Olası depremleri kurbanlık koyunlar gibi bekliyoruz.
Koca koca apartmanlar, üst üste beton binalar ve bu binaların içlerinde yaşayan onlarca, yüzlerce, binlerce insan… Bekliyoruz.
Karadeniz’de, Doğu Anadolu’da, Güney Doğu Anadolu’da, Güney Anadolu’da Marmara’da, Ege’de bekliyoruz. Beklerken her şehre, günde bir, bilemedin iki uçak inecek atıl havaalanları yapıyor, zaten çok sınırlı olan paralarımızı o atıl yerlere harcıyoruz.
Sadece İç Anadolu’nun bir kısmıyla Akdeniz sakin görünüyor. En azından haritadaki renkleri sarı bu ikisinin. Saydıklarımızın rengi gibi kırmızı kırmızı bağırmıyorlar. Kırmızı kırmızı bağıran, İç Anadolu ve Akdeniz haricindeki yerler değil sadece, delice bir iştahla şehirlerin göbeklerine diktiğimiz gökdelenler de değil, AVM’ler hiç değil, ülkeyi üçgenlere, beşgenlere bölen fay hatları.
Kurbanlık değil, koyun hiç değiliz ki biz, insanız. Öyle oturup beklemesek… Evin dayanıklılığını kontrol ettirsek, yaşadığımız binayı güçlendirsek, olmadı yıktırıp yeniden yaptırsak… Zor. Sıranın ona gelmesi zor. Yapılacak kanallarımız var, semirtilecek müteahhitlerimiz var, hâlâ gözü doymamış eş, dost, akrabalarımız var. Depremlerde üstümüze çelik beton karışımı ağır levhalar halinde inip bizlerden lezzetli tostlar yapabilsinler diye inşa edilecek betonarme binalarımız var. En büyük, en yüksek, en cafcaflı, en geniş, en uzun, en parlak, en şu, en bu binalar… O kadar önemsediğimiz aile kurumuna hizmet edecek, içindekilerin huzurla yaşayacakları, güvende olacakları birer ev değil, sıcak birer aile yuvası hiç değil birtakım binalar.
Dönelim kendi apartmanlarımıza. Çare arıyoruz ya.
Apartmanın yöneticisi herkesle tek tek konuşacak; maliyet belirlenecek. İyice uzlaşmaz olmuş, birbirine düşman edilmiş o kadar insan birbiriyle anlaşacak. Ortak bir karar alınacak, bina yıkılacak, bina yıkıldığında ailelere kalacakları yer ayarlanacak, inşaat uzadıkça uzayacak, sinirler yıpranacak, zaten millette para yok, falan falan, falan…
“Ülkelerin böyle işlerini devlet yapar.” diyeceksiniz galiba. Diyeceksiniz ama… Demeyin.
“Her şeyi de devletten beklemeyin.” dediler size daha dün. Duymadınız mı?
Bence duydunuz. Öyleyse susun ve başınızın çaresine bakın. Kendi binanızı güçlendirmenin bir yolunu bulun. Hem zaten her koyun kendi bacağından asılmıyor mu? Kendi bacağınızdan asılın. “Algı iyi” iken bu “iyi”yi bozmayın. Bozmaya kalkanı var ya…
Bu arada yanılıp şaşırıp da deprem vergilerinin nereye gittiğini sormayı aklınızdan geçirmeye de kalkışmayın. O kadar masraflı mekanlar, iki, üç, dört maaşla çalışanlar, maile iş güç sahibi olanlar varken, sorulacak soru mudur ki bu zaten?
“Öğretmeniiim, Japonya’dan neyimiz eksik?” diye sorabilir miyiz peki?
Yok, olmaz. Bu da tehlikeli bir soru. Hem bir kere Japonya küçücük, minicik, mini minnacık, belli bir dini bile olmayan, karınca yuvası gibi bir adacık, biz büyük devletiz, kıyas kabul edemeyiz. Herkes haddini bilsin! Ne demekmiş o, “Japonya depremlerinde insanlar sadece kalp krizi geçirerek ölüyorlar ölüyorsa. Hiçbir bina yıkılmıyor.” demek? Ne demek ha?
