28 Mayıs 1990’da kurulan ilk memur sendikası Eğitim-İş’in ilk üyelerindenim.
Memur sendikacılığının yüz akıdır Eğitim-İş.
Bizler, Dr. Niyazi Altunya önderliğinde Eğitim-İş saflarında mücadele veriyorken sendikamızı ‘Grev hakkını savunmuyor’ gerekçesiyle pasif bulan eğitim çalışanları da altı ay kadar sonra Eğit-Sen’i kurmuşlardı o yıllarda.
Aslında bir elmanın iki yarısıydık.
Eğit-Sen’deki öğretmen ve eğitim çalışanlarının bizden çok farklı istekleri ve amaçları yoktu. Özellikle de ‘solcu’ kimliklerini göstermeye çalışan arkadaşlarımızdı onlar.
Ekonomik- sosyal hakların kazanılması ve mesleki saygınlık için verdiğimiz mücadeleye yakın duran her öğretmen ve milli eğitim memurunu üye yapmış, bir anda da memur sendikacılığının gözbebeği olmuştuk. Sağ eğilimli öğretmen arkadaşlar da üyemiz oluyordu. Bunun herhangi bir sakıncası yoktu çünkü.
Özlük haklarının korunmasını ve geliştirilmesini isteyen, mesleki saygınlığın yaygınlaştırılmasından yana olan, sosyal ve ekonomik haklarımızın alınması için mücadele veren bir sendikaya sağ ya da sol eğilimli olan her eğitim çalışanı pekâlâ üye olabilirdi.
Keskin ‘Solcu’ öğretmen arkadaşlar, Eğitim- İş’e uzak duruyorlardı. Sanki biz sağcıymışız gibi…
Sendikalar uzlaşma aracıdır. Bildiğimiz buydu.
Sol ya da Sağ olarak görüntü veren değil de üyelerinin ekonomik ve sosyal hakları için savaşım veren örgütler olarak kanıtlamalıydık kendimizi…
Kapımız, eğitim çalışanı olan herkese açıktı. Açık olmalıydı.
Mevlana tekkesinden farksız olduğu bilinir/ söylenir bu anlamda... Üyenin sol ya da sağ eğilimli olmasının sendikaya üyelikle hiçbir ilgisi yoktur. Böyle bir kriter de olmaz zaten…
Her iki sendikada da sağduyu galebe çaldı ve sonraki yıllarda EĞİTİM-SEN çatısı altında bir araya gelindi. Eskinin TÖB-DER’i neyse EĞİTİM-SEN de o oldu. Güçlü ve etkili…
Çağdaş insan örgütlü insandır şiarıyla çıkmıştık ortaya. Örgütlülüğün gücüne inanıyorduk.
****
14 yıl boyunca ben sendikamın işyeri temsilciliğini ve delegeliğini yaptım. Eğitim çalışanlarını daha da yakından tanıma olanağını buldum o günlerde.
“Biz çok çektik.” diye sendikaya üye olmayan, çekinen ‘devrimci’ arkadaşlar tanıdım.
‘Dur bakalım’ diyen, “Şimdilik düşünmüyorum’’ diye konuşan, “Eşimin tayininde sıkıntı olabilir” diyen çok öğretmenle karşılaştım. Bizi pasif bulup üye olmayanlar da az değildi.
Sendikacılık yıllarımda Alfred Adler’in ‘İnsan Tanıma Sanatı’ adlı kitabını ikinci kez okudum. Daha doğrusu okumak zorunda kaldım. Beni şaşırtan öyle öğretmenler çıktı ki karşıma…
Eğitim-İş’i pasif bulup üye olmayanlar, Eğit-Sen’e de üye olmayınca öfkeleniyordum.
Böylesi arkadaşlarla mesai arkadaşlığı yaptım.
‘Keskin’ görüntülü öğretmenler de az değildi hani…
Eğitim- İş’e üye yapamadığım arkadaşa ‘Eğit-Sen’e üye olmasını salık veriyordum. Ya da neden Eğit-Sen’e üye olmadığını soruyordum. Bunu, Eğit-Sen yöneticisi Tahsin iyi bilir. Eğit-Senli Hacı da…
Kardeş sendikanın yöneticileriyle güzel dostluğum vardı o günlerde. Yürekli, devrimci dostlardı onlar… Çünkü günün birinde aynı çatı altında bir araya geleceğimize adım gibi inanıyordum.
