1 Mayıs 1977 idi.
Salihli İGD olarak katılmıştık o yılki 1 Mayıs’a…
İstanbul, İstanbul olalı öylesine bir kalabalığa tanık olmamıştı.
Coşkulu, inançlı, kararlı insanlardık.
İki kardeşimle birlikteydik biz de o şanlı 1 Mayıs’ta…
Ben İGD yöneticisi, kardeşlerimden biri de İLD yöneticisiydi.
***
Sömürüye, baskıya ve her türden zorbalığa karşı işçi sınıfı o gün haykırıyordu: Faşizme geçit yok, DGM’yi ezdik sıra MESS’te, yaşasın sosyalizm diye…
Kürsüde konuşan Kemal Türkler’i de çılgınca nasıl alkışladığımızı hâlâ yaşıyor gibiyim.
Nasıl olduysa birden bire kurşun yağmaya başlamıştı tepemize tepemize.
Soğukkanlılığını koruyan ve iyi bir önderlik sınavı veren Mehmet Çakır öğretmenin uyarısıyla hepimiz eğilmiştik. İşte o sırada yakından gördüm, kürsüden alınıp bir araçla götürülen/ kaçırılan Kemal Türkler’i…
İşçi sınıfının yiğit evladını korumalarının alandan uzaklaştırdığını korku ve panik içinde izlemiştim.
Ağlayasım gelmişti. Biz, işçi sınıfının birlik dayanışma gününü bayram havası içinde ta Salihli’den kutlamaya gelmişiz. Emek ve emekçi düşmanı karanlık güçler ise üzerimize mermi yağdırmaktalar. Belli ki bir arada olmamızdan, örgütlü o devasa gücümüzden ürkmüş olsalar gerek… Aklı sıra mermilerle, korku ve dehşet havası yaratarak yıldıracaklar bizi/ bizleri…
Emek düşmanlarına karşı daha bir bileylendim o gün.
O gün 23’ündeydim bugün ise 70’ini 6 ay geçtim bile…
Aradan yıllar geçti.
İzmir’deki 1 Mayıs’a katılmak için alana gitmeden önce annemin bir kahvesini içeyim dedim ve zilini çaldım.
Beni karşısında görüverince "Sarı kuzum sen 1 Mayıs’a katılmayacak mısın yoksa?" dedi.
Salonda açmış televizyonu, Gündoğdu Meydanı’ndaki kalabalığın içinde beni arayıp duruyormuş canım annem.
Hiç unutmam, her ayın 20’sinde günü olurdu. Konu komşu gelir, çay kahve içerler, muhabbet ederlerdi. Komşulardan biri, alt katında oturan arkadaşını "Gel, seni tatlı dilli Rasime teyzeme götürüp tanıştırayım" mı ne demiş.
Kapıdan içeri girer girmez koridorda camlı çerçeveli bir hayli büyük Bülent Ecevit posterini gören yeni konuk "Bu komünistin duvarda ne işi var ablam!" demesin mi?
Annemin yanıtı mı? Yeni konuğu kolundan tuttuğu gibi kapı dışarı atıyor.
Böyle biriydi annem.
Bildiği doğrulara ters laf edilmesine tahammülü yoktu.
Öğretmen kardeşimin kayınpederini eski bir CHP’li olarak biliyorduk.
Bir akşam oturmaya gelmişlerdi bize. 12 Eylül darbesinden sonraki günlerdi. Orgeneralin biri MDP adına bir parti kurmuştu. Horoz Partisi olarak biliniyordu.
Anneme ve babama dönerek, MDP’ye üye olacağını, doğrusunun da bu olacağını söyleyince babamın yüzü ekşidi ama annem babam gibi davranmadı.
Dünürümüze o günden sonra el yüz vermez oldu.
Dönekliğe, ikiyüzlülüğe hiç tahammülü yoktu.
Anneme olan düşkünlüğüm/ sevgim, saygım ve hayranlığım bundan olsa gerek.
