Çocukluğumun okul dışı saatleri, çoklukla Köprübaşı’daki evimizin önünde Ali Rıza Özmen, Yunus Demir ve Celil Uysal ile kamyonculuk ve top oynamakla geçti. Tuğladan yapılan kamyonlarımızla vınn vınn diye virajları Celil’le nasıl döndüğümüzü bir görmeliydiniz. Ne de zevk alırdım o tuğla kamyonların şoförlüğünden.(!)
Ali Rıza ve Yunus ile çoklukla top oynardık.
Köprübaşı, Eski Borlu’dan sonra yerleştiğimiz ikinci vatanımızdı. Eski Borlu, 1959 yılında Gediz’in suları altında kalınca bizler de yeni kurulan Köprübaşı’na göçmek zorunda kalmıştık.
Asfaltla/ betonla tanışmadığımız, elektriklerin zaman zaman kesildiği, MTA çalışmalarının yoğun olduğu bir dönemdi Köprübaşı yılları…
***
Annemle babam, yaz tatillerinde şehirde adam ağzı öğrenmem için (!) beni İzmir’deki teyzemlere gönderiyordu yaz tatillerinde.
Onlardan ayrı kalmak beni çok yaralıyorduysa da teyze oğlum Nedret’le geçen zamanım acımı hafifletiyor/ hatta unutturuyordu.
Nedret, çocukluk yıllarımın number one arkadaşı…
Nedret’e biz hep 'Neco' derdik. Sokaktaki herkes gibi…
***
İkiçeşmelik Caddesi’nin hemen altındaki 838 Sokak’ta oturuyorlardı.
Buraya da Göztepe’den gelip yerleşmişlerdi.
Göztepe’den önce ise Uşak’ın Eşme’sinde çalışmıştı öğretmen olan Hasan eniştem…
838 Sokak, İkiçeşmelik’ten Kestelli Caddesi’ne girildiğinde soldaki ilk çıkmaz sokak oluyordu.
Sokağın girişinde solda bakliyat çuvalları bulunan bakkal dükkânı, sağda da kışın pastane, yazın da açık hava sineması olarak iş yapan Doğan Sineması bulunuyordu.
Sinemanın hemen bitişiğinde de Konyalıların kiracısı Kasap Mesut Bey…
Soldaki bakkal Mehmet Güngörmüşler’den sonra bir depo, deponun yanında da Terzi Mehmet vardı. Mehmet amcanın iyi ve güzel üç kızının hanımefendiliğini hiç unutamam. Mehmet amca, her daim dikiş makinesinin başında, burnunun üstündeki gözlükleri ile hem gelene gidene laf yetiştiren hem de işini yapan, konuşkan, beyefendi biriydi. Gülsüm, Gülten ve Sıdıka’dan biri öğretmen olmuş, ama hangisi, bilmiyorum.
Teyzemler, Mehmet amcanın yanındaki iki katlı eski Rum evinde oturuyordu. 5 No’lu evde…
838 Sokağın soldaki ilk köşebaşıydı burası.
Cumbalı, içi karanlık, mutfağı ve banyo- tuvaleti hiç ışık görmeyen bir evdi. Odalar ahşap döşemeli, mutfak ve banyo kısmı ise yılların marleyi olan taşlarla döşeliydi.
Banyo yapmak büyük dertti.
Yedi sekiz basamaklı mermer merdiveni çıktıktan sonra iki kapılı demir kapının üstünde 5 rakamı yıllarca hiç çıkmadı aklımdan.
İçeri girince karşıda Hasan eniştemin fotoğrafları tab ettiği, bizlerin giremediği karanlık oda ve kapıdan girişin hemen sağında ve solunda iki oda bulunuyordu. Yüksek tavanlı olan bu odaların kapı tokmakları mermer renginde sedeftendi yanılmıyorsam. Sağdaki odanın iki penceresi vardı. Sağdaki cumbalıydı.
Buradan dışarıya bakınca tam karşımızdaki Doktor Necmettin İzmirlioğlu’nun iki katlı Rum evini görüyorduk. Dâhiliyeci olan doktor amcanın bizden 6-7 yaş büyük olan tombiş ikiz kızları ikinci katın balkonunda karşılıklı süs bebekleri gibi otururlar, kimselerle konuşmazlardı. Güldüklerini de görmedim hiç.
