Köşesinde vatan millet nutukları çekenler, ülkeyi dikensiz gül bahçesi gibi anlatanlar, Başkanlara övgünün dozunu kaçırmış olmayı meslek bilenler, suya sabuna dokunur olmaktan fersah fersah uzakta duran gazeteciler/yazarlar bana itici gelir.
Bir de köşesini egosunu sergilemek için kullananlar…
Küfüroloji ve argo konusunda köşesini staj adresi gibi kullananlar…
Her fırsatta köşesini Reis’e övgü düzme alanı görenler…
Entelektüel kimliğini gözümüze gözümüze sokar gibi kullananlar…
Hep varsıl kişilerle röportaj yapıp duranlar… Onların sofralarında tıkınanlar…
Ulusal, bölgesel ya da yerel…
****
Bir okulun müdürüne, devlet tiyatrosunun bir oyuncusuna, bindiği otobüsün/taksinin şoförüne, koluna iğne yapan hemşireye, her sabah gazetesini/ekmeğini alıp kapısına koyan kapıcıya değil de, ‘çok sevdiği’ büyükşehir belediye başkanına /ilçe belediye başkanına yakın olduğunu hissettiren- teşekkür eden gazeteci tayfasını sevmiyorum.
Bir de kendisini ‘Dünyanın Vicdanı’ Uruguaylı gazeteci- yazar Eduardo Galeano gibi zannedenler…
****
“Yahu biraz kendiniz gibi olun’’ diye haykırasım geliyor böylelerine…
****
Alsancak’ın, Karşıyaka’nın caddelerinde/sokaklarında, özellikle de merkezlerinde yerlere atılmış/ araçların sileceklerine ve kapılarına tutturulmuş masaj salonları kartvizitlerindeki artış hiç mi dikkatinizi çekmez?
Karşıyaka’nın en merkezi caddesindeki taşların yıllardır, ikide bir sürekli olarak kırılması ve değiştirilmesi, her yağmurda kırık taşlar arasından mermi gibi fırlayan çamurlu suların paçamızı/ çorabımızı kirletmesi ve bu sorunun çözülmesi için köklü önlemlerin belediye tarafından alınmadığını hiç mi görmezsiniz?
Ezanın çok yüksek sesle okunmasının yaşlılar için- bebeler için rahatsızlık verdiği gerçeğini dile getirme konusunda bir sorumlulukları olduğunu neden görmezden gelir bu arkadaşlar?
Humeyni, bu konuyu Tahran’a adım attığı günlerde çözmüş iken bizim neden çözemediğimiz hiç mi ilgilendirmez arkadaşlarımızı?
Biliyorum ki çok sayıda vatandaş, ezanın yüksek sesle okunmasından rahatsız. Yaşlı babası, hasta bebeği olan aileleri düşünmek gerekmez mi?
Kimsenin ‘ezan okunmasın’ dediği yok.
Sesi biraz kısılsın!
Olay, yanılmıyorsam İsviçre’de yaşanmış. Kilisenin çanından rahatsız olan kişi, belediyeye müracaat ediyor. Belediye ne mi yapıyor? Gidiyor, şikâyet eden vatandaşının evini izole ediyor. Sonra da tekrar gidip soruyorlar: “Şikâyetiniz var mı?” diye.
Var mı bir yanlış?
İstek insani, çözüm insani…
****
Kestelli Caddesi’ndeki Esnafşeyh Camisi’nin olduğu yerden ezan okunurken geçmenizi arzu ederim.
Ya da öğle / ikindi ezanı okunuyorken Kahramanlar’da daracık bir sokaktan geçmenizi…
Sözüm; bu konuyu ‘ezanın okunmasını istemiyor’ şeklinde yorumlayacak olan art niyetlilere/siyasal İslamcılara değil tabii ki. Sözüm sağduyulu/dinini din olarak yaşayan inançlı insanlara…
Aklıma gelen bir bilgiyi paylaşayım bu arada.
28 Ocak 2008’de Erzurum’da 70 yaşındaki Hilmi Gürsoy, öğle namazını kılmak için Şafiler Camisi’ne gider. Farz namazının üçüncü rekâtında yığılıp kalır. Yere düşmesine karşın ne İmam namazı durdurur ne de cemaat bir müdahalede bulunur. Hilmi Bey ölür.
