Ajans Bakırçay
2022-12-28 14:13:52

Güven ve Barış

Aysel Korkut

28 Aralık 2022, 14:13

 

Güven denilen şey, kendimizi, sırtımızın dönük olduğu arkadaşımıza bırakıp bırakamayacağımızla test edilir. O arkadaşımıza güveniyorsak kendimizi arkaya doğru bırakırız, güvenmiyorsak, bırakmayı istesek bile bırakamayız. Aklımıza bin türlü şey üşüşür.

Ya kaçarsa ya kenara çekiliverirse ya zarar görmemi istiyorsa ve bu fırsatı kullanarak düşmeme sebep olursa ya da en iyi niyetle; ya beni tutmaya gücü yetmezse gibi şeyler… Yok eğer o kişi güvenimizi kazanmış bir kişiyse bunların hiçbirini düşünmeden kendimizi bırakıveririz. Çünkü arkadaşımızın bizi tutmaya gücü yetmese bile en azından beraber düşeceğimizi biliriz.

Kimimiz karşımızdakine hemen güvenmeye hazırızdır. Kimimiz pimpirikliyizdir, bir türlü güvenemeyiz. Kimimiz, yaşadıklarımızdan ders çıkarmışızdır ve herkese hemen güvenilmeyeceğini öğrenmişizdir, bu nedenle birine karşı güven geliştirebilmemiz epey uzun sürer. Kimimiz de aşırı kıl tiplerdenizdir, hiç kimseye hiçbir zaman güvenmeyiz. Paranoyak güvensizliği bizim boyumuzu aşar, o konuya hiç girmeyelim.

Saf ve temiz kalpliler çabuk güvenirler ve çok sık sırtlarından bıçaklanırlar. Ancak yine de kolayca güvenivermekten vazgeçemezler. Aslında herkes karşısındakine gözü kapalı güvenmek ister. Aynı zamanda, kendisine de gözü kapalı güvenilsin ister. Her ikisinin de öyle pat diye olamayacağı zamanla ve deneyimlerle öğrenilse de bunu temiz kalplilere anlatabilmek oldukça zordur. Cin fikirlilere birilerine, karşıdakine güvenmek gerektiğini anlatabilmek kadar zordur. Karışık bir konu, bunu geçelim.

Doktora güveniriz, canımızı teslim edecek kadar. Hâkimlere güveniriz, kaderimizi teslim edecek kadar. Öğretmenlere güveniriz, çocuklarımızı teslim edecek kadar. Siyasetçilere güveniriz, ülkemizin bugününü ve yarınını teslim edecek kadar.

Aslında bu saydığımız kişilere çok zaman, mecburi yön işaretleri varmış gibi yönelir ve istesek de istemesek de onlara güvenmek zorunda kalırız. Asla güvenemiyorsak başka doktora gideriz. Reddi hâkim talebinde bulunuruz. Çocuğumuzun okulunu, öğretmenini değiştiririz. Siyasetçiyi tekrar seçmeyiz, yenisiyle değiştiririz.

Gözü kapalı güvenip sürüler halinde yıllar yılı aynı siyasetçi kovalayanları saymaz isek, aslında, siyasetçilere çoğunlukla öyle pek de derin güvenmeyiz. Ya, “Eh, olsun bakalım!” deriz ya da bunu bile diyemiyorsak oy kullanmamayı çözüm zannederiz.

Son zamanlarda hepimiz ciddi güven sorunları yaşıyoruz. Sahte doktorlar, mahkeme sürecinde değiştirilen hâkimler, diploması sahte mi değil mi bilmediğimiz doktor ve hâkimler, öğretmenler, yöneticiler. Birkaç gün önce, mimarın da sahtesi olduğunu öğrendik ne yazık ki!

Sokaklarda saldırganlar, gaspçılar, hırsızlar. Bir kesimin polisi olup ‘diğer’ kategorisine koyduğu kesimdeki vatandaşları hırpalayan ve sanki yandaş, ırkdaş ve cinsiyetçilik yemini etmiş gibi görünen polisler.

Korkutucu insanlar, ortamlar ve olaylar, vatandaşta ağır güvensizlik hissine sebep oluyor. Kendimizi güvende hissedemiyoruz ve bunu hissedemedikçe sürekli bir moral çöküntüsü içinde yaşıyoruz. Görevi güvenli ortam yaratmak olanlar, görevlerini yanlış anlayarak güçlerini güvensiz ortamlar yaratmak için kullanır ve bunda ısrar ederlerse halk, kaçınılmaz olarak güvensizliğin her türünü yaşayarak öğrenir. Doğrusu ya iyi öğrendik: Güvensiz ortam kadar kötü bir şey yok şu yeryüzünde. Öğrendik ve bundan kurtulmak istiyoruz. Çünkü hepimizin güven içinde yaşamaya hakkımız var.

