Tam bir yol ayrımındamıyız zaman gösterecek ancak göstergeler çok önemli bir yol ayrımında olduğumuzu söylüyor. Zalimin esaretli gücünü mü çokluğun ortaklaşa birlikte el ele yol yürümenin mi tercih edileceği son birkaç gündeyiz. Kavgayı önerenler ile kardeşlikle kucaklaşmayı önerenlerin çekişmesi sandıkta boy gösterecek.
***
Lütfi paşam, geçmişte yaşanmış seçimlerle ilgili anısını aktarıyor. Bu yüzden bugünün seçimi üzerine konuşmayacağım, o günün yorumunu herkesin vicdanına havale ettim yukarda ki sözlerimle. Söz Lütfi Paşamın:
Bir seçimde nasıl çalışılır, hangi yol ve yöntem izlenir pek bilmem.
Ama benim çok sevdiğim ve hala da görüştüğüm, milletvekilliği ve belediye başkanlığı da yapmış, bir sınıf arkadaşımla olan anımı anlatmak isterim.
İlkokulu bitirdikten sonra, sınavla girdiğim askeri ortaokulu İstanbul’da, Askeri liseyi de memleketim olan Erzincan’da okudum.
Yatılı okullarda arkadaşlık çok daha samimi ve unutulmazdır. Ayrılsak da arkadaşlığımız yıllarca sürer.
Benim de bu şekilde çok yakın arkadaşım olmuştur ve hala da görüşmekteyiz.
Bunlardan bir tanesi de Selahattin’dir. Kendisi tam bir “Candır”.
Askeri lisede bu arkadaşımız bir gün bize “Ben okuldan ayrılacağım” dedi.
Başarılı bir öğrenciydi. Biz gitmesini istemedik. Ama kararlıydı ayrılıp, memleketi olan Ankara’ya gitti.
Kendisini büyük bir üzüntüyle uğurladık. Gidiş o gidiş bir daha da görüşemedik.
1977 yılında genel seçimler yapılmış ve ben o sırada Lüleburgaz’da yüzbaşı rütbesinde, İlçe J.K.nıydım.
Dairede gazetemi okurken, seçilen milletvekili ve muhtemel bakan isimleri de iç sayfada yazılıydı. Bu isimler arasında bizim Selahattin’de vardı.
Acaba gerçekten O’mudur diye de biraz tereddüt ettim. O nedenle arayıp da tebrik bile edemedim.
Üç yılımı Lüleburgaz’da doldurduktan sonra, 1980 yılında Diyarbakır Merkez J.K.lığına tayin oldum.
Göreve başladığımdan kısa bir süre sonra 12 Eylül darbesi oldu. Ve birçok milletvekili aynı gün gözaltına alındı.
Ben Diyarbakır’da bu milletvekillerinden birini gözaltına almıştım. Adamın ilkokul diplomasının bile sonradan alındığı söylenirdi.
Ve bu isim Meclis’te en çok parti değiştiren bir isimdi.
Elle tutulur bir suçu olmadığından serbest bırakmıştım.
Ben değil bir başkası sorguya alsaydı, bu milletvekili en azından 45 gün gözaltında kalırdı.
Bunu bilen bu milletvekili, bir hafta kadar sonra, çok güzel bir kutu çikolatayla ziyaretime gelmişti. Uğurlarken nizamiye kapısında aşiretinden kendisini bekleyen en az elli kişi gördüm. Bu gözaltılar haliyle ülke geneline yapılıyordu.
***
Ankara’da ikamet eden bizim arkadaşımız Selahattin’de, o zamanlar CHP’nin 30 yaşında en genç, en çalışkan ve en acar bir milletvekiliydi.
12 Eylül darbesi olunca gözaltına alınacaklar arasında, bizim Selahattin’in ismi de vardı.
Ve 12 Eylül sabahı sıkıyönetimden bir yüzbaşı komutasındaki ekip, iki ciple bizim Selahattin’in kapısını çalmış.
Ekibin yarısı aşağıda, yarısı da yüzbaşıyla birlikte eve girmiş.