Necmettin amca, akşamüzeri oldu mu elinde çantasıyla çıkagelir, balkonda yerini alırdı. İkizlerle nöbet değişirlerdi. Balkonda otururken bir kadeh rakı içer miydi, orasını bilmiyorum.
İki kızı daha vardı, ikizlerin dışında…
Köşede oturuyoruz ya… Hem önümüzden geçen yola hem de solumuzdaki ara sokağa bakınır dururduk.
Pencerelerin önünde oturup sağa sola bakınma özgürlüğü / hakkı öncelikle büyüklerindi.
Zavallı teyzemin bu evde dört başı mamur keyif çattığına rastlamadım doğru dürüst…
Ev işlerinden ve çamaşır- bulaşıktan pek zamanı kalmıyordu. Leman ablamla ikisi çekiyordu evdekilerin kahrını… Ya da yayıntısını diyelim…
Ev, iki katlıydı ama üst kata merdivenle bağlantı olmasına karşın yukarı çıkamıyorduk. Üstte Gördesli Fehime Hanım teyze oturuyordu. Bir başına…
Onun evinin girişi Terzi Mehmet amcanın bitişiğindeki kapıdandı.
Tepecik’teki Mevlana İlkokulu’nda öğretmenlik yapan eniştem, öğretmenliğinin dışında fotoğrafçılık yaparak evinin geçimini sağlıyordu.
Namık abim o günlerde İstanbul’da Dişhekimliği, Fikret abim ise Karataş’taki iktisadi ticari ilimler yüksekokulundaydı. Leman ablam sokağımızdaki Kestelli Kız Ortaokulu’nu bitirmişti.
İzmir’de yaşamak kolay mı? Hem de tek maaşla…
Latife teyzem çok titiz bir kadındı. Geceleri ayaklarımızı yıkamadan yatağa girmemize asla izin vermiyordu. Gerçi ben bu alışkanlığı köydeki evimizden/ annemden öğrenmiştim ama burada sanki biraz askeri disiplin altında yürüyor gibiydi bu iş…
Aslında o da haklıydı. Bütün gün sokaktaydık. Çorap da giymiyorduk. Üstümüz başımız hep toz oluyordu çünkü…
Yemekleri ise yer sofrasında yiyorduk yanılmıyorsam… Masada yediğimiz günler de oluyordu yanılmıyorsam…
Kahvaltıdan sonra sokağa çıkıyor, arkadaşlarla buluşuyor ve gün boyunca oyunların en güzelini oynuyorduk. Oynamaya doyamadığımız günlerdi o yıllar…
Köşede otuyoruz ya…
Diğer pencere ise tam köşede olduğundan buradan da hemen yanımızdaki/ solumuzdaki ara sokağa ve karşı köşedeki dört katlı apartmanın pencerelerine, yukarı doğru çıkan sokağın sağında bulunan Hasanların evine bakıyorduk.
Bu pencerenin önünde oturup sağa sola bakma özgürlüğü tabii ki bizden yaşça büyük olanların hakkıydı.
Soldaki odaya gelince…
Orası gelinlik kız gibiydi. Kapısı bile açılmazdı doğru dürüst… Ancak misafir gelirse…
***
Sokağa girişte sağda aynı bizim ev gibi, yedi sekiz basamaklı merdivenden çıkılan eski Rum evleri bulunuyordu. Girişi camlı / küçük bir büro olan muhtarlık binası da bu sıradaydı.
Camın üstünde ise bir tabela: Muhtar Aysel…
Sert tabiatlı, dirayetli biriydi Aysel abla.
Karşımızdaki doktorun bitişiğinde Konyalı Hasan dediğimiz arkadaşımız oturuyordu. Bisikletinin güzelliğine vurulduğum Hasan’la da oyun arkadaşıydık. Babası Kemeraltı’nda börekçilik yapıyordu yanılmıyorsam… Hikmet Uğurlu mu neydi babasının adı… Meşhur Kemeraltı Börekçisi…
Solumuzdaki ara sokağın girişindeki köşede yer alan dört katlı apartmanla karşı karşıyaydı Hasanların evi. Bu apartmanda Gördesli Zeliha Hanın teyze oturuyordu, kızı Tülin abla ve oğlu İsmail ile… Tülin abla çok güzeldi. İsmail ise sokağın en uzun boylusuydu. Uzun İsmail mi diyorduk sırık İsmail mi unuttum… Hiç gözümün önünden gitmez, minarelerin merdivenleri gibiydi merdivenleri… Soluk sarı renkli boyası olan bu apartman o günlerde bile sanki dökülüyor gibiydi.
