Yakın arkadaşlarımla hep konuşuyoruz yayınevlerinin editör bulundurup bulundurmadıklarını. Yazım yanlışlarına ve anlatım bozukluklarına tanık olunca ben her yayınevinin editörü olmadığına inanır oldum. Yazar, dosyasını gönderiyor ve yayınevi de kontrol etmeden hemen basıyor.
Özet bu gibi…
Bunun savunulası bir yanı yok.
Yayınevlerine belli ki bir külfet getiriyordur/ doğrudur ama editörsüz de olmaz bu iş!
Nitekim tatsız tuzsuz metinler dolaşıyor ortalıkta.
****
Editör deyince…
4 Nisan akşamı bir yarışma programındaki editör bayan tam bir ezberbozan türdendi.
Soru: “Sıklıkla, sürekli anlamına gelen ifadenin doğru yazılışı hangisidir?” idi.
Seçenekler ise;
A- İkidebir B- İki de bir C- İkide bir D- İki debir
Editör bayan soruyu yanıtlayamadı ve seyirciye soralım dedi. Evet, yanlış anlamadınız, bayan (kadın) “Seyirciye soralım” jokerini kullandı.
Seyircilerin edebiyatçılar topluluğu olduğunu mu düşündü ne…
****
5 Nisan sabahı haberlerinden…
Otobüse maskeyle giren yolcu, inerken maskesini oturduğu koltuğuna bırakıp öyle iniyor.
Bir başka haber…
Kentlerimizin birinde, yapılan nişan töreninden sonra maskeleri olmayan kalabalık, el ele tutuşarak halay çekiyor.
Ali Rıza Demircan, salgının eşcinsel ve benzeri ilişkilerin çokluğundan kaynaklandığını söylüyor. Bulaşıcı hastalıklar profesörü gibi…
Cübbeli Ahmet, gene döktürüyor bir şeyler…
İran ve Kuveyt toplu ibadete ara vermişken bizimkiler Cuma namazını VIP kılmakta. Az da olsa gene cemaatle…
Sokağa çıkmak yasaklanmışken piknik alanlarında mangal yakan, deniz kıyısında dolaşanlarımız da az değil…
Bize bir şey olmaz diyenlerimiz de…
****
Türkiye’de her Müslüman ‘İkra’ (Oku) sözcüğünü bilir, en azından duymuştur.
Oku sözcüğünün ne anlama geldiğini de bilir.
Ama nedendir okunmaz bu topraklarda, bir türlü anlamam. Oysa emredilmiş okumak!
Okuması olsaydı, ağzı açık şekilde öksürüp durur muydu Ali’miz/ Ayşe’miz acaba?
Cumhurbaşkanı, “Biz bize yeteriz” mottosuyla bir bağış kampanyası açıp sözü Mustafa Kemal Atatürk’ün Tekâlif-i Milliye’sine getirdi.
Milli sorumluluk anlamına gelen Tekâlif-i Milliye’nin ne olduğu ne olmadığı konusunda 5 Nisan tarihli Sözcü’de Yılmaz Özdil tarafından yeterli bilgi veriliyordu.
Anlaşılıyor ki konuyu bilmeden konuşmuş RTE.
“Bilmeden konuşmak, bilip de susmak kadar kötü bence…
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Tekâlif-i Milliye ile toplanan paraların son kuruşuna kadar ödendiği biliniyor.
Konuyu merak edenler Yılmaz Özdil’in yazısından gerçeği öğrenebilirler.
Bilmeden konuşmamak gerektiğine güzel bir örnek olmuş Sayın Özdil’in yazısı.
Cumhurbaşkanı, CeHePe demek yerine ısrarla/ inatla CeHaPe diyor ayrıca.
Biz, öğrencilerimize öyle öğretmedik ki… Yanlışta ısrar nedendir ki…
Doğru olana ulaşmak bu kadar zor mu şu teknoloji çağında?
****
Ömer Asım Aksoy, Agop Dilaçar, Nurullah Ataç, Feyza Hepçilingirler, Yusuf Çotuksöken, Necmiye Alpay, Kemal Ateş, Sevgi Özel dilimiz için emek verenlerden birkaçı…
Oku derken, bence kimin/ hangi kitabının da okunması gerektiği söylenmeli.
‘Sabahattin Ali’nin Kağnı- Ses’ini oku’ der gibi…
‘Hans Fallada’nın Herkes Tek Başına Ölür’ünü oku’ der gibi…
Konuşurken/ yazarken net olmalı.
Editörlük yapıyorsan da işinin gereğini yapmalısın/ bilmelisin.
Böyle olmayınca ne oluyor?
Bilisizlik dört bir yanımızı çeviriyor/ cehaletin bayrağını dalgalandırıyoruz.
Türkçe/ Dilbilgisi konusunda kendimi yetkin bulmadığımdan hazırladığım her dosyayı canım arkadaşım Mehmet Atilla’ya gönderiyorum. Yazdıklarım, biliyorum ki onun elinde güzelleşecek.
Ülkenin kaderini elinde tutan birinin de konuşmadan önce danışacağı birileri olmalı ki yanlış yapmasın/ toplumu yanlış bilgilendirmesin.
Yılmaz Özdil’in görevi, günlük gelişmelerle ilgili yorumlar yapmak. Halkı bilgilendirmek…
Birilerinin eksiğini/ yanlışını gidermek/ düzeltmek değil…
Onun bari zamanını almayalım.
Editör dediğin de İkide bir’in ne şekilde yazılması gerektiğini bilecek.
Eski Türkiye hiç de böyle değildi doğrusu.
Cehalet hiç bu kadar yaygınlaşmamıştı!