Dedem, rahmetli dayımın müziğe, siyasete ve edebiyata ilgisini görmüş ve gerekeni de yapmış ama annemin bu üç konuya olan ilgisini keşfedememişti herhalde.
Ona hep "Merhametli kızım", "Sarı kızım" demiş durmuş.
Evindeki yardımcı, öksüz yetim/ zihinsel engelli Halil abiyi de ölmeden önce "Merhametli sarı kuzum, Halil sana emanet" diye anneme teslim etmiş.
Hall’âbi yıllarca bizimle birlikte yaşadı.
Dayım çok güzel kanun çalıyordu. Bizi yanına alır, kanun dinletirdi zaman zaman… Ankara Hukuk’ta bir yıl okuduktan sonra İzmir’de iktisadi ticari ilimler akademisinde okumuştu.
Dedem onu siyasete hazırlıyor olmalıydı ki siyasi çevrelerle içli dışlıydı.
Ne yazık ki çok erken kaybettik onu. Üniversiteyi bitirdiği yıl, 22 yaşında Gediz’in suları bizden aldı dayımı. Yüzerken kramp nedeniyle ölmüştü.
Her 1 Ağustos geldiğinde annemin onu ağlayarak andığını bilirim.
Erkek güzeli biriydi dayım. Dört kız kardeşin gözdesi bir delikanlı…
Yakında ağustos arz-ı endam edecekler ya… Hiç gelmesin istiyorum. Çünkü annemin ölümü de 21 Ağustos.
Yokuşun inişi, güzelin çirkini, iyinin kötüsü, eğrinin doğrusu, inişin yokuşu misali ağustosun da 26’sı var, 30’u var. Onları ne yapalım?
Çok sevdiğim Harun Karadeniz de 15 Ağustos ölümlü…
Daha başka…
Can Yücel, Tevfik Fikret, Turgut Uyar, Nezihe Meriç de…
Bu haftanın bir başka konusu…
Gücüm yetse bütün belediye başkanlarına alo deyip 20 Temmuz tarihli BirGün gazetesindeki Attila Aşut’un yazısını okumalarını söyleyeceğim.
Cadde ve sokak adlarıyla ilgili o okunası yazıyı…
Manolya Sokak denmez, Manolya Sokağı denir.
Şair Eşref Sokak denmez, Şair Eşref Sokağı denir.
Adıvar Sokak denmez, Halide Edip Adıvar Sokağı denir.
Demeye getiren o güzel yazıyı…
Örneğin, Rahmi Gençer döneminde çoğu düzeltilmiş olsa da hâlâ Ayvalık’ta Barboros Sokağı tabelasına rastlıyoruz. Doğrusu Barbaros olmayacak mı?
Ben de 2001’de Kuzey Ege gazetesinde 'Bergama’da Sokakların Dili' yazımda ve sonraki yıllarda Yeni Asır’da dile getirmiştim bu yanlışlıkları
Özellikle de bu yanlışlıkların Ayvalık dışında gözüme en çok battığı Bergama’da yıllardır düzeltilmemiş olması Bergamalı Türkçe- Edebiyat grubu öğretmenlerini neden rahatsız etmez, bunu da anlamış değilim.
Bergama’nın çiçeği burnunda akademisyen başkanının yeni kadrosu bu işin üstesinden gelecektir diye düşünüyorum. Buna inanıyorum!
Mehmet Büyükçelik 5 Ay Önce
Teşekkürler sevgili öğretmenim.
Ömer Karcı 5 Ay Önce
Akıcı ,anlaşılır,sürükleyici bir dil.Okurken keyf alıyorum.
Yunus Kırılmış 5 Ay Önce
Kalemine sağlık.
Özden iğneler 5 Ay Önce
Ne kadar duygusal anlamlı bir yazı çok keyifli okudum ama bazı yerlerinde de hüzün doldu yüreğim hey yaşam acele tatlısı ile devam ediyor