Fazlasıyla da rutubetliydi yanılmıyorsam…
Onların apartmanının hizasındaki çok odalı dört katlı Rum evi ise o günlerde ortaokuldu. 4 katlı çok odalı bu bina, zamanında mutlaka çok zengin birinin olmalıydı. Saray gibiydi adeta…
Bundan 30 – 35 yıl önce bir siyasi parti vardı burada.
Karşısındaki arsa da okulun bahçesiydi. Şimdi o bina restore edildi ve Kemeraltı bölgesinin en bakımlı/ en şık binalarından biri oldu. Alanyalı Konağı diye biliniyor şimdi.
2 yıl kadar önce restorasyon başladığında eski günleri yad etmek için bu sokakta yol boyunca dolanıp durmuş, binaya da girmiştim. Kapının önündeki bir tabelada da Sabahattin Ali’nin adını görmüştüm. Onun adına bir kültür merkezi mi ne olacaktı… Hatta Filiz Ali’yi arayıp konuşmuş ve çektiğim fotoğrafları da göndermiştim.
Şimdi, burası Kemeraltı’nın en görülesi mekanlarından biri durumunda. TARKEM, doğrusu çehresini değiştirdi Kemeraltı’nın ve Kestelli’nin…
Bu dört katlı binanın yanındaki çıkmaz sokak, 30 kadar merdivenle İkiçeşmelik caddesine çıkıyor.
838 Sokak’ın sonundaki sol köşede ise Naturzade Camisi bulunuyor.
Biz Neco ile bu camide müezzin Hüseyin amcadan yıllar boyunca ders aldık. Bilmediğimiz sure kalmadı dersem abartı olmaz. Köprübaşı’nda ve Salihli’de sorulduğunda gururla "Hüseyin amcadan öğrendim" diyordum.
Elimizde defter ve kalemle, başımızda takkeyle az mı gidip geldik Naturzade Camisi’ne…
Şaka maka, hocaya gitmişliğimin tarihi 1963-64-65 gibi…
Düşünüyorum da şaşıyorum… İnsan çocuk olur da hiç mi kavga etmez arkadaşlarıyla…
Hiç anımsamıyorum birileriyle kavga ettiğimizi…
Bütün gün sokakta hoplardık zıplardık. Tabii ki günümüzün önemli bir bölümü de çift kale maçlarla geçiyordu.
Göksel Arsoylu, Orhan Günşiraylı, Ediz Hunlu, Salih Tozanlı, Ahmet Tarık Tekçeli, Hülya Koçyiğitli filmler burnumuzun dibindeki Doğan Sineması’ndaydı.
Yanılmıyorsam filmler üç dört günde bir değişiyordu.
Edi ile Büdü gibi yemekten hemen sonra doğruca Doğan Sineması’na gittiğimiz günler benim unutamadığım çocukluk anılarımın belki de en önemli karelerinden…
Öyle çok film izliyorduk ki…
Çoğu filmin sonunda da gözlerimiz kan çanağına dönüyordu.
Ağlıyorduk doyasıya…
Gene bir gün sinemadan çıkmış, 100-150 metre ötemizdeki evimize gidiyoruz.
Namık abimle karşılaştık. Bize baktı, baktı… "Gene mi ağladınız u’lan!" dedi.
Evet… İkimiz de sulugözlüydük biz. Dayanamıyorduk filmlerdeki ayrılıklara/ acılara…
***
Günümüzün çoğunu sokağımızda geçiriyorduk.
Kim bilir bize belki de 'sokaktan ayrılmayın' deniliyordu.
Ama arada bir keşif gezilerine çıkmıyor değildik. Neco’yla İkiçeşmelik’e çıkıyorduk.
