1981’in karanlık günlerinin Ankara’sıydı, Darbe’nin üzerinden bir yıl geçmiş, her gün bir örgüte, bir kuruma operasyon yapılıyordu. Ankara gri sonbaharı kuşanmış, soğuklar bastırmış, ağaçlar sararan yapraklarını dökmeye başlamıştı. İnsanlar tedirgin, karamsar ve adeta kendinden bezmişti.
Tek kanallı televizyonda her akşam Kenan Evren saatlerce konuşuyordu; o konuştukça da arkasından gece yarısı polisler, askerler evleri basıp, önce DAL denen yere, sonra orada esaslı bir sorgudan sonra Mamak tutukevine insanları öbek öbek götürüyordu.
Doğrusu o tarihte Mamak’ a gitme sırasını bekleyenlerden biri de bendim. Milyonlar gibi ben de ülkenin gidişatından mutsuz, tedirgin, kuşkucu günleri yaşıyordum.
Öyle ki her gece yarısı o günlerin Ankara Basın Sitesi semtindeki evimizin yanından geçen araba sesi yüreğimizi ağzımıza getirirdi. Şimdi bizi de almaya geldiler diye…
Perdeyi sessizce açar, eşimle gece yarısı yolu kontrol ederdik. Eğer gelen bir cemse ya da Toros ise her an evimizin kapısının çalınacağı vehmine kapılırdık. Ses uzaklaşınca içimiz rahatlardı.
Hey gidi günler…
Sonra İzmir’e evce geldik, sanıyorum polis adresimizi böylece kaybetmiş oldu.
Ancak o yaşadığımız aylar bir ömre bedeldi…
Bizim yaşadıklarımızı milyonlarca insan daha beter biçimde yaşadı, çoğu işlerini bıraktı, yurt dışına gitti.
Gidemeyenler yakalanıp yıllarca hapis yattı, işkencelerden geçti.
Geçen hafta eski MİTçi Mehmet Eymür’ün T24’ deki söyleşisinde, "Devlet benim gözümde her şeyi yapabilir" cümlesini okuduğumda o tarihlerde olanları anımsadım.
Yani demek istiyor ki Eymür, Devlet tepedeki insanların saptadığı çizginin dışında kalanlara işkence de yapabilir, hatta hatırlanacağı gibi Çiller döneminde olduğu gibi listeler yapıp öldürebilir de…
İyi mi, anladınız mı?
Ne güzel ben devlete sahipsem ben vatanseverim, istediğimi yapabilirim, benim dışında kalanların canı cehenneme…
Aslında bu söylem kulağımıza çok da yabancı gelmiyor, şimdilerde bile bu sesleri duymuyor muyuz? Demek ki çok şey değişmemiş, nüanslarda farklılıklar var sadece.
**
DEVLET HERŞEYİ YAPABİLİR Mİ?
Şimdi gelin, “Devlet her şeyi yapabilir” anlayışının 12 Eylül 1980 Darbesi esnasında toplumda bıraktığı tahribata bakalım:
1980 darbesi ile 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 630 bin kişi fişlendi, 171 kişi işkence sonucu yaşamını yitirdi. 43 kişi hapishane ya da nezarethanede intihar etti. 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.
Bu listeyi daha uzatmak mümkün…
Bunlar sayılarla dile getirilen tahribatlar, bir de insanların psikolojik olarak yaşadıkları travmalar var ki onları ne yazık ki sayılara dökmek zor!
Mesela aranırken bunalıma girip intihar eden TSİP’li Şakir arkadaşımın dramına bizzat ben şahidim, sonra, ailenin yaşadıkları ise akıllara ziyan!
**
OLANLARI BİR DE TANIKLARDAN DİNLEYELİM…
12 Eylül darbesinin etkilerini belki de en çok kadınlar yaşadı; derneklerde, sendikalarda, partilerde olup siyasi çalışma yapan kadınlar yıllarca Mamak’ta başka cezaevlerinde yattı, işkencelere tabi tutuldu.
İşte o grubu oluşturan kadınların 12 Eylül anılarını toplayan “Kaktüsler Susuz da Yaşar” kitabında Banu Asena Torun’un anlattıkları:
"D blokta başımıza bir çavuş verilmişti. Selahattin çavuş. (…) bizi yok etmeye doğuştan yeminli, sayıyla teslim edilmemiş olsak hepimizi yok eder. Bir gün havalandırmada çavuş sıraya girmemizi istedi. Komutanım diyeni içeri alıyor demeyeni coplayarak duvar dibine."
Komutanım demeyenlerden biri de Nesrin’dir. (Shf. 19)
Bu da çavuşu deli ediyor, öyle ya bu kadar ‘vatansever’ bir çavuşa nasıl komutanım denmez!
Çavuş her seferinde kendisine komutanım demeyenlerden hırsını copla ellerine vurarak alıyor.
Böyle bir seansta sıra Nesrin’e gelir.
Çavuş mesaisine başlar, vurur vurur kendisi yorulur, bu kez Nesrin’den diğer elini açmasını ister.
