Cezmi ERSÖZ, Kırk yılda bir gibisin kitabının, yok karşılığı yüzünün başlıklı bölümünde şöyle konuşur: “Yarın erkenden bir iş görüşmesine gideceğim, ama pek umudum yok. Neden iş bulamıyorum ben, yüzüme bakan neden bir garip oluyor, ne var yüzümde, iyice bir baksana diyor… Arkadaşımın yüzüne baktığımda içim titriyor; çünkü, onun yüzünde senin yüzünü görüyorum. Bu dünyaya ait olmayan yüzünü. Kimsesizlerin yüzünü…
Senin de yüzün benimkine benziyor, biliyor musun, hepimizi yok edecekler, bizim yüzümüz onları korkutuyor, bizim gibilerin kökünü kurutacaklar, diye endişeyle söyleniyor…
Savaşırız, diyorum bu sözün ağzımdan nasıl çıktığına şaşarak. Yüzü umutla aydınlanıyor o an. Savaşırız değil mi, diyor ve boynuma sarılıyor heyecanla: … Biliyor musun, ben yüzüm yüzünden öylesine yoksul kaldım, öylesine itildim ki; yüzlerimiz için, yüzlerimizi bu insanlara kanıtlamak için savaşırız değil mi, bir daha söyle ne olur, diyor… Savaşırız, diyorum bir kez daha.”
Ben de soruyorum: biz farkında mıyız? Çevremizde dönen yoksulluğun, itilmişliğin ve kimsesizlerin.
Hani Kazakistan’da zam protestosu üzerinden 20 binin üzerinde insan sokaklara dökülmüş, kanlı gösteriler sonucu Rus askerleri Kazakistan’da sükûneti sağlamış, dış güçlerin kışkırttığı provokatörler denilen vatandaşlarını bir başka dış güç askeriyle bastırmıştı.
Gerçekten halk isyanı mıydı? Yoksa kuklalar mıydı? Bunu ancak doğru örgütlülük, doğru haber alma ve doğru ilişkiler sonucunda bilebiliriz. Kazak sarayında oturanın söyleminden değil. Ancak o kadar ip sarmalanıp kördüğüm oldu ki ABD’nin Arap ülkelerinde halk hareketi altında yol açtığı felaketlerini de gördük. Hâlâ yaraları onarılmaz, acıları dindirilemez oluşlarını da. İnandığım yoksulların yüzleri için savaşacağı, bu savaşı sonunda kazanacakları umudu…
Abdurrahman DİLİPAK köşesinde söyle yazıyor: “İşler yolunda gitmiyor. Tamam da kimse gerçeğin bütününü görmek istemiyor. Hepimiz suçluyoruz. Kimse kendi suçunu kabul etmek istemiyor. Hani derler ya, “suç samur kürk olsa kimse giymek istemez” diye. Kendi gözündeki merteği görmeyenler, başkalarının gözünde çöp arıyor, bulamasa da uyduruyor bir şeyler. Tek başına iktidarı suçlayan doğru söylemiyor, tek başına muhalefeti suçlayan doğru söylemiyor, tek başına siyaseti suçlayan doğru söylemiyor. Herkes, belli zaman ve mekanlarda, belli konularda sorumluluğunu yerine getirmemiştir.. Ama kimse suçunu kabul etmek istemiyor ve sadece ötekileri suçluyor! Sonunda değişen bir şey olmuyor. Bir de gelen gideni aratıyor zaten. Şecaat arz ederken mangalda kül bırakmıyorlar da, pislik paçalarından akıyor. Ama her mahalle “kol kırılır yen içinde kalır” mantığı ile üstünü örtüyor. Yarın bu kollar ya çolak kalacak ya da kangren olacak. Yazık değil mi?”( 27.01.2022 tarihli Akit gazetesi)
***
Işıklar içinde uyusun dediğimiz güzel insanlardan Uğur MUMCU, Köy Enstitülerinin 50. Yılı panelinde: ülkenin (Türkiye Cumhuriyeti) dünü, bugünü ve yarını hakkında konuşurken, tarikatlaşma ve cumhuriyeti, değerleri üzerinden zayıflatarak yıkma çabalarını, dönemsel süreçlerini anlatırken “hangi iktidar din sömürüsüne dayanmışsa yıkılmıştır” dedi. Halk bunlara her zaman gerektiği dersi verir diyerek “1949 yılında CHP din dersleri başlattı. Ne oldu yıkıldı iktidardan. Demokrat Parti Hükümeti 1953 yılında Said Nursi’nin cübbesini bayrak yaptı. Ne oldu yıkıldı. Süleyman DEMİREL, 1960’ların ortasında tarikatların sakallarını okşadı. Ne oldu yıkıldı. Haçlı seferleri koşturan ANAP tarikatları köşke çıkardı ne oldu yıkıldı gitti. Bu halka güveneceksiniz kardeşim Halk var halk!” diyordu.
