Gözlerimizi Dikili’ye çevirmeden önce görmemiz gereken Dikili dışı gerçeklerle konumuza giriş yapmakta yarar var.
Dikkat ediyor musunuz, bugünlerde hem Kuzey Irak’tan hem de Suriye’den gelen şehit haberleriyle yatıp kalkar gibiyiz. 3 hafta bedelli askerlik yapmış olan Bilal Erdoğan’ın babası da üzülüyordur bu duruma mutlaka ama sormadan da edemiyorum: "Ne zaman son bulacak bu şehit haberleri?"
Eski Türkiye’de böylesi haberlerle yatıp kalkmıyorduk.
Kantin asteğmenliğiyle askerliğini yapmış olan Cumhurbaşkanı, mutlaka gelen şehit haberlerinden etkileniyordur. Silahların konuştuğu/ sinsiliğin hüküm sürdüğü o dağlarda/ bayırlarda yaşanan çatışmalarda yaşamlarını kaybedenler için anneler gibi ağlıyor mudur bilmem.
Ama analar ağlıyor!
Ağlamaları da son bulacağa benzemiyor. Dağdaki bayırdaki teröristlerin sayısını bilen yüce devletimiz bir türlü terörü bitiremiyor.
Başkalarının evlatlarının şehit olması üzerinden kahramanlık nutukları atmak bizim siyasilerde alışkanlığa dönüşmüş gibi. Nutuk atanların listesini çıkarsak, bana öyle geliyor ki oğulları hep bedelli askerlik yapanlar çıkacak karşımıza. Hatta diyorum ki bu listeyi illâ çıkaralım ve gerçekleri görelim.
İkiyüzlüleri de tanımış olalım hiç olmazsa…
"Reis bizi Afrin’e götür!" diye şaklabanlık yapan AKP Gençlik Kolları Başkanının 18 gün bedelli askerlik yaptığını bilmiyor değiliz.
Şaklabanlık almış başını gidiyor kısaca.
"Mustafa Kemal’in itleri" diye konuşan bir imamın bu konuşması hiç mi rahatsız etmez iktidar yandaşı Diyanet İşleri Başkanını ya da AKP’lileri?
Terbiyesizlik konusunda ödüllü yarışma açıldı da bizim mi haberimiz yok yoksa?
Elin Japon’u aşkı için hem prensesliğini hem de milyonlarca liralık ödeneği reddederken neden bizim siyasiler Japon olamazlar!
Japon Prensesi Mako, bilindiği gibi soylu olmayan bir gence aşık olmuş ve evlenebilmek içim hem unvanından hem de 12,4 milyon liralık ödeneğinden vazgeçmişti.
Yolsuzluklarla/ usulsüzlüklerle/ hırsızlıklarla ve cinayetlerle anılır olan AKP İktidarında anaların gözyaşları tükeneceğe benzemiyor. Çünkü AKP’nin yarattığı tahribat, insanları teröre ve meşru olmayan işlerin girdabına çekiyor.
Baksanıza, asgari ücretle ailesini geçindirmeye çalışan milyonlar varken Metin Kıratlı, Ş. Ercan Gül gibileri üç dolgun maaş alıyor. Fecir Alptekin, Mustafa Yılmaz, Ahmet Erdem, Yiğit Bulut gibi çok sayıda AKP’li de iki dolgun maaşla besleniyor iktidar tarafından.
Hani, komşusu açken tok yatan benden değildi?
Beş altı yerden maaş alanların varlığı da bilinmiyor değil…
İşsizler, yoksullar varken kimilerinin çok maaş alması ayıp değil mi?
İslamcı İktidar bunun ayıp olduğunu bilmez mi?
Neden yapar bunu?
Üniversiteyi bitirmiş binlerce genç işsiz dolaşırken TÜGVA’nın İzmir/ Karşıyaka Temsilcisinin medyada boy gösteren yüzme havuzlu lüks evi, lüks iki otomobili, ithal marka şampanyası AKP’lilerin neden vicdanlarını sızlatmaz?
Doktorlara 36 saat nöbet ve 100 hastaya bakma dayatması insafsızlık değil mi?