Eğitim çalışanları yeter ki üye olsunlardı. Derdimiz buydu.
Şaka bir yana… Çalıştığım her okulda merhaba dediğim her arkadaşı üye yapmışımdır evelallah!
Eşi polis, subay, astsubay olsa da…
Örneğin, Nesrin Yıldırım… Her eylemimizde bizimle birlikte Konak Meydanında yer almıştır.
Üye yapmakla kalmıyor, dergi ile, bülten ile, oğlunun sünnetine katılmakla, nişan ya da düğününe çelenk göndermekle de arkasını getiriyorduk işin. İnsani ilişkileri ihmal etmiyorduk.
Gönülleri fethediyorduk kısaca.
Üye yaptığımız Esen Dökme adlı arkadaşın doğum yaptığı gün, kapısının önüne bir sepet çiçek gönderdiğimizde yüzbaşı olan eşinin sendikamızla ilgili yorumlarını bilmenizi isterdim.
Yüzbaşı, neredeyse fahri üyemizdi.
Sendikamızdan biri istifa edecek ha… Mümkünü yoktu bunun. Aşkla şevkle bağlıydı üyelerimiz Eğitim-Sen’e.
Çünkü bizde sendika ağalığı yoktu. Patronla işbirliği yapan çirkin insanlara kapalıydık.
Eğitim-Sen’in yıldız olduğu günlerde bugünün Siyasal İslamcı tipleri örgütlenmeye miyop bakıyor, üye olmaya yanaşmıyorlardı. Türk- İslam Sentezini savunan/ ülkücü kadrolar da…
Çekiniyorlardı. Yukarıdan gelen ses "Üye olmayın" diyordu onlara. Karşımıza dikiliyorlardı hatta.
Çakal İsa öykümde anlattım buna benzer bir öğretmeni…
EĞİTİM-SEN’in gerek öğretmenler gerekse veli ve öğrenciler gözünde bir cazibe merkezi konumuna gelmesiyle kendine geldi Sağ Cenahtakiler...
Türk Eğitim Sen ile Eğitim Bir Sen, böyle çıktı ortaya.
Örgütlenmeye ayıp/ günah/ yasak gözüyle bakanlar, Eğitim Sen ile uyandılar kış uykusundan.
Kendilerini Ülkücü- Milliyetçi olarak tanımlayanlar Türk Eğitim Sen’i kurdular. İktidar yakını olanlar da 'Müdürler Sendikası' olarak bilinen Eğitim Bir Sen’i…
Eğitim-İş, Eğit-Sen ve Eğitim- Sen’e üye olmayı sakıncalı bulup seyirci kalanlar, aradan yıllar geçince örgütlülüğü akıllarına getirdiler özetle... Büyüklerinin "Haydi sahaya…" demeleriyle.
Hep böyle olmuyor mu zaten?
Yıllar önce 8 Mart’ı Dünya Kadınlar Günü, 1 Mayıs’ı İşçi Bayramı olarak kutlamayı ‘komünistlik’ bilenler daha sonra kabullenmediler mi bu gerçeği?
Örgütlenenlere, hak arayanlara ve emperyalizme karşı mücadele edenlere taş atarak/ mitinglerini sabote ederek ve kurşun sıkarak tarih(!) yazanların kimler olduğunu merek edenler için bir bilgi kaynağı gösterebilirim: Google!
16 Şubat 1969 yazın, görün karşınıza çıkan bilgiyi.
Ankara Bahçelievler Katliamı deyin. 7 TİP’li genci kimlerin katlettiğini öğrenin.
Eğitim-Sen’e üyeliğe karşı çıkanlar, daha sonra Eğitim Bir Sen üyesi okul müdürleri olarak karşımıza çıktılar.
Eğitim yöneticisi olmak için Eğitim-Sen’den Eğitim Bir Sen’e geçen üyeler de olmadı değil…
****
Yüreksizliği tercih edenlere sözümüz yok.
