Ajans Bakırçay
2024-05-07 12:53:28

Çanta dolusu para sadece siyasetçiye mi gider?

Mehmet Can Gürbüz

h.dem08@hotmail.com 07 Mayıs 2024, 12:53

Bu başlık bana ait değil, Lütfi paşamın.

Son günlerde İzmir Medyasında rüşvetle belediye koltuğuna oturan insanların adları ve ilişkileri yazılmaya başlanınca bu anıyı beğeneceğinizi ve düşüncelere gark olacağınızı umarak aktarıyorum.

“Anılarım, anılarım parça parça... Kimi acı, kimi tatlı.”

Hangisinden başlasam? Acılardan mı, tatlılardan mı?

Acısından olmasın, onları sonraya bırakayım derim.

Aslında anılarımı önce üç kısma bölüp öyle yazmayı düşünmüştüm;

1. 12 yaşıma kadar olan köy yaşamım, Köy Enstitülü öğretmenlerim ve birleştirilmiş sınıfım,

2. Meslek yaşamım,

3. Emekliliğimde gördüklerim ve yaşadıklarım.

Yazacağım bu anılarımı da sadece çocuklarıma bırakmayı hayal ediyordum ama olmadı yapamadım.

Şimdi gelelim meslek hayatımda yaşadığım başlıktaki çanta mevzusuna.

TV haberlerinde, sosyal medyada veya yazılı basında sık sık dolar veya para dolu rüşvet çantalarını duyuyor ve okuyoruz. Bunları duyup ve okuyunca benim de başıma gelen “çanta” olayından bahsedeyim dedim.

1994 yılında İzmir J. Bölge K.lığı Şb. Md.ne, 1995 yılında da İzmir İl J. K. Yrd.lığına atandım.

Görevime başladıktan sonra, başta ilin valisi Sn. Kutlu Aktaş olmak üzere diğer kurum amirleriyle teker teker tanışma fırsatım oldu. Atanmamın üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, tanıdıklardan bazı ricalar gelmeye başladı. Yardım ve dayanışma amaçlı her türlü ricayı gayet doğal ve haklı bir dayanışma olarak görürüm. Şunu da söylemek isterim, herkes gibi benim de arkadaş ve dostlarımdan çok ricalarım olmuştur. Doğru olanı neyse onu yapmaya çalışmışızdır. Zaten aynı okuldan mezun olanlar arasında bu meslektaş dayanışması her zaman olmuştur. Yine aynı meslekten olmayıp sonradan edindiğimiz dostları da bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmaz buna rağmen bazı işlerin ters gittiği de görülmüştür.

İşte ters giden ve geri tepen ricalardan bir tanesi:

Atanmamdan sonra bölgemi üç ay içinde az çok tanımış, sorunlara da hâkim olmaya başlamıştım. Bir gün masamda otururken il dışından bir arkadaş, bir dost, beni arayarak bir ricada bulundu. Dedi ki, “Lütfi Kardeşim, sana İstanbul’dan birini gönderiyorum, ilgilenirsen sevinirim”

“Olur buyursun” dedim.

Söylediği arkadaşı bir hafta sonra makam odama geldi. 50 yaşlarında temiz giyimli, saçı taralı, sakalı tıraşlı ve orta boylu birisiydi.

İstanbul’da oturduğunu ve ticaret yaptığından bahsetti. Sonra da derdini anlattı, ben de dediklerini not ettim. Kendisine İlgileneceğimi söyledim.

Çayımızı içip sohbetimizi de yaptıktan sonra, Büyük Efes Otelinde kaldığını söyledi. Beni de akşam yemeğine davet etti. Teşekkür ettim, tabii ki gitmedim. Ricası da öyle yapılmayacak bir iş değildi. Yalnız bana göre biraz geciktirilmiş bir işti. Ben sadece olması gerekeni yaptım ve işlemi hızlandırdım.

Bu vatandaş İstanbul’a döndükten sonra beni arayarak çok memnun olduğunu ve bir gün İstanbul’a beklediğini söyledi. Teşekkür ettim, yine gitmedim.