Bir de insanın, sevildiğini, kabul gördüğünü bilmeye ihtiyacı olduğu kadar, birilerine güvenmeye ve aynı zamanda güvenilir bir insan sayılmaya da ihtiyacı var.

Bu kadar sözü neden ettim şimdi ben?

Çünkü ortalıkta güven yiyen bir şeyler var. Güveni sömürerek beslenen ve etraflarına güvensizlik yayan birtakım organize veya rastlantısal olaylar.

Siyasetten de siyasetin oyunlarından da anlamam ama takip eder ve kendimce değerlendirir, yorumlarım. Siyasetçilerde aradığım en öncelikli özellik, o kişinin güvenilir olmasıdır. Değerlendirme kriterim sadece güvenilirlik değildir kuşkusuz ama kişinin hiçbir özelliği, güvenilirliğinin önüne geçemez. Burada çok netimdir. Bugüne kadar, güvenmediğim hiç kimse için oy kullanmadım. Bundan sonra da kullanmayacağımı düşünüyorum. Kendileri için oy vereceksek siyasetçiler, güvenimizi yıkmak değil kazanmak zorundalar.

Geçenlerde yaşananlar bende, “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” günündeki şoka benzer bir şok hali yarattı. Bu şok veya şaşkınlık halini, kendimizin dışında birçok insanda da gördük. Peki, bu neden kaynaklandı?

Sayın Meral Akşener’in, Sayın İmamoğlu’na desteğe koşmasından mı? Elbette hayır. Aksine bu destek, alanda bulunan herkesi ve ekran başındaki pek çok kişiyi çok mutlu etti. Saraçhane’deki o havayı görüp de gözleri yaşarmayan, kalbi umut var, umut var diye çarpmayan, içi sevinçle dolmayan kimse var mıydı o gün, bilmiyorum. İktidar yandaşları hariç herkes çok etkilendi o havadan, bu kesin.

Ama sonra bir şey oldu. O gün, orada olmaması gereken bir şey. İmamoğlu, ezan okunurken topluluğa dilet tutmalarını söyledi. Devamında, İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı olarak görmek isteyenler, “Cumhurbaşkanı İmamoğlu” diye slogan atmaya başladılar. İmamoğlu da ezan okunurken tutulan dileklerin gerçekleşeceğine inandığını söyledi. Konuşmasının sonuna doğru halkı coşturarak “Benim hâlâ gençliğim var, hâlâ umudumuz yüksek…” dedi. Konuşmasını bitirirken de “Sizden söz almak istiyorum diyerek “2023’te her şey çok güzel olacak!” sloganı attırdı.

Kendi adıma söyleyeyim, bu süre sonunda ben, “Az önce burada ne yaşandı?” diye düşünüp kaldım. Derken aklımdan, cumhurbaşkanı adayımızı öğrenmiş olduk diye geçirdim. İyiydi, hoştu ama bunun ne yeri burasıydı ne de zamanı. İmamoğlu’nun, Kaftancıoğlu’na sanki özellikle sırtı dönük durması, Akşener’e candan ilgi göstermesi de ayrıca akıl karıştırıcıydı. Velhasıl ne sihirdir ne keramet, Kılıçdaroğlu’nun yokluğunda el çabukluğu marifet gibi bir şeyler yaşanıvermiş izlenimiyle gün bitti.

Eğer ki İstanbul ve İmamoğlu odakta olsaydı öyle hissetmezdim. Aksine bravo derdim, dayanışmanın böylesi nasıl da şahane derdim. Ama öyle olmadı. Olay cumhurbaşkanlığını işaret etmeye doğru yöneldi.

Açıkçası ve kısacası, orada görünen ikili bir ittifaktı aslında. Bu ikili ittifakın, altılı masanın diğer liderlerinden habersiz oluşturulmuş olması, İyi Parti grubunun, İmamoğlu’nu, bütün Türkiye’yi yönetebilecek kişi olarak lanse etmesi, İmamoğlu’nun, istemem ama yan cebime koy tavırları, kendilerine duyduğum güveni yerle bir etti.