Sonuçta bu bireysel bir istek. Kimsenin keyfinin kâhyası değiliz. Sendika değiştiren kişinin evindeki eşine ya da çocuklarına/ arkadaşlarına bu durumu nasıl anlattığını merak ediyor da değilim. Bu konuda söz söyleme hakkı Üstün Dökmen’in, Doğan Cüceloğlu’nun olmalı… Diplomalı psikolog onlar zira…
Sonuçta bu bir kişilik sorunu…
Koltuk uğruna sendika değiştirmenin erdemli bir davranış olup olmadığının analizini de yapacak değilim. Sosyoloji ve psikoloji birikimim bu konuda ahkâm kesmeye izin vermez.
****
Her kütüphane açılışında Pir Sultan Abdal’dan deyişler okuyan/ türkü söyleyen ve her ortamda bildiğini okuyan Rasime Şeyhoğlu’nun oğlu olarak bu bana gelmez!
İkiyüzlülük, çıkar uğruna başkasının davulunu çalmak, güçlüden yana olmak benim işim değil…
O işlerden anlamam.
Bir de şu var…
Sendikaya zorla üye olunmaz. İstifa etmek isteyene engel olunmaz. Sendikayı değiştirene itiraz da edilmez. Bireysel tercihtir sonuçta, buna saygı duyulur. İçinize sinmese de…
****
Coğrafyamız; partisini, derneğini, sendikasını değiştirenlerin çokluğuyla nam salmış durumda.
Cumhurbaşkanına en ağır sözlerle hakaret edenler şimdi Cumhurbaşkanının gözdesi.
Dün, AKP’ye en ağır sözlerle saldıranlar şimdi AKP’nin stepnesi gibi…
Dün birlikte oturup kalkanlar/ aynı sofrada yiyip içenler/ içtikleri su ayrı gitmeyen/ birlikte ağlaşıp gülüşenler/ ne istedilerse verdik diyenler, yabancısı olmadığımız ben-i Âdemler…
Tanıyor olmalısınız…
Dün Bakanlık yaptığı partisinin karşısına dikilip efelenenler…
Partisini bırakıp başka partinin yönetiminde Boeing 727 hızıyla yükselenler…
Bu ülkede.
****
Sabah akşam bayrak- ezan- ahlak-iman diye nutuk atanların bu tercihi sonuçta kendilerini bağlıyor.
Yeter ki ‘gen’e dönüşüp gitmesin…
Çünkü bu toprakların insanında 'döneklik' kalıtsal değil. Böyle bir gen taşımıyoruz biz.
Dönemsel bir sorun olarak bakıyorum ben bu insani arızalara…
Yükselme hırsı, kariyerizm, ihtiras, gücetaparlık, paranın cazibesi…
Sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir köşesinde de yaygın bu arızalar ne yazık ki…
En çok hangi ülkelerde yaşandığını Google’dan öğrenebilirsiniz örneğin.
Finlandiya, Japonya, Norveç, İsviçre gibi ülkelerde ise yok gibi.
****
Dün buna benzer konuları ayıplardık biz. İkide bir parti değiştiren Afyonlu Kubiş’i neredeyse unuttuk. Ağrılı Savcı Sayan da yarın bir gün unutulacak muhakkak.
Ne kadar hızlı Baykalcıydı…
****
Sarıdere köyündeki çocuklar 40 yıl önce aynı sınıfta tek öğretmen tarafından okutuluyordu.
40 yıl sonra vardığımız noktada her sınıfın ayrı bir öğretmeni olması gerekmez mi?
Bunun adına ilerleme denilir mi?
Bugün Sarıdere’de gene 40 yıl öncesindeki gibi okuyor çocuklar. Üstelik öğretmen de yanılmıyorsam köyün kadrolu öğretmeni değil.
Asıl söylemek istediğime gelince…
****
Bergama Belediyesi’nde kışta kıyamette işten çıkarılan kişiler vicdanları sızlatıyor.
Her gün dayanışma adına ziyaretler de devam ediyor.
Başkan, olup bitenleri yakından izliyor elbette.
Bugün, sadece Bergama yerelinde ve bölgede oluşan kamuoyu, yarın Ankara’da/ İstanbul’da ve TBMM’de de Belediyenin başını ağrıtacağa benziyor.