Bir ay kadar sonra tekrar arayarak İzmir’e geleceğini ve bu arada beni de ziyaret etmek istediğini söyledi. Ben de buyurun gelin bir çayımı içersiniz, dedim.

Dediği günde geldi. Çayımızı yudumlarken küçük bir ricada daha bulundu. Gerçekten bu vatandaşın bu basit işi neden uzatılmış veya yapılmamış ben buna bir anlam veremedim.

Bir dokunuşta halledilecek ve bitirilecek bir evrak neden bu kadar bekletilir? Anlaşılır gibi değil.

Her neyse bu ricası da kısa bir sürede yerine getirildi. Çok memnun ve mutlu olarak İstanbul’a döndü. İstanbul’a döndükten tahmini on beş gün sonra yine arayarak Cuma günü İzmir’e geleceğini, Büyük Efes Otelinde kalacağını ve cumartesi günü de uygunsam beni de ziyaret etmek istediğini söyledi.

Ben zaten her cumartesi ve pazar günleri saat 10’da J. K.lığına gider, il genelinde meydana gelen olayları Nöb. heyetiyle birlikte değerlendirir ve evime dönerdim. O nedenle misafire saat 10’da buyurun gelin dedim.

Cumartesi günü tam saatinde geldi. Çayımız bittikten sonra, gece uçakla İstanbul’a döneceğini ve akşam yemeğinde birlikte olmamızı arzu etti. Ancak, kendisine hemen Seferhisar’a gideceğimi, o nedenle daveti kabul edemeyeceğimi söyledim.

Bana yardımlarımdan dolayı teşekkür edip bir hediye getirdiğini söyledi. Getirdiği hediye paketini masamın üzerine koydu. Koltuğumdan ayağa kalktım ve pakete yukarıdan şöyle bir baktım. Paketin üstü çok şeffaftı, şeffaflığın altında bir gömlek ve gömleğin üzerinde de parlakça bir kravat görünüyordu.

Bana dönerek, “Komutanım o kadar yardımınız oldu, size bir yemeğimiz bile nasip olmadı. Lütfen bunu kabul edin” dedi. Kendisinin zaten bir tekstil fabrikası varmış, getirdiği gömlek ve kravat da kendi fabrikasının ürünüymüş. Bana öyle söyledi.

Gömleği ve kravatı gördükten sonra, kendisine teşekkür edip postamı çağırdım ve el bile sürmediğim paketi arabaya koymasını istedim. Sohbet bittikten sonra ayrıldık, o oteline ben de Seferhisar’a gittim. Seferhisar dönüşünde, akşam evimin kapısından içeri girerken, benim elimde çantam, postamın elinde de gömlek kutusu vardı. Kutuyu ve elimdeki çantayı eşim alıp salona götürdü. Araba da birliğe döndü.

(Burada bir parantez açayım. O sıralar oğlum Çalkan da sürekli olarak benden bilgisayar isteyip dururdu. Ben de biraz daha beklemesini söyler, hep ertelerdim. Parantezi kapadım.)

Çantamı odama bırakıp salona girdim. Çocuklar da yanımızda yöremizde oynuyorlardı.

Eşim gömleği ve kravatı görmek için kutuyu açalım dedi. Açalım dedim. Kutu açıldı, önce üstteki kravat, sonra da gömlek çıkarıldı. Kutunun artık boş olması gerekiyordu. Hiçte boş değilmiş, Gömleğin altına yerleştirilmiş çok ince bir de karton kağıt görülüyordu.

Karton kaldırılınca altında demet demet paralar vardı. Bu paraları önce eşim, sonra da o yıllarda 8 yaşlarında olan oğlum gördü.

Eşim büyük bir şaşkınlık ve hayret içerisinde, “Bu paralar da neyin nesidir?” diye sordu.

Peşinden oğlum da, “Anne! Babam benim bilgisayar paramı getirmiş” dedi.

Ben de biraz panikledim, inanamadım. Baktığımda gömleğin altı tam anlamıyla deste deste parayla doldurulmuştu.

