyici kitlesine, yazarın da okurlara ihtiyacı vardır. Dinleyicilere ve okurlara ulaşmak belli bir tanınırlığı gerektirir. Ancak bu tanınırlığı müzisyen de yazar da kendi başına sağlayamaz. Müzisyen çok çok bir metro girişinde çalar söyler, bir barda sahne alır; yazarın işi ona göre burada da zordur. Çünkü yazar, okumayan bir topluma kendisini okumasını önermek gibi çılgın bir iş yapıyordur. 

Orhan Pamuk gibi varsıl bir ağabeyiniz var ise tanınmanız da okunmanız da kolaydır. Dehşetli büyük reklam kampanyalarıyla bir günde bile tüm dünyaya tanıtılabilirsiniz. Bütün bunlar size Nobel yolunu bile açabilir. Yok eğer varsıl bir ağabeyiniz yoksa Yaşar Kemal olursunuz, büyüksünüzdür fakat Nobel uzakta kalacaktır. Veya oturduğunuz yerden seslenirsiniz. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin?” dersiniz örneğin; bugün bildiğiniz değil, dünkü Oguz Atay, iplemediğiniz zamanlardaki Oğuz Atay gibi.

Bunu en iyi örnekleyen yazarlardan birisi, gerçekten de Oğuz Atay. Zamanının tu kakası, bugünün büyük yazarı Oğuz Atay. Onun kendisini ağırlayacak kimsesi yoktu. Çünkü ne kördü ne de sağırdı o.

Ne ilgisi var bunun körlükle sağırlıkla diyeceksiniz? Çok var. Körlerle sağırların birbirlerini ağırladığı, eşit iki kör ya da iki sağırın, aman eşitlik bozulur da o beni geçer iç pazarlığıyla birbirlerini ağırlamaktan kaçındığı; aynı zamanda yabancı kör ve sağırların da ‘öteki’ olarak kenara atılıp sonsuza dek orada unutulduğu gibi bir gerçek varsa, bu konunun da o körlük ve sağırlıkla mutlaka ilgisi vardır.

Oğuz Atay, kör veya sağır olmamakla kalmayıp üstüne bir de hepten aykırı bir kişidir; bağımsızdır, özgürlüğüne düşkündür, kimseye minnet etmezdir; büyük burunluları yellemiyor, kendi başına var olmaya çalışıyor, her kimle toslaşsa ona birkaç beden büyük geliyordur. O zaman da haliyle destek yoktur, köstek vardır; takdir yoktur, çemkirme vardır; ödül yoktur, ceza vardır. Ne kadar yetenekli olursa olsun; yazar, şair, müzisyen, memur, işçi, ne olursa olsun, öyle insanlara hayat yoktur. Edebiyat dünyası Martin Eden doludur.

Güven diye başladık nerelere geldik. Gelmedik aslında, gittik. Demiryolu Hikâyecileri’nin kahramanı, tenha bir yerleşim yerinde kendi gibi birkaç arkadaşıyla yaşayan ve kasaba istasyonunda mola veren yolcu trenlerinin koridorlarında öykü satarak karnını doyurmaya çalışan birisidir ya. Her gün öykü yazıp çoğaltarak ve bunları trenlerde satarak yaşamaya çalışan birisidir ya. İşte ta oralara gittik. Demiryolu Hikayecileri’ni tekrar okuyasım geldi.

Bu anımsayışlar, bu gidişler gelişler, insanı hem üzer hem gülümsetir. Bir üzülüp bir gülümseyerek şöyle bir düşünür, bir iki kalem karalar, derken aniden kendini anlatmaya çalışmaktan vazgeçiverirsin. Çünkü… İnanmayana, önemsemeyene kim haksız olduğunu söyleyebilir ki? Kardeşimin Hikayesi’ni kendine mal eden Nurşen Hanım gibi örnekler de ortadayken üstelik… (Bu, bu, bu, … ne diyeceğimi benim de bilemediğim davranışı, hanım kızımızın gençliğine vermeye çalıştığım için soyadını yazmıyorum buraya.) Bir yazar kendini niye ispat etmek zorunda olsun ki? E peki bir müzisyen veya bir yazar, ne diye kendini anlatmak, ispat etmek zorunda kalır? Kalır. Bu ortamda kalır. At izi it izine karışmış, güven bataklığa düşmüş, imdat çığlıkları ata ata can çekişmeye başlamış. Güven, güven, güven… Güven, Vedat Türkali’nin romanlarından birinin adıdır. Tuğla gibi iki cilt. Vedat Türkali’yi ilk ve son kez gördüğümde… Yok, bu konu başka bir yazı ister. Sayfalar dolusu bir başka yazı.