Yüzbaşı ev sahibine, “Selahattin Bey önce evini arayacağız, sonra da hazırlan seninle birlikte merkeze gideceğiz” demiş.
Gerisini Selahattin kardeşimizden dinleyelim.
“Lütfi’ciğim, askerler içeri girdi evi arayacaklar, ben de pijamalıyım. Çocuklar küçük ve uyuyorlar. Silahlı askerleri görmelerini istemiyorum. Görürlerse çok korkacaklar. Pijamalı olduğum için Yüzbaşıya ‘'zin verin hemen giyinip geleyim' dedim. O da 'olur' dedi.”
Giyinirken çocukları bu durumdan nasıl kurtarırım diye düşünmüş ve kendince bir çözüm bulmuş. Tutar mı, tutmaz mı? Bilinmez...
Bulduğu çareyi anlatıyor.
“Lütfi’ciğim, giyindim kuşandım, yüzbaşının karşısına geçtim. Evi arayacak askerlerde O’nun arkasında silahlı olarak bekliyorlar. Yüzbaşıya, "Komutan ben de asker kökenliyim" dedim.
Bana şöyle bir baktı "Asker kökenliğin nereden geliyor?" diye sordu.
"Askeri Liseden" dedim. Ve "Lütfi, İbrahim ve Akın" dedim. Soyadlarınızla birlikte söyleyince bana inandı.
Pekiyi sonra ne oldu diye sordum.
"Ne olacak? Biraz duraladı, sonra da aynı okulda okumuşuz, evi aramayalım, çocukları da korkutmayalım. Aşağıda seni bekliyorum. Giyin gel" dedi.
Böylece yatılı okulun birlik ruhu, böyle özel bir günde azda olsa işe yaramış olur.
Ama 12 Eylül sabahı Meclis feshedildiğinden, tüm milletvekillerinin görevi de son bulmuştu.
Aradan üç yıl geçtikten sonra Milli Güvenlik Konseyi feshedilen partilerin başka bir adla açılmasına izin verdi.
Siyaset yapanların, siyasetten kopması gördüğüm kadarıyla pek kolay olmuyor.
Bizim arkadaşımızda CHP’nin devamı sayılan SHP’den tekrar siyasete girdi.
İyi bir eğitimi vardı ve Sayıştay’da uzman denetçi olarak üst düzey görevlerde bulunmuştu. Anlayacağınız çok donanımlı ve bilgi birikimi yüksek olan bir bürokrattı.
Burdur’a ziyaretime gelmiş ve çok güzel bir kaç günü de birlikte geçirmiştik.
O günler artık tamamen siyasete girmiş ve partide tanınır ve güvenilir birisi olmaya başlamıştı.
1989 yılında yapılacak belediye başkanlığı seçimleri için çalışmalar yaptığını duymuştum.
Başkan adaylığı için o yıllar, önce parti içinde ön seçimle delegelerin adayı seçmesi gerekiyormuş.
O sebeple delegeler hem önemli ve hem de çok kıymetli.
Seçimler için aday adayları delegelerle sık sık tanışma toplantı yapıyorlar.
Bizim Selahattin kardeşimizde yaptığı böyle bir toplantıdan bir gün sonra beni aradı.
O yıllar Burdur’da görevliydim.
Telefonumun zili çaldı, ahizeyi kaldırdım, karşımda sınıf arkadaşım Selahattin.
Kısa bir hal hatır sorduktan sonra:
“Lütfi, yarın Ankara’ya gelir misin?” dedi.
Benim de hemen izin almam kolay bir iş değil. Kendisine, "Hayırdır önemli bir şey mi var?" diye sordum. Bana;
“Dün delegelerle birlikteydim sohbet sırasında delegelerden biri senden bahsetti. Geçen hafta sonu Burdur’da birlikteymişsiniz. Senden ve Burdur’dan pek memnun ayrılmış. Bu arkadaşın sözünün geçtiği bir çok delege var. Seni kırmayacak birisi. Gel seninle birlikte bu arkadaşla görüşelim” dedi.