Oğluma, “Çalkan oğlum, bu paralar askeri kantinimizin parası, bugün cumartesi olduğu için bankalar kapalı, pazartesi günü bu paraları bankaya yatıracağım. Bu paralar bizim değil” dedim.

Eşime de, “Paraları, gömleği ve kravatı kutudaki yerine yerleştir” dedim.

Vatandaşın kaldığı oteli hemen aradım, yeni çıktı dediler. Bizim İzmir-Menderes Hava Alanında koruma bölüğümüz vardı. Oradaki yüzbaşıyı arayarak şahsın ismini verdim. Hemen onu hava alanından almasını ve beni beklemesini söyledim. Giden arabamı tekrar istedim, hemen geldi. Hazırlanan gömlek kutusunu alarak hiç beklemeden hava alanına hareket ettim.

Yolda seyir halinde iken Bölük Komutanı olan yüzbaşımızın şahsı aldığı ve beni beklediği haberi geldi. Artık rahatlamıştım. Uçağın kalkmasına da yeteri kadar zaman vardı.

Yarım saat kadar sonra hava alanındaydım. Doğru bölük binasına yöneldim.

Bölük K.nı odasına girdiğimde alınan şahıs beni bekliyordu. Görünce hemen ayağa kalktı.

Her halinden çok tedirgin, şaşkın ve korku içerisinde olduğu belli oluyordu. Eski halinden hiç eser kalmamıştı. Hakkında işlem yapacağımı düşünmüş olmalı ki, korkudan sanki dili tutulmuş konuşamıyordu.

Bulunduğumuz odada sadece benim sesim ve soluğum duyuluyordu. Kendisine, “Beni niye böyle bir tuzağa düşürdün, aracı olarak kullandığın kişiden veya başkalarından keşke hakkımda biraz bilgi alıp da öyle gelseydin” dedim.

Özür diledi. Çok demoralize olmuştu. Bu halini görünce üzerine fazla gitmek istemedim. Mahcubiyeti çok yüksekti. Gereğinden fazla hırpalamakta zaten doğru olmazdı.

Ben bu tür rüşvet olaylarında düşünce olarak, kusuru daha çok verende değil, alanda görürüm.

Çünkü vatandaşı böyle işlere alıştıran ve de bulaştıran hep beklenti içinde olan devlet görevlileridir.

Bu kısa görüşmeden sonra vatandaşa kravat, gömlek ve para dolu çantasını verdim. Parayı da saymasını istedim. Görüşmeden sonra uçağına gönderdim.

Giderken çok üzgün ve hüzünlüydü. Çok utanmış olacak ki, adımları bile yavaşlamış, sanki kendisini zor taşıyordu.

Peki...

O utandı da ben utanmadım mı?

Onu da bir örnekle anlatayım.

Kırsal kesimde yaşayan bir ananın çocukları İstanbul’a gelmişler. Çalışmış çabalamış para kazanmışlar. Maddi durumları iyileşince artık anamızı köyden getirelim demişler.

Anaları İstanbul’a gelmiş, aradan 3-5 yıl geçmiş. Büyük oğlan anasına, “Ana yıllardır İstanbul’da yaşıyorsun en çok neyden utandın?” demiş.

Ana da cevap vermiş, “Oğlum vallahi, en çok manto giydiğim zaman utandım” demiş.

İşte ben de evimde o çanta açılıp paralar etrafa saçılınca en çok utanmıştım.

Sonuç...

Yukarıda dediğim gibi, onu çok kusurlu görmediğimden İçimden “Yolu açık olsun” dedim.

O günden sonra da beni hiç aramadı sormadı. Aracı olan arkadaş da merak edip bir kere olsun ne olup bittiğini sormadı.

Ben de bunu merak ettim.

Saygılarımla...

Lütfi ALGÜN E.Alb

Yorumlar (1)

Cafer Yıldız 7 Ay Önce

İnsanlık budur, incinsende incitme, herşey gönlünüzce olsun

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.