Ertesi gün ise Sayın Meral Akşener, Sayın İmamoğlu’nu, ilk okul çocuğu gibi elinden tutup bırakmayarak desteğinin boyutunu gösterdi. Seksen beş milyonu yönetebilecek kişi olduğunu söyleyerek İmamoğlu’nu resmen cumhurbaşkanı adayı ilan etti.

Gün bugün oldu, üstünden çok sular aktı ama bendeki bu güven yıkımı geçmedi, geçemedi. Sayın Kılıçdaroğlu’nun da benzer hisler içinde olduğunu düşünüyorum. Büyük bir ihtimalle, kendisini sırtından bıçaklanmış gibi hissediyordur.

Tekrar güvenmek çok zor. Çok, çok zor ama yine de denemek istiyorum. Bir kez daha… Bence bunu herkes denemeli. Hepimiz denemeliyiz.

Çünkü bu ülkenin güvenmeye ihtiyacı olduğu kadar kırgınlıkları gidermeye ve barışmaya da ihtiyacı var. Bu işi de ancak altılı ama altmışlı olma potansiyeline sahip o oluşum başarabilir. Şu son gelişmelere kadar, birbirleriyle barıştılar, öyleyse ülkeyi, ülkedeki herkesi barıştırabilirler diye u-mu-yor-dum.

Sağcı Solcu, Alevi Sünni, Kürt Türk, Ermeni Türk, Yahudi Türk, inançlı inançsız, hepsini birbiriyle barıştırabilirler. Açgözlü kapitalizmin hepimize dayattığı kendini kurtar mantığından da sıyrılabilirlerse bunu kesinlikle başarabilirler diye düşünüyordum. Ancak, anlaşılacağı üzre, bugün artık o kadar umutlu değilim.

Çünkü altılı masa iki kutba ayrılmış durumda. Kutbun bir yanında Meral Akşener, öbür yanında Kemal Kılıçdaroğlu.

Bu çekişmeden dışarıya yansıyan görüntü şu: Kılıçdaroğlu, memleket elden gidiyor, bir şeyler yapmalıyız diyor. Yapılacak şeyler zor şeyler ama ben sizlerin desteğiyle bunu başarabilirim diyor. Gidiyor kaynak arıyor, yetişmiş insanlar arıyor, çözüme yönelik neler yapabileceğini araştırıyor, uğraşıyor, buluyor vb.

Akşener, Kılıçdaroğlu aday olmasın da memlekete ne olursa olsun diyor. Israrla Kılıçdaroğlu’nun aday olsa bile seçilemeyeceği fikrini masaya ve topluma, kova kova boca ederek yerleştirmeye çalışıyor. Örneğin onun yokluğunda bile İmamoğlu’nu işaret ediyor. Israrla ve sık sık, sen seçilecek kişi değilsin diyor. Kararlı duruşunun koltuk sevdasıyla, koltuk hırsıyla ilgisi olmadığı çok iyi bilinmesine rağmen, Kılıçdaroğlu’nun bu tutumu koltuk hırsı için inatlaşmak gibi gösterilmeye, onurlu duruş, böylesi bir basitliğe indirilmeye çalışılıyor. Bütün bunlar, çeşitli gruplarca yönlendirilmiş anketler baz alınarak yapılıyor. Kendilerinin yönlendirmelerinin etkisini de bol bol içerdiği düşünülen ve aslında yirmi yıldır lider belirleme spekülasyonlarında başrol oynayan ve bana göre masumiyet ve güvenilirlik karinesi sıfırın çok çok altında olan anketleri.

Bana öyle geliyor ki Meral Akşener, en başta ben adayım diye çıksaydı, Kılıçdaroğlu, Akşener’in kendisine yaptıklarını ona yapmazdı. Emin değilim elbette, bu sadece bir his. Bugüne kadar çeşit türlü adaylara rıza göstermişti Kılıçdaroğlu. Ve yine bana öyle geliyor ki memleket uçurumdan aşağı yuvarlanmakta olmasa ve bunu durdurabilecek kişinin kendisi olduğuna inanmasa aday olmayı bile düşünmezdi. Bundan da emin değilim, bu sadece bir his. Kendisini güvenilir bulmamdan, kendisine güvenmemden kaynaklandığını sandığım bir his. Ve sürekli kendisine karşı çıkılmasa, üstüne gidilmese, ‘kazanamaz aday’ olduğu ima edilmese, onuruna saldırılmasa ve masaya, gerçekten yapabileceğine inanacağı, kişiliğine, yetkinliğine ve sözüne güveneceği onurlu bir geçmişe sahip bir aday getirilse belki adaylıktan feragat bile edecektir. (Kaldı ki oy birliğiyle karar vermeniz halinde, çok sıradan, herhangi birisi bile seçilebilir. Hâl böyleyken Kılıçdaroğlu mu seçilemeyecek, yapmayın!)