Doğan Sineması’ndan aşağılara inip Kestelli Caddesi boyunca yürüyorduk. Neco’nun başladığı ilkokul, Doğan Sineması’ndan aşağıya doğru inerken soldaki ilk sokağın sonundaydı. Sakarya İlkokulu…
Buradaki mandranın önünde akan çeşmeden az sular içmedik…
Mandra daha sonra muhallebici oldu yanılmıyorsam…
Keşif gezilerimizin birinde, Sakarya İlkokulu’ndan başlayıp 442 Sokak’ın önünden ilerledik. Sağdaki sokağa girdiğimizde önü bahçeli bir bina dikkatimizi çekmişti.
Çocuk Kütüphanesi yazıyordu. Biz de çocuktuk sonuçta… Merak edip merdivenlerden çıkıp girdik içeriye… Masalar, çocuklar ve kitaplarla dolu bir yerdi burası.
Kitapların üstüne eğilmiş kitap okuyorlardı. Çıt çıkmıyordu.
Masa başındaki güler yüzlü genç bir bayan bize neler sordu o gün anımsamıyorum ama kendimizi bir anda bir masada bulduk. Bayan önümüze iki kitap koydu. "Haydi, siz de okuyun bakalım…" demişti yanılmıyorsam.
Mark Twain ile, Cervantes ile, şiirlerle, masallarla orada tanıştım ben.
Yepyeni ve çok hoşumuza giden bir adres keşfetmiştik. Kahvaltıdan sonra sokağa fırlayan, top oynayan biz, uçar gibi kütüphaneye koşuyorduk artık. Ne kadar kalıyorduk anımsayamıyorum. Öğle yemeklerine eve gitmediğimiz de oluyordu. Kasap kedileri gibi, kütüphanenin önünden ayrılmıyorduk.
Çok şeyler borçluyum o sokağa ve kütüphaneye…
Her önünden geçişte çocukluğumu yaşar gibi olurum. Pollyanna, Aya Seyahat, Ali Baba Ve Kırk Haramiler, Demiryolu Çocukları gözümün önüne gelir.
***
Kestelli Caddesi’nden Kemeraltı’na doğru inerçıkardık sık sık. O günlerde sağda solda manavlar vardı. Yiyemediğimiz meyvelere bakınır, yutkunurduk.
Sağ sıranın ilk köşesinde bir fotoğrafçı dükkanı vardı. Foto Baradan yazardı.
Annemler geldiğinde süslenir püslenir illâ oraya uğrardık. Aile fotoğrafı çekilirdik. Ali Ulvi Baradan’ın dükkanıydı burası…
Hasan eniştem, ek iş yapıyor ya…
7-8 arkadaşına da birer fotoğraf makinesi alıp onların da para kazanmasını sağlamış. Anlaşılan eniştem, bu pazarı iyice öğrenmişti.
Özel Yusuf Rıza İlkokulu’nda da arkadaşları var. Yılsonu ve özel günlerde çekilen fotoğraflarla hatırı sayılır paralar kazanan Ali Ulvi Baradan, eniştemin ve arkadaşlarının bu fotoğraf çekme işini öğrenince epey bir kayba uğramış olmalı ki, eniştemle bu yüzden arası açılmış, küsüşmüşler.
Biz de sonraki yıllarda Foto Baradan’a hiç iyi gözlerle bakmaz olmuştuk. Aile fotoğrafları da çektirmez olmuştuk.
***
Şimdi Kestelli’ye gittiğimde gördüğüm manzara şu:
Mutlu yaşamların sürdüğü o evlerin her biri atölye ve depo…
Bazıları da harap vaziyette…
İzmir’de belki de sıklıkla ziyaret ettiğim adreslerin en başında yer alıyor Kestelli ile Tilkilik ve Agora çevresi…
Rum evleri mi çok çekiyor beni yoksa çocukluğumun o altın yılları mı bilemiyorum.
Emeklilik sonrası bile dur durak bilmeden çalışan, çalışkan eniştem ve teyzemin evinde geçen günlerim benim için 'gari'nin 'artık', "bilmiyom- yemiyom"un "Bilmiyorum- Yemiyorum"la yer değiştirdiği, dilimin güzelleştiği yıllardı.