Bir yaz oğlumla birlikte tatile çıkmış, kıyı Ege’yi geze geze Çanakkale’ye ulaşmıştık. Bu sırada cüzdan da tamtakır olmuştu tabii. Otobüsteyken telefon edip Öğretmen Evi’ni aramış, kendimize yer ayırtmıştık. Öğretmen Evi fiyatları otellere göre uygun olur ve öğretmen olmayanlarca kapışılır, öğretmenler genellikle dışarıda kalır. Bir süredir böyle. Neyse ki şansımız her nasılsa yaver gitmiş, biz yer bulabilmiştik o gün. Ancak yine de daha uygun fiyatlı bir yer var mıdır diye civarda dolaşmış ve sahiden de bulmuştuk. Bu yer şehrin göbeğindeydi. Yerini de beğenmiştik. Valizlerimizi resepsiyona bırakıp şehri gezmeye çıkmış, gece oraya uyumaya gitmiştik. O günlerde oğlumla oynadığımız bir oyun vardı. “Hangisi daha hayatidir?” sorusu etrafında dönen bir hayat oyunu. “Sevgi mi, para mı, güven mi, huzur mu?” seçenekleri üzerinden yaklaşıyorduk olaylara. O otelde yer ayırtıp valizleri resepsiyona bırakırken parayı öne çıkarmıştık. Çünkü o bize, sonraki günler için de gerekliydi. Kalacağımız yerin üç kuruş daha ucuz olması o anda iyi bir şeydi.

Valizleri odaya çıkarmışlardı. Acayip bir odaydı. Neyse ki çarşafları temiz iki yatak, bir titrek masa, iki kırık dökük sandalye, tepemizde ölü gözlü bir ampul, sadece bir klozetle bir lavabonun ancak sığdığı, odayla arasına kirlinin kirlisi bir perde çekilmiş pis kokulu bir tuvalet. Tamam, tamam, yok bir şey. önemli değil, idare ederiz, alt tarafı bir gece değil mi uyur, uyanır, yolumuza devam ederiz.

Bir de balkon kapısı vardı odanın. Oğlum haşarat, her yeri kurcalamadan durmaz. Neyse ki durmaz. Kapıyı açıp balkona çıktı ve gözden kayboldu. Ardından ben de çıktım. Bu kadar minimal boyutlardaki bir odanın balkonunun da minicik olması beklenir, oysa upuzun bir balkon var. Sanki sonsuza giden bir yol. Ve aynı balkona açılan, hepsi de ardına kadar açık, sıra sıra karanlık kapılar. Oğlum o karanlık kapıların birinden çıkıp yanıma geldi. “İçeride horlayan adamlar var anne." dedi. “Şu odadaki adamın birisi de yere düşmüş de uyanmamış galiba, devrilmiş yerde yatıyor.”

Girdik odamıza. Valizleri balkon kapısının önüne dizdik. Kendimizi güya güvene aldık. Huzurlu muyuz? Hayır. Aklım allak bullak. Bu gece burada geçirilir mi? Parayı da ödedik. Oğlum girip yatağına yattı. Çok çocuk o daha, odayı sevmedi ama idare edelim dedik diye idare etmeye çalışıyor. Yorulmuşuz da. Uykuya daldı dalacak. “Kalk!” dedim oğluma birden. “Kalk, gidiyoruz.”

Paldır küldür terk ettik oteli. Öğretmen Evi’ne gittik. Bu iki yer birbiriyle kıyaslanamayacak kadar farklı iki yerdi. Paramız biraz daha eksilmişti ama artık güvendeydik. Huzur içinde uyuduk. Bu hayat oyunundan aklımızda kalan ise sadece ve sadece bu tek olay oldu.

Güvenden söz ettiğim zaman aklıma ilk önce ve de hep bu olay gelir. “Güven hepsinden önemlidir.” Fikrinde karar kıldığımız o tuhaf gece. O sefil otel odası. Oradaki güvensiz ortam aklıma gelir. Hep öyle ortamlarda yaşamak zorunda olanlar bir de. Çaresizler.

Güven yoksa sevgi solar, yıpranır, ölür.

Güven yoksa huzur da var olamaz, huzurun kardeşi mutluluk da. 

Para belli oranda güvenlik satın alabilir, özgüven verebilir ama güvenlik duygusu oluşturamaz.

Oysa güven varsa sevgi büyür. Güvenli ortam aynı zamanda huzurlu ortamdır. Para, güvene ancak bir araç olarak hizmet edebilir ama tonlarca paranın güvenliğinden şüpheye düştüğünde, o kadar parayla pulla bile kendini güvende hissedemediğinde, onu başka yerlere taşımak zorunda kaldığında, yani öyle güvensiz ortamlarda… güven duygusunun her şeyden önce geldiğini anlayıverirsin. En büyük büyük patron olsan bile alır yatırımlarını başka yerlere taşırsın. Yakın tarihten örneklerini biliyoruz.

İşte böyle, böyle, böyle. Bu konu daha çok uzar gider.