Aslında Meral Akşener, Kemal Kılıçdaroğlu’nu baştan beri masada istemiyormuş, ona güvenmiyormuş gibi bir görüntü veriyor son günlerde. Evet, galiba güvenmiyordu ama Kılıçdaroğlu, Akşener’e ilk günden beri güveniyordu sanki. Hayal kırıklığı o yüzden büyük oldu belki de ki bu kırıklık, ekranlardan ta bizlere kadar yansıdı. Meral Akşener de güven kırmak için yola çıkmamıştı belki. Belki tavırları yanlış yorumlandı. Ve bu yüzden o da kırıldı. Karşılıklı bir kırgınlık var ortada, bu çok belli. Acilen giderilmesi şart olan bir kırgınlık.

Ben olaylara duygularla bakarım, mantık benim işim değildir. Mesela, Akşener’in anne yanının öne çıktığı günlerde çok umutlanır, demir yanı öne çıktığında hep demire toslamış gibi ürperirim. (Ülkemizin sorunlarının, duygusal yaklaşılarak çözülebilir sorunlar olmadığının elbette farkındayım.)

Ancak duyguları rafa kaldırdığımız zaman çok katılaştığımız da bir gerçektir ve bu hiç de iyi bir gerçek değildir. Çünkü öyle katı zamanlarımızda, karşımızdakinin güvenini sarsıp sarsmadığımız önemsizleşir. Çok rahatça hainlik edebiliriz. Duygularla birlikte vicdan da susmuş olacağından, mutlak vicdansızlık gerektiren işleri, hiç de rahatsız olmadan yapabiliriz. Konuşmalarımız sertleşir, karşıdan karşıya laf çakarız. Değer bilmeyiz, hak, hukuk bilmeyiz, vefa bilmeyiz, saygısızlık ederiz, küstahlaşırız, adaleti işaret ederek adaletsiz durumlar yaratırız. Sonra da yatıp rahatça uyuyabiliriz. Bunun örnekleri dünümüz ve günümüzde bir hayli çok.

Duygular bu kadar belirleyici iken hiçbir şeyi salt mantıkla çözemeyiz. İşte bu yüzden ülkemizdeki çürümenin sağaltılması için, duyguların göz ardı edilmemesi gerekiyor. Hastalığın tedavi edilebilmesi için teşhisin doğru olması şart olduğuna göre, duygu da mantık da tek başına sorun çözemez. Her şeyi duygular belirliyorken salt mantıkla yol alamayız. Her şeyi altüst edebilme gücü varken salt duygularla da hareket edemeyiz. Ama duyguları yok da sayamayız. O yüzden önce kırgınlıklar, yanlış anlamalar giderilmeli, gerekiyorsa özür dilenmeli, bu soğukluk ve iletişimsizlik mutlak ortadan kaldırılmalı. İçtenliğe geri dönülmeli, yüzde yüz art niyetsiz, yüzde yüz dürüst olunmalı ve sil baştan karşılıklı güven ve halkın sizlere güveni (kırılan güveni) yeniden sağlanmaya çalışılmalı.

Sonrasında da daha tahammüllü, daha açık, daha samimi, daha hassas olmaya dikkat edilmeli. Kısacası altılı masa içinde de ülkemizde de barış sağlanmalı.

Çünkü ülkemize barış gelmeden ne kalkınabiliriz ne gelişip büyüyebiliriz ne de kendimize yetebiliriz. Barış ise bütün kirli çıkınlarımızı ortaya dökmeden, duvardan en iri tuğlayı çekmeden, o duvarı yıkıp yeniden örmeden sağlanamaz, sağlanamadı, sağlanamayacak. Bunu yapabilecek tek oluşum, altmışlı da olabilecek (ki olmalı, herkesi kapsamalı) altılı masa oluşumudur. Ama heyhat! Masanın üstü cam kırıklarıyla doldu. O cam kırıkları ki çok seri bir biçimde can kırıkları oluşturuyor.