Boşuna değil insanların depremle ilgili herhangi bir şey duymak istememeleri. Depremden söz açıldığında “Yapılacak ne var?” diye düşünür gibi etrafa bakınmaları ve sonra umutsuzca ellerini sallayıp ağlar gibi gülümsemeleri. Hiç boşuna değil deprem bahsi açıldığında, o bahsi hemen kapatmak ve anında unutmak istemeleri. Boşuna değil Elazığ depremine yardım göndermek için neredeyse bir seferberlik başlatmaları, başlatmamız. “Ah bizde olmadı çok şükür!”ün hem mutluluk hem suçluluk duygusunu böylelikle hasıraltı etmeye girişmeleri, girişmelerimiz. Giysi, çadır gönderip elimizi yıkamamız, bir şeyleri hemen unutmak, unutturmak istememiz. Boşuna değil. Depreme karşı yapılması gerekip de yapılmayan onca şeye, onca ötelenene, onca üstü örtülene ortaklık etme suçumuzu ve kara bulutlar gibi üstümüze çökmüş suskunluğumuzu önce kendimize unutturmak istememiz. Bir şey yapıyormuş gibi hissetmeye çalışmamız. Elimizi taşın altına koyuyormuşuz gibi düşünmeye çalışmamız.
Ne ilgisi var onu da siz bulun diyeceğim, aklıma NÇ geliyor birkaç gündür. Durup dururken mi? Orasını bilmiyorum. Mardin Kızıltepe’de bir kız vardı hani, NÇ, hatırlayacaksınız onu, unutmanız mümkün değil çünkü. On üç yaşında yirmi üç erkeğe, “bekâreti bozulmaması” şartıyla yedi ay boşunca satılan NÇ. Sonrasında, tecavüzcülerden birisinin, yaşlıca bir adamın, kıza "Kusura bakma kızım, şeytana uydum. Önümüz Ramazan, bana gel karnını doyurayım.” demesi… Aklıma gelip duruyor. Ve bir soru dönüyor beynimin içinde: O adamın yapmaya çalıştığı şey gibi bir şey mi, Elazığ’a yardım etmekte bizim de sıraya girmemiz, yardım edememe, geç kalma telaşına düşmemiz?
Ne alakaysa?
Deprem vergilerinin nereye gittiğini sormayarak, dönüştürülmeyen binaları aklımıza bile getirmeyerek, hiçbir tepki vermeyerek olup bitenlere ortaklık ettiğimizi, sessiz kalarak bütün suçlarda bizim de pay sahibi olduğumuzu biliyor bilinçaltımız. Ve bu suçu öncelikle kendi vicdanlarımıza kabul ettirme, kendimizi kendimizde aklama, sonra da toplumca temize çıkma çabası olabilir mi yardımseverlikte tek vücut olmamız? Şeytana uymuş olduğuna inanan o adamdaki gibi bir çeşit kendimizi affettirme çabası?
Olsun. En azından yaralarımızı sarmaya yarıyor, değil mi? Birlik ve bütünlük içindeymişiz gibi hissetmemizi de sağlıyor. Dayanıştığımıza inandırıp içimizi rahatlatıyor, bir işe yaradığımızı hissettiriyor, yanan yüreğimize su serpiyor, huzur böcüleri gibi kâbussuz uyuyabilmemizi sağlıyor. Ne güzel!
Şu zor zamanda bu da az şey değil. Takdire şayan kuşkusuz, ama keşke Mardin Kızıltepeli, aslında namus ehli ama şeytana uymuş o ihtiyar adamın dediklerini hatırlatmasa insana! Keşke!