İktidar olmak halktan kopuşu getirdi mi iktidarda kalma süreci tarih açısından uzun olmuyor. Hiç kimseyi yüzü gariban, kimsesizliğe düşürmeden yürütebilmek. Aç, gariban, kimsesiz kalmak demek iktidarında gidiş biletinin kesilmesi demek olmalı.
***
“Yahu sapıttın mı? Halkçıların becerdiğini biz neden beceremezmişiz iktidarı bir kez ele geçiriversek?”
“Aslında bana sorarsan onlarda beceremiyor iktidar sürdürmeyi…Becerebilseler,… bu kadar kan dökerek elde ettikleri muhalefetsiz düzeni, gene kendileri, görünürde hiçbir halk baskısı da yokken geri getirmeye çabalar mıydılar?”
“Ne olacak peki? Biz iktidara geçemiyoruz! Berikiler yürütemiyor. Osmanoğulları mı gelecek gerisin geri?”
“Hayır, Osmanoğulları hiç gelemez artık! Çünkü Osmanoğulları Ankara’ya yenildi. Tarihte yenilgilerin önemi yoktur. Direnseydiler, direnebilseydiler, belki Çelebi Mehmet gibi yeniden gelebilirlerdi. Tarih yalan yazmıyorsa, kırka yakın kılıç yarası varmış Çelebi Mehmet’in gövdesinde… Böyle sürekli bir boğuşmadan gelmiş, oturmuş tahta… Oturabilmek için de bütün kardeşlerini temizlemek zorunda kalmış… Demek ki yaptığı kavganın şakası yok!” ....
“Peki yahu! Osmanlı da gelemeyecekse kim gelecek?”
“Halk gelecek…” (Kemal TAHİR: Yol Ayrımı / Esir Şehir üçlemesi 3. Kitap sayfa 125).
***
Tabi ki içinde bulunduğumuz tehlikeyi küçümsemeden, gericiliği, yobazlığı besleyen elleri, iktidarların varlığını bilerek hesap ederek mücadelemizi sürdüreceğiz. İsterdim ki kolaylıkla oluşturalım birliği, dayanışmayı, insanca yaşamayı ve bilgi çağını. Ama işin bizim istemediğimiz başka insani yüzü var; Cehalet bir sonuç olabilir ama kâr hırsı, kan dökmek ve başkasının yaşamının, emeğinin üzerine basarak büyüklenme bir insan tercihi. Dostluğa, sevgiye ve sevgiyle çoğalmaya karşı bir tercih, sadece ben, benim olsun tercihi. İşte bu yüzden Emperyalizme, ultra sömürgeciliğe, işbirlikçilerine karşı koyarken;
Atalarımızın “Vuruştuk mermisiz, kasaturasız
Ne aman istedik, ne aman verdik” nidalarını unutmadan.
Sevgiyle, sağlıcakla kalın…