Ben de kendisine, “Sorunu anladım” dedim. “Benim oraya gelmeme gerek yok. Çünkü o arkadaş haftaya tekrar buraya gelecek, merak etme gerekeni yapacağım” dedim.
Ve hafta sonu Selahattin’in dediği delege Burdur’a geldi.
Makamda çay içerken kendisine adayların kimler olduğunu sordum. Adaylar arasında Selahattin’in de adını söyleyince, Askeri liseden sınıf arkadaşım olduğunu ve özelliklerini dilimin döndüğü kadarıyla anlattım.
Özellikle Askeri Lise kökenli olduğuna pek sevindi.
Elinden geleni yapacağına dair söz verdi.
Kısa bir zaman sonra yapılan ön seçimde, sınıf arkadaşımız Selahattin Öcal büyük bir oy farkı ile Partisinin aday seçildi.
Benim katkım ne kadar oldu bilemem. Ama gene de göle, bir damla su da benden gittiyse ne mutlu bana.
Aynı yıl girdiği belediye başkanlığı seçimlerinde de, rakiplerine fark atarak MAMAK Belediye Başkanlığını kazandı.
Artık başkan olmuştu.
Seçimden bir yıl sonra da Çankırı’ya tayin oldum. Çankırı Ankara’ya çok yakın bir vilayet. Bu sebeple Başkan’la görüşmelerimiz daha da sıklaştı.
Çok vefalı bir insandı. Hiç unutmadı, ne beni, ne de arkadaşlarını...
İşte bir örnek.
Üç günlüğüne Ankara ve çevresindeki İl J. Komutanları ve asayiş şube müdürleri seminere çağrılmıştı. Bende bu seminere asayiş ve istihbarat şube müdürü olarak katılmıştım.
Subaylar olarak hepimiz Gazi Orduevinde kalıyor ve akşam yemeğini birlikte yiyorduk.
Yine bir akşam yemeği için tüm subaylar restorana gittik. Kıdemimize göre yerimizi aldık. Önce albaylar ve yarbaylar, sonra da binbaşı olarak bizler...
Yenecek ve içecek servisi masalara yapılmaya başlandı. Katılımcılarla geldiğimiz ve görmediğimiz şehirlerin sohbetini tatlı tatlı yapıyorduk.
Henüz yemeğe başlamamıştık ki, Nöb. Amiri masamıza gelerek, “Lütfi Binbaşıyı arıyorum.” dedi.
Buyurun benim dedim.
“Aşağı salonda misafiriniz var, sizi bekliyor” dedi.
Akşam akşam bu saatte kim ola ki...
Hemen aşağıya indim, kimseyi göremedim. Giriş kapısına gittim, dışarıda beyaz bir araba (Sanırım Mercedesti), yanında da gayet şık giyimli şoförü ayakta duruyordu.
Araba kimindir diye sorduğumda “Mamak Belediye Başkanının” dedi.
İçeriye tekrar girdim, Orduevi Md. odasında kendisini buldum. Hem sevindim ve hem de şaşırdım. Sarıldık, öpüştük.
Meğer Ankara’da ki bir sınıf arkadaşımdan kaldığım yeri öğrenmiş ve ziyaretime gelmişti.
Bir çok subay ve general çocuğunun nikâhını Orduevinde kıldığından, herkes kendisini tanıyor ve çok seviyordu.
Koluna girip, yemek salonuna çıkardım.
Yemekte Arkadaşımın kim olduğunu masadaki subaylara tanıttım. Herkes çok memnun oldu.
Artık bizim misafirimizdi. Yemek bitiminde kısa bir konuşma yaptı ve bir isteğimizin olup, olmadığını sordu. Meğer ben hariç, birçoğunun Ankara’da belediyeyle çok sorunu varmış. Dinledi ve sorunlarının hepsini tek tek not aldı.
Ve mutlaka ilgileneceğini de sözlerine ekledi.
Yemeğimizi yedikten sonra hesabı ödemeye gittim.
Başkan hesabı verdi dediler. Hiç misafir hesap öder mi? Hem de tüm masanın hesabını. Bunu da yaşayarak gördük. Demek ki bazen de ödenirmiş efendim...