Caminin İmamı İsrafil Yılmaz’ın sözlerini merak ediyorsanız söyleyeyim: "Üçüncü rekâttayken bir ses duyduk. Cemaatten birinin arkadan düştüğünü fark ettik. Namazın son rekâtını kılıncaya kadar bekledik. Namaz bittikten sonra cemaat müdahale ettiyse de bir sonuç elde edemedik. Allah’ın takdiri neyse o olur."
Ölüme seyirci kalan bir cemaat…
Keşke bir gazeteci sorsaydı İmama, “Düşen Vali Bey olsaydı?”
****
Soru sormak gazeteciliğin olmazsa olmazı… Gazetecilik bunun için önemli.
Yıllar önce Dokuz Eylül Üniversitesi’nin akademik yıl açılışında o günlerin Başbakanı şöyle konuşmuştu: “Gençler bakınız; her üniversiteyi bitiren veya tüm halk iş sahibi olur diye bir kural yok. Dünyanın hiçbir yerinde yok.”
O günlerde keşke Aziz Nesin yaşıyor olsaydı.
Bir Başbakan böyle konuşabilirler mi?
Madem iş sahibi olmayı garanti vermiyorsun, neden ülkenin dört bir köşesini üniversiteyle doldurmaya çalışıyorsun demek gerekmez mi o Başbakana…
Aslı Aydıntaşbaş yazmış: “Libya’da savaşmaya giden Suriye destekli muhalif gruplara altı ay sonrası Türkiye vatandaşlığı sözü verilmiş.”
İddia ne kadar doğru bildiğim yok. Gerçekse vahim!
Birileri Türkiye’nin demografik yapısını değiştirmeye çalışıyor.
Yalan mı yanlış mı?
O halde… Bunu sormak gerekmez mi?
****
27 Temmuz 2011 yılında ABD istedi diye İslamcılara toplam 300 milyon dolar gönderdiğimizi Emin Çölaşan köşesinde dile getirdi.
Bugünlerde de Libya’ya asker gönderme/Sarrac’a omuz verme gayretindeyiz.
Sormak gerekmez mi, 300 milyon doların kimlere ve niçin gönderildiğini…
Kaynak yok diye asgari ücrete komik zam yapanlar, diyanete paraları oluk gibi akıtıp milli eğitimin bütçesini kırpanlar bizim vergilerimizi keyfi şekilde kullanırken koca koca köşesi olan gazetecilerin neden diye soru sorması gerekmez mi?
****
Türkiye, iki konuyu kazasız belasız atlattı. Eskiden yolculuklarda sigara içiyordu insanlar. Başkalarının sağlığını hiçe sayarak… Bu, büyük bir sorumsuzluktu. Saygısızlıktı. İnsan hayatını hiçe saymaktı.
AKP Hükümeti bunu başardı. Şimdi otobüslerde sigara içilmiyor artık.
AKP’ye koca bir alkış!
İkinci güzellik… Bir devrim niteliğindeydi aslında. Kadın memurlara pantolon giyme serbestliği…
Bu da AKP döneminin bir başarısı.
İkinci alkış!
Sessiz iki devrim…
Peki…
Bu iki sorunun üstesinden gelen siyasiler neden kaldırım taşlarını ikide bir yenileme gibi bir savurganlığın önüne geçemiyorlar?
Duble yollara trilyonlar harcayanlar neden bir caddenin taşlarının ikide bir kırılmasına seyirci kalırlar?
Ahlak, namus diye nutuk atanlar neden çok sayıda masaj salonlarının açılıyor olmasından rahatsızlık duymazlar? O kartvizitlerdeki adreslerin tümünün sağlık sorunlarımız için mi açıldığı düşünülüyor yoksa?
Gökyüzünden masaj adreslerinin kartları yağıyor her gün.
Haber değil midir bu?
“Gazetecilik; birinin yayımlanmasını istemediği haberleri yazmaktır. Gerisi halkla ilişkilerdir.” diyen George Orwell’e kulak vermek gerek.
Burada da bir başka sorun çıkıyor.
“George Orwell de kim oluyor?” diyenlere ne dememiz gerektiği…
Entelektüel züppeliğe de izin vermemeliyiz ama…
Orwell’i bilmeyen/okumayan da olabilir pekâlâ…
O zaman?
Yürek ve beyin…
Evet… Gazetecilik, bu ikisi olmadan yapılıyorsa soğansız- domatessiz menemene benzer.