Size bir türlü güvenemezler de siz insanlara körlemesine mi güvenirsiniz?

Tabii ki değil. Güvenmek zaman ister, tanımak ister. Siz de öyle kolay kolay güvenmezsiniz kimselere. Güvenmemelisiniz de zaten. Size güvenmeyenleri de suçlamamalısınız zaten. Ama illa güven diye uğraşmamalısınız da zaten. Size güvenmeyenlere siz niye güvenesiniz ki zaten? Siz herkese herkes de size güvenmek zorunda değil ki zaten.

Zaten de zaten.

Eeey psikolog, psikiyatrist arkadaşlar(!) Birer paranoid şizofren adayı mıyız hepimiz?

Kuşkucu olmalı mıyız?

Elbette mi diyorsunuz? Sorgulamalı, hiçbir şeyi ezbere kabul etmemeliyiz mi diyorsunuz? Ancak güvenilecek insanlara da güvenmeliyiz diye mi ekliyorsunuz? Ve güvendiğimiz insanlara -yazının başında da dediğim ya da demeyi düşündüğüm gibi- çok sıkı sarılmalısınız, evet, evet öyle yapmalısınız, kırk yıldır güvendiklerinize hele, hele de onlara, çok sıkı, çok çok sıkı sarılmalısınız ve fakat güvenin bittiği yerde de iki dakika bile durmamalısınız, size ısrarla güvenmeyenlere kendinizi anlatmak için uğraşmamalısınız mı diyorsunuz?

Peki. Biz uzman sözü dinleriz. Uzmanlara güveniriz. Gerçek uzmanlara. Artık öyle yaparız. Dediğiniz gibi.

Buraya kadar okuduysanız bu yazıyı gerçekten, gözlerim yaşarır. Siz sahici bir okur yazarsınız demektir bu. Artık az bulunuyorsunuz. Teşekkürler beyav.

Yorumlar (7)

Fatma DADAŞOĞLU 4 Yıl Önce

Çok güzel bir yazı daha okumanın mutluluğunu yaşattın bana Aysel Korkut arkadaşım.Cok teşekkür ederim.Kalemine, yüreğine sağlık.Anlattigin her satır da kendimi buldum yaşadıklarımı buldum. En komiği banka'nin resim de kaç trafik lambası var diye sormuş

Leyla Bitirim 4 Yıl Önce

Kaleminize Sağlık..

Nezihe 4 Yıl Önce

Güvensiz hayat, sevgisiz ve huzursuzdur. Katılıyorum size. Lakin güvenecek kimseyi bulamamak veya güvendiğine güveninin sarsılması daha da huzursuz kılar hayatı.. Gel o zaman çık işin içinden.

Alev Subaşı 4 Yıl Önce

Güvensiz kalplerimizi karaktersiz insanlara borçluyuz.Diye bir söz okumuştum.Güven gerçekten inşaası çok zor yıkılması bir anlık birşey ! Yerli diziler entrikanın gözünü çıkararak bizleri toyekün paranoid etmekte kararlı :))

Deniz Çakmak 4 Yıl Önce

Nasıl bir hız bu anlayamıyorum bazen.Sanki tek bir hayatta bir kaç çağı deneyimliyormuş gibi hissediyorum.Geçmiş dediğim 20 yıl öncesi belki 1 yıl öncesi ama değişen sistem değerler,toplumlar,insanlar,psikolojiler...Bunlara yetişmek mümkün değil.Virüsten sonra savaş alanında mermilerden kaçan askerler gibi hissediyorum kendimi.Aysel Korkut size hayranlığımı biliyorsunuz.Yazınızı okudum ve yine kalemim çalıştı.Var olun

Deniz Çakmak 4 Yıl Önce

Nasıl bir hız bu anlayamıyorum bazen.Sanki tek bir hayatta bir kaç çağı deneyimliyormuş gibi hissediyorum.Geçmiş dediğim 20 yıl öncesi belki 1 yıl öncesi ama değişen sistem değerler,toplumlar,insanlar,psikolojiler...Bunlara yetişmek mümkün değil.Virüsten sonra savaş alanında mermilerden kaçan askerler gibi hissediyorum kendimi.Aysel Korkut size hayranlığımı biliyorsunuz.Yazınızı okudum ve yine kalemim çalıştı.Var olun

Turan Fırat 4 Yıl Önce

Aysel öğretmenim yüreğinize kaleminize sağlık. Okuma yazma isteğimi canlı tutuyorsunuz. Belliki tvlerimizdeki sözcüklerle tanımlanamaz diziler üzerine yazacaksınız. Toplum hızla onlara benziyor. Dokunmanız gerekir. Eskiden TRT'da " Toprak Ana"diye bir dizi vardı. Şimdi tümünü toplasanız o dizinin bir repliği kadar anlam ifade etmez. Saygıyla

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.