Ancak Nesrin’nin diğer kolu kırıktır ve o elini kullanamaz.
Ama çavuş ille de o ele de copla vuracaktır. Ve o el de sakat olmasına karşın coplanıyor, her cop vuruşu Nesrin’in feryadına dönüşüyor.
Buna dayanamayan koğuştan bir başka kadın çavuşun önüne fırlar.
"…Ayla fırladı, gidip Nesrin’nin yanına durdu. Çavuşa doğru adeta bağırarak ve bu arada bir kolunu uzatarak, ‘yeter artık vuracaksan, benle devam et!" dedi.
Çavuş şöyle bir irkildi, belki de kendine geldi. Nesrini coplamaktan vazgeçti ama kızın onca copa karşın ayakta durması onu çileden çıkarmıştı.” (shf.20)
İnsan okuyunca tüyleri diken diken oluyor…
Nasıl bir şizofren durum!
Üstelik bu çavuş ta ‘vatansever’lerden biri
Bu günlere nasıl da benziyor değil mi?
Bunun gibi onlarca hikâyeyi Mamak’taki tutuklu kadınların yazdığı Kaktüsler Susuz da Yaşar [1]kitabından okuyabilirsiniz.
Diyarbakır Cezaevi’nde olanları demiyoruz bile!
**
Başka bir tanıklıktan söz edelim:
Doğan Görsev, Konuk Yayınları sorumlusudur 1980’li yıllarda.
Konuk Yayınları, felsefe, siyaset, ekonomi gibi onlarca konuda araştırma kitapları yayımlayan bir yayınevi.
Doğan Görsev bu yayınevinin sorumlusu olmak, ayrıca TKP ve Barış Derneği davalarından tutuklanıp üç yıl yatanlardan.
12 Eylül Anıları’[2] kitabında o günleri anlatır.
“Geniş bir odada yere bağdaş kurmuş, gözleri bağlı onca tutuklu arasına itildim. Bunlar sorguya günü birlik çağrılmış olanlardı. Bir de duvar boyunca zincire vurulmuş olarak 24 saat bekletilenler vardı.
“…karşı odada gürültüler, haykırışlar geliyordu. Belli ki orası işkence edilen yerdi.”
Sonra Görsev, uzun uzun sorguya götürülüşünü, orada yüzüne atılan yumrukları anlatır bu anılarda.
Askeriyede pilotluğa kadar gelmiş, birkaç dil bilen entelektüel biridir Görsev.
Gelin görün ki bir önceki bölümde anlatıldığı gibi ‘vatansever’ bir çavuş kendini Görsev’den daha vatansever, Görsev’i ise düşman safta görebiliyor.
Böyle bakılınca da ‘Devlet her şeyi yapabilir’ mantığı öne geçiyor ve ondan sonra ne demokrasi, ne kişilik hakları, ne hukuk kalıyor! Bunları geçin insanlık bile ayaklar altına kolaylıkla alınabiliyor.
12 Eylül'ü yaşayanlar bunlardan bolca nasiplendi.
Fakat her toplumsal olay gibi 12 Eylül’de geldi geçti.
Ama bellek unutmuyor, yaşananları önümüze getiriyor.
Kitaplarla, anılarla, filmlerle konu gündeme taşınıyor.
Şimdi yaşananlara bakılınca koca bir trajedi, travma, baskı, işkenceden başka bıraktığı nedir ki!
Eline silah almamış, şiddete bulaşmamış sadece bir fikri savunan binlerce insan yıllarca hapis yatırıldı, yetmedi işkencelerden geçirildi.
Toplum büyük bir travmaya bilerek itildi. Selahattin çavuş gibi faşist zihniyetler kendinden olmayanları vatan haini, hatta düşman olarak gördü.
Bu tipler kendi yetersizliklerini, aşağılık duygularını başkalarından çıkarmaya çalıştılar.
Savunmasız kadınları coptan geçirerek devletin makbul vatandaşı haline getirmek istediler.
Oysa insanların savundukları evrensel değerlerden pişmanlık duydukları hiç duyulmuş bir şey değil.
O gün demokrasiyi, eşitliği ve özgür düşünceyi savunanlar bu gün de aynı biçimde ön safta savunuyorlar.
Peki, Mamak’ta savunmasız kadınları copla döven Selahattin çavuş yaşıyorsa yaptıklarıyla övünebiliyor mu?
Ya Doğan Görsev gibi bir değeri hapse atan faşist zihniyet?
Eğer övünüyorsa yandık!
Gerçi o zihniyetin hala aynı kafada olduğu görülüyor, onlar için devlet kutsaldır ve bireyin hakkı hukuku söz konusu bile edilemez!
Demek ki ararsak bu gün bile önceki bölümde anlattığımız Selahattin çavuşları görebiliriz.
Hatta bu tipler devlet katında itibarlı mevkiler de bile bol bol karşınıza çıkabilir.
[1] Mamaklı kadınlar kitap grubu, Kaktüsler Susuz da Yaşar, Dipnot Yayınları, 2011, İstanbul
[2] Doğan Görsev, 12 Eylül Anıları, Tüstav, İstanbul, 2011