***

Araya eklenmesi şart olan not: Yazıya son noktayı koyup demlenmesi için kıyıya bırakmış ve gönderi ortamını hazırlamaya girişmişken Sayın Nevşin Mengü’nün programından, Sayın Akşener ile Sayın Kılıçdaroğlu’nun akşama birlikte yemek yiyecekleri kulis bilgisini öğrendim. Dilerim o yemekte düğüm çözülür de bu yazı boşa düşer diye diledim. Düştü gibi de oldu, aslında hem oldu hem olmadı. Bu arada yazıyı beklettik, yayınlamadık ama bugün, olsun, lazım değilse bile ortamda yerini alsın dedik. Bir daha lazım olmasın ama bir yerlerde de bulunsun dedik. Hem zaten lazım olmadığından da emin olamadık. :)

***

Yazının devamı: Samimi özeleştiri, yapılan her türlü yanlışı, yanlış anlamayı, yanlış anlaşılmayı, yanlış anlatılmışı, yanlış aktarılmışı düzeltir. Bunu ancak samimiyet başarabilir. İçtenlik yitirilmişse hiçbir birlikteliğin devamı gelmez, koalisyonların da… Kendimizi uçurumun dibinde bulmamız yakınken, bu düşüş durdurulabilecekken, Kılıçdaroğlu aday olmasın da ne olursa olsun diye inatlaşmak, aslı çok iyi bilinmesine rağmen Kılıçdaroğlu’nun çabalarını koltuk sevdası gibi göstermeye ve kendisini yorup bezdirmeye çalışmak, yarın uçurumun dibinden, bin parça halde, yukarılarda kalan kayıp ülkemize bakılırken affedilebilir bir şey olmayacak. Hiç kimse için olmayacak.

Daha önce ne dayatıldıysa hepsine razı olan bir kişi, bu kez ve ilk kez ben varım diyorsa önüne engel çıkarmamak gerekir diye düşünüyorum. Duygular da bunu söylüyor, bana kalırsa mantık da bunu söylüyor. Ayrıca yüzyılda bir kerecik sosyal demokrat bir cumhurbaşkanı olsa ne olur şu ülkenin. Gözünü açtığı günden beri ya askerler ya da sağ iktidarlar tarafından yönetiliyor. Sayın Ecevit’i saymayın, çünkü çalıştırmamak ve iktidardan düşürmek için patronların etmediği kalmadı. Hasta etmek de dâhil.

Seksen küsur milyon insanın umudunu kırmaya kimsenin hakkı yok. Mademki Kılıçdaroğlu asla aday olmasın istiyordunuz, öyleyse en baştan bu masada olmayabilirdiniz. Yoksa Kılıçdaroğlu, daha önce kendisini hiç öne çıkarmadı, yine çıkarmaz diye mi düşünülmüştü? Aday olmayı düşünse bile biz onu vazgeçiririz, kendisine, Ekmeleddin Bey gibi birisine bile ikna etmiştik, yine birilerini onaylatırız diye mi düşünülmüştü? Ama mademki o masadasınız, öyleyse siz de bir parçacık fedakârlık edebilirsiniz. Size bin yaklaşana hiç değilse bir yaklaşabilirsiniz. Birbirinize ekrandan saydırmak yerine arada milyon türlü aracı kişi ve yayın ve yayıncı olmadan konuşabilirsiniz.

Ya da karşılıklı birbirinizi ve masayı dağıtabilirsiniz. Altılı masayı kurmak için bile, böyle allak bullak etmeye uğraştığınız kadar uğraşmamışsınızdır belki de sizler. Ama başardınız, dört bacağın dördü de sallanıyor artık. Bir üflemelik hali kalmış gibi uzaktan. Evet, evet, dağıtabilirsiniz. Sonra da dağılabilirsiniz.

Ve elbette, o saatten sonra, kendisine başka ülke aramaya mecbur edilecek bil cümle halk tarafından, hep birlikte lanetlenirsiniz. (Belirteyim, bu sadece bir tahmin elbette. Asla dilek değil. Böyle meşum bir dilek olamaz, olmamalı.)

Ne diyelim ki başka? Ne diyelim ki? Bilmiyorum.

Daha konuşulacak, çözüme bağlanacak seçim güvenliği gibi, ilkeleri geliştirmek gibi, hep birlikte aynı dili konuşmaya başlayabilmek gibi dev sorunlar varken önümüzde, uğraştığımız şeylere bakın. Öf ya!

Bir araya gelin de konuşun ya!

Barışın ya!

Yeryüzündeki her ipini koparanın akın akın gidip biriktiği ve ülke halkını kılıçtan geçirdiği Suriye’ye, Afganistan’a veya Ruanda’ya her gün biraz daha benzemediğimizi, benzemeyeceğimizi, buna izin vermeyeceğinizi söyleyin hep birlikte bize.