Olası depremleri beklerken hepimiz bir başka ruh hali içindeyiz. “Alnımıza yazıldıysa olur, elimizden bir şey gelmez. Allah yazdıysa çaresi yok, başımıza geleni çekeceğiz.” diyen kişi, en azından, depreme kadar kalan ömründe akıl sağlığını korumuş oluyor. Ya bunun alın yazısıyla ilgili olmadığını, doğrudan binalarla ilgili olduğunu bilenler ne yapsınlar? Ya deprem vergileriyle yapılması gerekenlerin yapılmadığının farkında olanlar? Ya bol ışıklı yerlerin ışıkları altı aylığına bile kapatılsa ülkenin birçok sorununun çözülebileceğini görenler? Gördükleri halde seslerini çıkartmayanlar, çıkartamayanlar? Korkuyu içlerinde büyütenler? Korkarak susanlar? Hı? Ne yapsınlar? “Korkunun ecele faydası yok.” diyerek sokaklara mı dökülsünler? Sokaklarda, sen, ben, bizim oğlan üç beş kişiyle kendi başlarına dımdızlak mı kalsınlar? Yoksa hep birlikte Melissa Steyn’in* tanımladığı Bilgisizlik Sözleşmesi’ne mi uysunlar? İyice ve iyice mi sussunlar?
Ne yapsınlar sahi?
Kurbanlık koyunlar gibi oturup deprem beklemekten başka?
Bu gidişle yoksullaşmanın çok yakında “ekmek alamayacak kadar”a ulaşacağını bilmekten ve bunun kahrını çekerek içe kapanmaktan başka?
Hangi gün, ne zaman işsiz, aşsız, kimsesiz kalacaklarını düşünmekten ve korkmaktan başka?
Hangi gün içeri tıkılacaklarını kulakları tetikte beklemekten başka?
Sustukça sıranın kendilerine geleceğini bilmelerine rağmen susmaktan başka?
Can sıkıcı şeylerden konuşanları, yanıtı belli ama tehlikeli sorular soranları, tehlikeli sularda sörf yapmaktan kaçınmayanları, hem senin hem kendinin başına dert açma potansiyeli yüksek olanları, pembe düşlerden bahsetmeyenleri, sizi alkışlamayanları, kısacası can sıkıcı olanları kendinden uzaklaştırmakla işe başlamaktan başka?
Yoksulluğu anlatanları, sanki ülke insanı zenginlikten kırılıyormuş da anlatan bunları bi yerinden uyduruyormuş gibi yoksulluk edebiyatı yapmakla, susamayıp sorunları yazanları klavye kalemşoru olmakla suçlamaktan başka?
Kıyıda köşede hep aynı üç beş kişiyle eylem yapmaktan, o üç beş kişi dışında kimseyi ses çıkarmaya, itiraz etmeye ikna edememekten başka?
Elazığ’da karda kışta, sıfır altı soğukta çadırlarda kalanları gözleri yaşarmadan, böğüre böğüre ağlamadan düşünemiyor olmaktan, Kızıltepeli amca gibi düşmüşe yardım edip kendi vicdanındaki yükten kurtulmaya, bildiğin yardımın adını “dayanışma” yaparak yüreğini soğutmaya çalışmaktan başka?
Kişi başı on liraya sıkışmış koskocaman kuruluşa öfkelenmekten; insanlara, devletin bahşettiği çadırda musmutlu olduklarını söyletmeye çalışan yeni nesil gazeteciden, kendilerine sıcak ve ışıl ışıl yerleri uygun görürken vatandaşını açlığa sürükleyen kendine Müslüman Müslümanlardan, Müslümanlık ve insanlık adına utanmaktan başka?
Başımıza beton kolonları, tavanı, duvarları indirecek depremi, köşemizde oturup kurbanlık koyunlar gibi beklemekten başka?
Ne yapalım? Ne yapsın insanlar? Var mı bir öneriniz?
Söyleyin hadi, ne yapalım?
* Necati Sönmez’in Yeni Yaşam Gazetesi’ndeki Bilgisizlik Sözleşmesi başlıklı yazısından esinlenildi.
Alev Subaşı 5 Yıl Önce
1999 İstanbul depreminden bu yana her depremle depreşen deli sorularımızın muhteşem özeti. Sorular açık net ortada.Artık cevapları duyma zamanı !