Belediye önündeki eylemin günden güne artan güçlü tepkilerle ulusal ölçekte reaksiyon yaratacağı anlaşılıyor. Bu konuda gösterilen tepkiler, konuşmalar ve yazılar olayın çapını büyüteceğe benzer.
DİSK yöneticisi birisi tarafından dillendirilmiş “Kadınsan ve Alevi’ysen AKP’li belediyede çalışman zor.” tümcesi ise ateşe körükle gitmek gibi bir şey…
Bergama, Bergamalı herhangi bir yönetici, bu tür suçlamayla hiç muhatap olmadı bugüne değin. Bergama, Kardeşliğin/ Barışın/ Sevginin kenti.
Türk- Kürt, Alevi- Sünni konusu hiçbir zaman gündem oluşturmadı benim bildiğim.
Bergamalının engin hoşgörüsü ve hümanizması bu konulara yabancıdır.
İşten çıkarılan kişilerin azının ya da çoğunun Alevi olması, Başkan Hakan Koştu’nun Alevi karşıtı biri olmasına bağlanmamalı. Bu toprakların çocuğu olarak Başkanın bu konuda Alevi karşıtıymışçasına değerlendiriliyor olması doğru değil.
Esnaflıktan gelen birinin etnik sorunların kaşıyıcısı olması her şeyden önce esnaflığın ruhuna ters. Bunu ima etmek yanlış.
Sendikacı, konuşurken diline dikkat etmelidir.
Başkanın, kadın işçileri kışta kıyamette sokağa atması empati kuramamasıdır. İşsizliğin psikolojik yıkıma neden olacağını kestirememesidir.
Milletvekilinin birisinin dediği gibi bu "Sosyal cinayettir."
“Alevi’ysen Bergama Belediyesi’nde çalışamazsın.” tümcesi ise ezbere konuşmaktır.
Bilmeden konuşmaktır.
Benim bildiğim, belediyede Alevi de Sünni de yıllardır mesai arkadaşı.
Sendikacının sözü, Alevi nüfusu tahrik etmekten/ kutuplaştırmaktan öte bir işe yaramaz.
Boş bulundu ya da ağzından kaçtı olsa gerek…
Çünkü o söz uygar insana yakışan bir söz değildir. Bergamalının önemsemediği bir konudur Alevilik- Sünnilik polemiği.
Kaldı ki “Alevi olduğum için beni işten çıkardılar.” diyen de yoktur.
Sendikacı, böylesi bir dil kullanmak yerine Genel- İş üyesi belediye çalışanlarının paldır küldür Hizmet- İş’e neden geçtiklerinin analizini yapmalı bence.
Belediyeye olan tepkisini daha sınıfsal bir gözlükle değerlendirseydi keşke.
Skandal değil mi üç beş çalışan dışında herkesin sendikasını değiştirmesi?
Sonuçta…
Başkanın, bazı çalışanlarını ‘tasarruf hakkı’ gereği arzu etmedikleri noktalarda görevlendirmesi, üç kadını işten çıkarması, Ilıca’daki alkol yasağı savunulacak işler değildir.
Liyakatı kriter görmeli başkanlar. Kim hangi işte verimliyse ona göre değerlendirmeli memurunu.
Bu konudaki tasarrufunun şahsi değil, Ankara merkezli olduğunu düşünüyorum ben.
Üç dört yıl sonra yeniden esnaflığa dönecek olan Sayın Başkanın, sevimsiz işlere imza atması, bilmeli ki ileride kendisine büyük çaplı sorunlar da yaratacaktır.
Bağışlayıcı olmalı, büyüklük yapmalı ve üç kadını yeniden işe almalı.
Bunu yaparak Bergamalının büyüklüğünü dünyaya ilân etmeli.
Aristonikos’u 2500 yıl sonra bağrına basan Bergamalı, eminim işe yeniden alınacak kadınlar nedeniyle de Başkanı bağrına basacaktır.
AKP’lisi, CHP’lisi, MHP’lisi, HDP’lisi, Alevisi, Sünnisi ile…
Haydi Başkan!
Bir başka İLK’e imza at da, Bergama kışta kıyamette bahar havası yaşasın.