Suriye’deki IŞİD’in, Afganistan’daki El Kaide’nin, Afrika’daki Boko Haram’ın artıklarının toplaştığı ülkemizin Sevgili Muhalefeti, ey!

İnsanları hayatlarından bezdirip ülkeyi terk etmeye zorlayarak, gidene gitsinler diyerek, kalanları da bu toplama haramilerin insafına terk ederek leş kargalarından ibaret bir IŞİD, bir El Kaide devleti yaratma heveslerini gerçekleştirmelerine izin vermeyeceğiz deyin bize. Altı yaşındaki çocuklar güvende olacak deyin.

Bunlar, orduyu da işgal etmediler ya, ordumuz bizi korur deyin; polisimiz de şuurunu kaybetmedi ya, görevini yerine getirir, görevinin sadece ve sadece vatandaşını korumak olduğu kendisine öğretilmiştir; ne yapacağını, ne yapmayacağını bilir deyin, hiç kimseyi o güruhun önüne atmaz, her vatandaşını ayrımsız korur deyin. Biz de sizleri o güruhun önüne atmayız, attırmayız, birlikte durur, bu tehlikeyi savuştururuz biz deyin.

Biz birbirimizle uğraşmayacağız, ülkemizin içine tıkıldığı devasa sorunları nasıl çözeceğimizle uğraşacağız deyin. Sandığı nasıl koruyacağımızı biliyoruz, her türlü önlemi aldık, her riske karşı hazırız deyin.

İstanbul’u koruyacağız, on altı milyonun hakkını altın tabakla kimselere sunmayacağız deyin. Kayyumluğun, Doğu’da da Batı’da da halkın iradesine çökülmesi demek olduğunu, halk iradesinin, yasal gösterilmeye çalışılan zorbalıklarla gasp edilmesinin doğru olmadığını, bu uygulamaların tümüne karşı olduğunuzu da bir zahmet ekleyiverin.

Çocuklara ikram edilen aç karınlı uykuların önüne geçeceğiz, okul çağında olup da okula gidemeyen yaklaşık altı yüz bin kız çocuğunu okulla buluşturacağız, okullarımızı ve resmi kurumlarımızı yeniden inşa edeceğiz, günden güne büyüyen geleceksizlik endişesini yok edeceğiz, gençlere bol bol hayal kurabilecekleri bir yarını mutlaka vereceğiz; üzerlerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan güvensizlik ortamını ve uyuşturucu bağımlılığı tehlikesini ortadan kaldıracağız, toplumumuzu barıştıracağız, her evi huzurlu yuva yapmak için uğraşacağız deyin.

Ama önce kendi aranızdaki sorunları çözün, bir araya gelin, konuşun, şu buzları eritin, barışın.

Barışın da bunları söyleyin bizlere, söyleyin de artık bi rahat uyuyalım!

“Ümidin düşmanı” olmayın. Barışın!

NOT 2: Bütün bunların mantık yanını epey sağlam ele alan Enver Aysever’i, Youtube kanalından takip etmenizi öneririm.

NOT 3: Hatırlatayım, bu, dün bitmiş bir yazıydı. Bugün ne değişti henüz bilmiyoruz. Öğreneceğiz. :)

Yorumlar (2)

Alev Subaşı 2 Yıl Önce

Ülke olarak kritik günlerden geçtiğümiz muhakkak. Ömrümüz vefa ederse bu altı ayda daha nice köşeler yazdıracak olaylara tanıklık edeceğimizden kuşkum yok. Kılıcdaroğlunu ' nun ancak iskandinav ülkelerinin başkanı olabileceğini söyleyenler kendilerini en iyiye layık görmeyenler sanırım.Ayrıca " Bay Kemal " in en büyük rakibi " Seçilemez " algısıdır.Bunu yenecek olan da kendisidir.Umarım başarılı olur . Kaleminize Sağlık

Oktay Kip 2 Yıl Önce

Şu siyaset pazarının en büyük marifeti iğneden ipliğe, sanattan sepete dair her şeyi ama her şeyi kendine benzetip tezgâhta satılan bir mala dönüştürme becerisidir. Öyle ki hasmını da kendine benzetir bir şekilde. Sonunda tüm renklerim anlamını yitirdiği, maddenin ve insanın doğasının bozulduğu kocaman bir karanlığa teslim oluruz. Bu cangılda aslan payını kim mi alacak?

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.