Masadaki subaylara tüm hesabın Başkan tarafından ödendiğini söyledim.
İtiraz ettiler, olur mu böyle şey dedilerse de artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Sonunda kendisine teşekkür edildi.
İtirazları duyan Başkan bir ara ayağa kaktı, “Efendim” dedi, “ Yemek parasını ne belediye bütçesinden, ne de cebimden veriyorum.
Buraya Toplu Konut İdaresi Başkanlığı toplantısından geliyorum. Orada aldığım huzur hakkından veriyorum. Rahat olun” dedi.
Yemekten sonra Komutanlar bana, “Lütfi Binbaşım Başkanı bırakma kafeteryada biz de O’na ikramlarda bulunalım” dediler.
Başkan ricamızı kırmadı, Kafeteryaya birlikte indik.
Mezeler ve içkiler eşliğinde yaptığımız çok uzun sohbetin sonuna gelmiştik.
Çevresi çok kalabalıktı.
Bunu fırsat bilerek, kimse yerinden kalkmadan hesabı ödemeye gittim.
Kasadaki görevli, “Komutanım Başkan hesabınızı ödedi” dedi.
Nasıl olur? Bu kadarı da fazla artık. Ne yapmalı bilemedim.
Çarnaçar yerime dönüp, Subaylara, “Yine Başkan bizden önce hesabı ödemiş” dedim.
Ciddi itirazlar oldu ama artık atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Hepimiz kabullenmek zorunda kaldık.
Sonunda hepimiz teşekkür ederek, Başkanı kapıdan uğurladık.
Beni ziyaretinden ve akşamı bizlerle birlikte geçirmesinden kıvanç duymuş ve önere olmuştum. Kendisine teşekkür ettim.
Yazı uzayacak ama yazmadan da edemeyeceğim.
Ankara’da milletvekillerinin gittiği Anadolu Kulübü’nü duymuş, ama hiç gitmemiştim.
Bir hafta sonu Başkan beni buraya davet etti. Gittim.
Masamızda bizden başka iki kişi daha vardı. Biri Sendikacı Yaşar Seyman (CHP parti Meclis Üyesi,) ve diğeri Erzincanlı Hıdır Menteş. (BASISEN)
Tanıştık ve masada benim ilgimi çeken çok şey konuşuldu. Tabii daha çokta siyaset.
Bize biraz uzakta bir masada dört kişi oturuyordu. Ben onlara göre yan oturmuş olduğumdan onları göremiyordum.
Meğer bu dört kişi Güneydoğu’nun eski- yeni milletvekilleriymiş.
Bunlardan ikisi beni tanıyınca hemen masamıza geldiler.
Yıllar sonra çok güzel bir rastlantı oldu.
Ayakta kısa bir konuşma ve tanışma faslından sonra masalarına döndüler.
Biz yemeği bitirdikten sonra üzerine kahve söylendi. Ben pek kahve tiryakisi değilim. Yani olsa da olur, olmasa da...
Ancak gelen bu kahvenin kokusu ve lezzeti bir başkaydı. Çocukken, baba ve dedemizin içtiği fincanın dibinde kalan, telve kokusunun aynısı. Çok hoşuma gitti. Bu kahve nereden alınıyorsa adresi almak üzere şefin yanına gittim.
Sordum, “Suriye’den getirtiyoruz” dedi.
Bunu duyunca hevesim kırıldı. Tekrar masama döndüm.
***
O günden bugüne, sözünü ettiğim kahveye hiç bir yerde rastlamadım.
Bulanlara selam, içenlere afiyet olsun.
Eğer bulan da olursa adresini isterim.
Bu hatıramda daha çok yemekten bahsettim, bari yemek üzerine bir mani ile bitireyim yazımı.
-
Sofranda bal var ise, Bağdat’tan atlı gelir,
Tezgahın sağlam ise, İpekler katlı gelir,
Ateş düştüğü yeri yakar, demişler,
Ölü senin değilse, Helvası tatlı gelir demişler.
Saygılar...
Lütfi Algün
E.J.Albay
*********
Sevgiyle, sağlıcakla kalın….