Yıl 1921. Olayın geçtiği yer Akşehir. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Fransa temsilcisi Franklin Bouillon ile buluşarak bir anlaşmaya varmış ve Adana’nın boşaltılmasını sağlamıştır. Yanına Malatya milletvekili Hilmi Beyi alıp atla kasabada gezintiye çıkmıştır. Bir medreseyi ziyaret edip öğrencilerle konuşmak ister. Daha sonra da bir milli eğitim okulunu… Her ikisinde de başı sarıklı hocalar vardır.
Bir sıranın başında durur, çocukların kitabına bakar ve gelişigüzel bir sayfa açar. ‘İtidal’ konulu sayfadan başlar sorular sormaya… Bir öğrenciye, “İtidal ne demektir oğlum?’’ Yanıt alamaz. Bir başkasına sorar. O da yanıtlayamayınca hocaya “Hoca efendi itidali tanımlar mısınız?”
Hoca, “ İtidal adaletten gelir.” Paşa, “Ben size itidalin nereden geldiği, nereye gittiğini sormadım. Anlamını sordum. Yanıt alamayınca” Çünkü kendin de bir şey bilmiyorsun” der.
Kendisi bilmeyen öğrencilerine ne öğretebilir ki…
Gene aynı coğrafya… Paşa, bir medreseyi ziyaret eder. Müderrise sorar: “Hoca efendi, dersiniz nedir ?” Yanıt: “Lisan-ül Arabi” Bunun üzerine Gazi, öğrencilerden birine bir cümle söyler ve Arapça’ya çevirmesini ister. Çeviremez. Sorduğu diğer öğrenciler de… Hocaya dönerek şöyle der: “Hoca efendi, memleket savaşıyor. İstiklâl ve varlığını kurtarmaya çalışıyor. Böylesi önemli zamanlarda Lisan-ül Arabi ile zaman geçirmek, bu gürbüz Türk çocuklarını cephelerden alıkoyarak bu karanlık odalara tıkmak günahtır. (Çünkü burası karanlık, pislik içindedir.) Bir dil, bu tür karanlık odalar içinde öğrenilemez. Lisan öğrenmek daha çok bir çevre sorunudur. Akşehir, bir Anadolu / bir Türk kasabasıdır. Burada Arapça konuşan kimse yoktur. Onun için burada Arapça’yı öğrenmeye de gerek yoktur.
Şadan Gökovalı’nın bir kitabında okumuştum bu metni.
“Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmış. Fransızca, İngilizce ve Almanca biliyor. Çok iyi satranç oyuncusu olan bir Osmanlı paşası. Günde beş vakit namaz kılan biri. Felsefe okuyor, viyolonsel çalıyor. Karısına evlilik armağanı olarak piyano alan bir opera meraklısı. Gogol ve Goethe’nin tüm eserlerini okuduğu söylenen bir edebiyat ve bilim sevdalısı.
Anlaşılmaz korkuları, kaprisleri, takıntıları olmayan bir yurttaş. Eleştirilere kulak veren biri. Bugün dediğini ertesi gün yadsıyan biri değil. Oğlunu, kızını ya da damadını devletin yüksek makamlarına getirme gibi bir eğilimi yok. Bir psikiyatra ihtiyaç duymayacak kadar sağlıklı bir vatandaş. Dünyanın dörtte üçünü dolaşacak kadar yurdundan uzak kalmamış. Beyefendi, asil ruhlu bir insan. İlkeli bir siyasetçi, güvenilir bir devlet adamı.
Böyle biriydi İsmet İnönü!
Böylesi anekdotlarla tarihe geçen değerlerimiz sayılamayacak kadar çok. Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Reşit Galip, Mustafa Necati, Cahit Arf, Feza Gürsey, Aziz Nesin, Türkan Saylan ve niceleri…
Durduk yerde İsmet İnönü’ye övgüler düzen bir yazıyı kaleme almak aklımın ucundan geçmezdi. Ne var ki kimi siyasilerin oğlunu, kızını, damadını, sülâle boyu akrabalarını devlette bir işe yerleştirdiğine tanık olunca asil ruhlu devlet adamı İnönü’yü anımsatmakta yarar buluyorum.
İnönü’nün her şeyden önce okuduğu okullar belli, nereden hangi diplomayı aldığı da… Hakkında şaibe olmayan bir asker ve siyasetçi. Kaba dille konuşan kaba saba biri değil, centilmenin teki! Her şeyden önce tarih bilinci olan, kültürlü biri. Cepheden cepheye koşmuş bir asker. Çocukları çürüğe çıkmayan bir baba… Sözüne güvenilen bir politikacı.
Devleti tek başına yönetmek gibi bir derdi olmayan yönetici. İngiltere’de, İsviçre’de bankalarda altınları, dövizleri olmayan bir yurttaş.
Anlatabildim mi bilmem!