Shakespeare, “Beklemek cehennemdir” demiş bir sonesinde. Öyle ya, sorsak kim beklemeyi sevdiğini söyler ki; ama nedense birçoğumuz zaman zaman bu eylem kadar, yaşattığı duygunun da etkisi altında kalıyoruz. Sürekli umutla beslenen beklentiler gibi…
Beklenti deyince, son günlerde insanların bu eğilimi mi çoğaldı, yoksa bana mı öyle geliyor, bilmiyorum. Dinlediğim günlük konuşmalarda, izlediğim haber programlarında yakınmalar kadar karşılanmamış isteklerin hiç eksilmediğini görüyorum. Elbette ki herkes kendince haklıdır. Baktığımızda, her kesimden insan, artan ihtiyaçlarıyla birlikte hayatının değişeceği, iyileşeceği beklentisi içinde… Kimi sessiz bir başkaldırıyla, kimi inançla, kimi dirençle, kimi sabırla, kimi de tevekkülle…
Bu beklentiler hiç kuşkusuz mutluluğumuz kadar, mutsuzluğumuzun da temel kaynağını oluşturuyor. Gerçi bu yaklaşımı, olumsuzluğu körükleyen, yalnızca sosyal ve ekonomik baskının bir yansıması olarak görmek de yanıltıcı olacaktır. Belki bunun nedenlerini ilişkilerimizle birlikte, biraz da öz yapımızda aramak gerekiyor. Nitekim benzer sözleri Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir yazısında okumuştum. Yazar, deneme ve makalelerin yer aldığı Yaşadığım Gibi kitabında, ülkemizde on iki yıl yaşamış ressam Leopold Levy’den söz eder. Levy, Türkiye’den ayrılırken yazarımıza şöyle demiş:
“Siz fert olarak, cemiyet olarak sayısız meziyetleri bulunan bir milletsiniz. İçinizde biraz yaşayıp da sizi sevmemek imkânsızdır. Yalnız acayip bir huyunuz ver. Daima bir şey bekliyormuş gibi yaşıyorsunuz. Bir şey ki size her şeyi toptan düzeltmek, değiştirmek imkânını verecek ve o olana kadar siz biraz da hayatınızın dışında yaşıyorsunuz. İşte tek anlamadığım tarafınız budur. Hayat yaşanmak içindir, beklemek için değil!”
Evet, hayat yaşanmak içindir; ama sürekli ertelemek zorunda olduklarımızı bir düşünsek! Ertelediğimiz her şey bizi bir bekleme süreci içine sokuyor.
Tanpınar’ın aktardığı sözler neredeyse yarım yüzyıl öncesinden bir yabancının gözlemlerini yansıtıyor. Geçen zaman içerisinde, bu eğilimimizde bir değişikliğin olduğunu sanmıyorum. Yine büyük bir çoğunluğun, doyurulmamış istekler, çoğalan beklentilerle yaşamını sürdürdüğünü görüyoruz.
Peki, ya hiç beklentilerimiz olmasaydı? Daha iyi, daha güzel, daha huzurlu bir hayatı özlememiş olsaydık?
Sanırım çok az sayıda insan dışında, beslediğimiz umutları da yitirir, hayat tümüyle çekilmez olurdu.
“Beklemek cehennemdir” diye söze girmiştim. Bu dizenin devamını da yazayım: “ama yine de beklerim seni” Shakespeare, kavuşma umuduyla cehennemi bile yaşamayı göze aldığını söylüyor.
Benzer bir sözü, Sait Faik’in Az Şekerli öyküsünde buluruz: “Gelmeyeceğini çok iyi biliyorum. Onu beklemek bilhassa güzel.”
Belki bugün yine birçoğumuzun, tüm olumsuzluklara karşın, her şeyin daha iyi ve daha güzel olacağını umutla beklediği gibi…