Toplumsal çalkantıların yoğunlaştığı günlerde, "tufan" sözcüğünün kitle iletişim araçlarında sıkça geçtiğini görüyoruz. Özellikle yöneticilerin eylem ve sözlerinde olduğu kadar kimi ilişkilerde, "benden sonra tufan" görüşünün böyle dönemlerde ağırlık kazanması da bir rastlantı olmasa gerek.
Sanırım sosyal ve ekonomik sorunlar yoğunlaştıkça, herkes "gemisini kurtaran kaptan"lığa soyunuyor. Bu arada bütün ilişkiler soğutuluyor, bireysel çıkarlar gözetiliyor, kimi insanlara sırt çevrilebiliyor.
Eski çağlardan bu yana, çoğu inanç ve kültürde yer alan tufan söylencesi, simgesel olarak insanlığın bir yeniden doğuşu olarak nitelendirilebilir. Çözümlenmiş tabletlerin ve kutsal kitapların ışığında şunu öğreniyoruz: Tanrı, seçilmiş birkaç insan ve her türden birer çift hayvan dışında, kötülükte, sapkınlıkta, inançsızlıkta, sevgisizlikte en üst düzeye çıkmış bir toplumu, bir su baskınıyla yok ediyor. Bu tür bir tufanın olup olmadığı, tüm yeryüzünü kaplayıp kaplamadığı konusunu bilim adamlarına bırakalım. Bu olayın gerçekliğini tartışmak yerine, insanlığı böyle bir tufana sürükleyen olumsuzlukları algılayabilirsek, sanırım bu söylence amacına daha çok ışık tutmuş olur.
Ne türde olursa olsun, bir tufandan kurtulanların hangi sosyal, ekonomik ve erdemsel değerlere yaslanarak ayakta kalabileceklerini kestirmek gerçekten de güç. Bu yüzden önemli olan, bir tufana sürükleyecek koşulların hiçbir şekilde oluşmasına olanak tanımamaktır.
Konuşmalarımızda, yeri geldiğinde benden sonra tufan deyiminin kullanıldığını biliyoruz. Merak edip bunun kaynağını araştırdım. İlk kez bu sözü kendinden başkasını hiç düşünmeyen, halkın sorunlarını göz ardı eden, Fransa kralı 15. Louis kullanmış. Ülkede düzen diye bir şey kalmamışken, kral keyfinden hiç ödün vermiyor, çevresinden gelen tüm uyarılara kulaklarını tıkıyormuş. Yine bir gün krallığın elden gideceğini anımsattıklarında şöyle demiş: “Ben yaşarken saltanatım nasılsa sürer. Ötesini kral olacak kişi düşünsün, isterse benden sonra tufan olsun!”
Benden sonra tufan diyenler bir yana…
Gerçek tufanı çoğu kez kendimizde duyumsuyoruz. İçimizdeki sularda kimleri ve neleri boğduğumuzu, öldürdüğümüzü bir düşünsek:
Düşüncelerimizi boğuyoruz! Olumlu düşünmek, kendimizi aşmak, yetkinleşmek olanağı varken, her şeyi sulara gömerek, tarlamıza olumsuzluk filizleri ekmeye çalışıyoruz.
Duygularımızı boğuyoruz! Mutlu olmak, dostluk ilişkilerimizi geliştirmek, sevecen duygularımızı paylaşmak yerine, bireysel çıkarlarımızı öne çıkarıyor, sosyal ilişkilerimizi kendi amaçlarımıza uygun geliştiriyoruz.
Sevgilerimizi boğuyoruz! Herkesten ve her şeyden kuşku duyuyor, yüreğimizin kapılarını kilitliyoruz.
İçimizde yeni tufanlar yaratmak için birçok neden bulabiliriz; ancak kaçırdığımız her ânı bir daha geri getiremeyeceğimize göre, onu daha yaşanılır kılmak için çaba harcamamız gerektiğini düşünüyorum.