Bir yazar arkadaşımla söyleşiyorduk. Söz arasında, zaman zaman yazarken umutsuzluğa düştüğünü, kaleme aldığı bunca yazının kime yaradığını sorguladığını söylemişti. Ben daha onun yanıtını beklemeden, “Öncelikle kendine!” deyivermişim. Değil mi ki yazmayı sürdürüyordu, “niçin” ya da “kimin için” soruları bana göre anlamlarını yitiriyorlar. Nitekim Şilili ünlü şair Pablo Neruda, bir soru üzerine yazmanın onun için nefes almak gibi bir şey olduğunu söylemişti.
Aslında bu tür sorular yazmaya soyunmuş birçoğumuzun aklından geçiyordur. Oysaki ister bir öyküyü ya da bir düşünceyi paylaşmak, ister yalnızca keyif almak için yazmış olalım, bunu sürdürüyorsak, beklentiler bir yana, bu çabayı öncelikle kendimiz için harcıyoruz diye düşünüyorum. Elbette ki daha çok okunmak, okurların duygularına seslenmek, onların düşüncelerini kışkırtmak, sonuçta beğenilmek isteriz. Ne denli aksini söylesek de bu gerçeği göz ardı edemeyiz. Ayrıca biliyoruz ki bir sanat yapıtı paylaşıldığı sürece anlam kazanır, çoğalır, yaygınlaşır. Defterlerin, çekmecelerin, depoların tozları arasında kalmış ürünler, okurlara ulaşamıyorsa, onları kaleme alanların dışında kimin için ne anlam taşıyabilir ki?
Umberto Eco bir yazısında şöyle diyordu: “Bazen bir felsefecinin felsefe yapmasını, bir yazarın yazmasını sağlayan tek şey şudur: Şişenin içine bir mektup yerleştirmek. Böylece birinin inandığı ya da güzel bulduğu bir şey, arkasından gelen insanlar tarafından da inanılabilir veya güzel olarak görülebilir.”
Eco’nun sözlerine şunları da eklemek isterim: Şişedeki mektubun biri ya da birileri tarafından okunması koşuluyla! Yoksa kimsenin eline ulaşmamış bir mektup, yalnız yazılmakla kaldığı gibi, paylaşılması için boşuna bir beklentiye girilmiş olur.
Ünlü düşünürün söyledikleri kuşku yok ki başarılı, bir değer taşıyan ya da gelecekte umut veren yapıtlar için geçerli olacaktır. Yoksa her ortaya konan ürünün, herkese ulaşması, özellikle beğenilmesi gerektiğini düşünemeyiz.
Kuşkusuz, sanat tarihi içinde yaşarken değeri bilinmemiş yüzlerce kişi sayılabilir. Bunlardan birçoğunun ürünleri ya uzun yıllar gün yüzüne çıkamamış ya da toplum ve eleştirmenler tarafından gereğince değerlendirilmemiş. Bu insanların yoksulluk içinde yaşama gözlerini yumduklarını da okuyoruz.
Sözün bu noktasında aklıma Kafka geliyor. Ölüm döşeğindeyken yakın dostu Max Brod’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Benden geriye kalacak her şeyi, günlüklerimi, el yazmalarımı, mektuplarımı –benim yazdıklarımı ve bana yazılanları- taslaklarımı ve diğer ıvır zıvırımı toplayıp yakmanı rica ediyorum.” Brod, büyük bir ahlaksal ikilemle karşı karşıyaydı: Ya dostunun bu son isteğini yerine getirecekti ya da büyük bir yazarın hiç yaşamamışçasına unutulmasına göz yumacaktı. Kendiyle verdiği bir savaşım sonrasında, biraz Kutsal Kitabın kimi yorumlarına dayanarak, biraz da öncelik kullanarak Kafka’nın tüm yazdıklarını yayımlamaya başlar. Brod’un bu olumlu kararı olmasaydı, belki de bu ünlü yazar edebiyat tarihinin çöplüğünde unutulup gitmişti.
Her sanatçının yaratmak için mutlaka bir nedeni vardır; ama bu neden, yalnızca kendisini doyurmak için olduğu sürece, Eco’nun deyişiyle şişenin içine konulan mektup, hiç açılmadan kalacaktır.