Ankara’ya gelmiştik ve kurmuştuk bu mahalleyi. Harcında ilk bizim emeklerimiz vardı: Erzincanlı, Erzurumlu ve Sivaslıydık!... Memleketimizin yobazından kaçmamıştık ki o dönem yobazlık bu kadar yaygın değil, bu kadar beslenilmemişti.
Ekmek kavgasına ve çocukların gelecek kaygısına düşen analarımız babalarımız denklerini yüklenerek gelmişlerdi buraya. Tarlalar bölüşüldükçe besleyemez olmuş, eğitim kısıtlı, sağlık dersen yok hükmündeydi. Şehire gidilecekti hem de büyük şehirdi Ankara.
Biz Hüseyin Gazi’nin eteğinde ağaç diktik, yol sıraladık ve dostluk çeperledik. Hüseyin Gazi, karşılıksız koymadı emeğimizi; suyuyla besledi. Çeşmeleri bizi sakiye çevirdi. Hüseyin Gazi suyuyla ruhumuzu, inancımızı güçlendirdi. Bizde ona sunaklarımızla, lokmalarımızla minnettarlığımızı gösterdik.
Bize komşu geldi, biz bize yeterken Çankırılı, Boyabatlı insanlarımız. Çocuklarıyla körebe, taşlı kuka ve top oynadık. Yakan topu, saklambacı gecelere bırakırdık. Ne ihanetten ne tacizden ne de kötülükten bir havadis vardı. Sevgiydi, saygıydı iş.
Sonra ne olduysa büyümeye yüz tutan komşularımızın, Çankırılısı, Boyabatlısı hiç aklımıza gelmeyen bir yol tutturdular; bizim sokağımıza giremezsiniz demeye başladılar. Öğrendik ki faşist bir partinin elemanları olmuşlar. Oynadığımız içinde bir oyun şekli değildi. Ve bu hem onlara hem bize acı verecekti.
Çok arkadaşımız bu pisliğe katılıp yol alanlar yüzünden taranan otobüslerde, top sahasında ve oturduğumuz bahçelerimizde vurularak öldüler. Ağlamak yanı sıra yaşama tutunmak ve faşizme karşı direnmek düşmüştü bize, öyle de yaptık.
Ama onlar hiç vicdan hesabına oturmadılar. Salya sümük suçlarıyla bir sonraki kuşaklarına aktardılar yalanlarını.
Ama biz hiç nefret etmedik, nefret aktarmadık. Korunacak bir can, savunulacak bir ülke ve sahiplenilecek ilkelerimiz vardı. Emperyalistlerle işbirlikçilerinin korktuğu…
Dedemiz sağ bir iktidarın yönetimde çocuklarına gelecek sunamamıştı, babam yine sağ bir iktidarda kaç kez sakatlanma bahasına çalışarak ömrünü bizim için adamıştı. Zonguldak madeninde grizu patlamasıyla belkemiği sakatlanmış, kuşakla ayakta durabilirken, Et ve Balık Kurumunda 150 kiloluk donmuş etle metrelerce yüksekten buz kaplamış yere düşmüş beyin kanaması geçirmiş ve kulakları duymaz olmuştu. Ama sağ iktidarlar emekten yana değil, hiç hakkını vermediler babamın. Gözleri sadece canını almak üzerine kurmuşlardı. 60 yılda ülkenin kanını emmişlerdi, insanları nefessiz bırakarak.
Bakın deprem yıkıntıları altında insanları nasıl yalnız bıraktıkları, çadırları, insan kanını nasıl sattıkları ortaya çıkmış bu sağın hâlâ, umudu temsil etmesi mümkün değildi.
Ama göz bu görüyor, yürek bu atıyor, beyin bu çalışıyor. Tutamadıklarının farkındalar. İlacını korku salarak elde etmeye çalışıyorlar ama nafile.
Karşılarına barışı, sevgiyi seslendiren, insanlığı kucaklayan bir adam çıktı.
Taş atan bir çocuktu Sakarya’da:
Kılıçdaroğlu'nun “Evladımızın kimliği hiçbir şekilde açıklanmasın, aileye de hukuki destek verilsin. Bu çocuk Türkiye’nin evladıdır; seçimler gelir geçer, çocuğun zarar görmemesi en önemli konumuzdur. Asıl mesele onun yaptığı eylem değil, bir çocuğu böylesi bir provokasyona alet edenlerdir” dediği, bir çocuk.
Hepimiz bu Türkiye’nin çocuğuyduk. Onlar bizi ezmek, öldürmek için taşladılar. Ve koca yürekli adam sevgiyle bize taş tanların deşifre edilmemesini hatırlatıyor bir kez daha, biz hiç unutmadık ki.
Elbette! O çocuğu kazandıracaktır bu ülkenin hizmetine Kılıçdaroğlu, ve kurban etmeyecektir; ölüm soluyup, o pis kokulu nefes sahiplerine.
O yüzden pusulanızı şaşırmayın Evrensel Gazetesinin Sefer SELVİ karikatürüyle vicdanınızda bir nefes almaya öneriyorum, gülücük yüzünüzden eksik olmasın, umudunuzda hiç kararmasın diye.
*********
Sevgiyle, sağlıcakla kalın….