Sadece geçen yıl 1000 doktorun yurtdışına gitmesi hiç mi üzmez AKP’lileri?
AKP’liler bana Mısırlı din alimi Muhammed Abduh’u anımsatıyor.
"Batı’ya gittim İslam’ı gördüm fakat Müslümanlar yoktu. Doğu’ya gittim Müslümanları gördüm fakat İslam yoktu."
Anılan, güzellikleri anlat anlat bitirilemeyen İslam, belli ki bu topraklarda yaşamıyor. Bizdeki, dinbazların elindeki İslam.
TÜGVA’lıların camideki basın açıklamaları, belediye kasasından beslenmişlikleri artık dünyanın dört bir köşesinde dillerde…
Kirlilik, yamuk yumukluk örnekleri, sadece bir cephede yaşanmıyor. Çok sayıda insan ve kurum- kuruluş da payına düşeni alıyor gibi.
Aliağa’da bir belediye varken İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından bir organizasyon düzenleniyor. Buna Aliağa Emek ve Demokrasi Platformu da omuz veriyor ve Aliağa Emek Ve Barış Şenlikleri başlıyor. Gerek Aliağalılar gerekse de İzmirliler bu şenliğe katılıyor, yıllar öncesinin şenliklerinde olduğu gibi...
İstanbul’dan Zülfü Livaneli davet ediliyor. Şair ve yazarlar da söyleşi ve imza günleriyle renk katıyor şenliğe.
Sormak gerek sorumlu kişilere: "Aliağa’da üç dönem belediye başkanlığı yapmış olan Hakkı Ülkü neden çağrılmadı bu şenliğe?"
Üstelik bir dönem de İzmir Milletvekilliği yapmış bir siyasetçi o.
Vefasızlık değil midir bu?
Yanlış değil midir bu?
***
Yanlışa sormuşlar memleket nire diye… "Türkiye’nin Ankara’sında doğdum. İstanbul’da ve İzmir’de yaşadım."
Yapılan yanlışların çokluğu neden oldu bu fıkrayı uydurmama.
O Hakkı Ülkü ki, bir dönemin Aliağa’sında Emek Şenlikleri’ni başlatmış, Sefa Taşkın, Osman Özgüven ve Nihat Dirim’le birlikte Bakırçay’ın tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir belediye başkanı.
Tunç Soyer, Deniz Yücel ve bölge milletvekilleri bilmez mi bunu?
Vefa, sadece İstanbul’daki bir semtin adı olarak mı biliniyor yoksa?
Hakkı Ülkü ve Osman Özgüven deyince geçtiğimiz hafta Bakırçay’da geçen iki günümün önemli bir bölümünü geçirdiğim Dikili’yi anlatmak istiyorum. Geçen gün ilk bölümünü anlatmıştım zaten.
Dikili’nin aman aman bir tarihselliği yok. Sadece güneşi, denizi, kumu, zarganası ve Osman Özgüven’i yaşıyor belleğimde.
Küçücük bir balıkçı kasabasıydı yıllar önce.
12 Eylül sonrasının ilk barış ve emek eksenli şenliklerinin başladığı bir kasaba olarak nam saldı. Şenliklerin mimarı da o günlerin belediye başkanı Osman Özgüven’di.
Osman Özgüven deyince herkesin aklına 'Emek ve Barış' geliyorsa doğaldır bu.
80’li yıllarda tanık olmuştum buna. Atatürk heykelinin yanında toplanmış olan genç kardeşlerime sormuştum o gün: "Nereden geliyorsunuz?"
"Biz, ülkenin dört bir köşesinden gelen üniversitelileriz. Her temmuzda burada buluşuyoruz."
Özetle, Türkiye üniversite gençliği burada buluşuyordu.
Biz de o günlerde her temmuz ve ağustosu burada geçiren Şeyhoğlu ailesi…
Annem, babam, eşim ve kızım…
Kızımız Deniz henüz 20 günlüktü Dikili’yi gördüğünde. Alışıp gittik ve her yaz Dikilili olduk.
Şirin, şipşirin bir balıkçı kasabası… Deniz, kum, güneş, balık ve her gece sahilde yapılan tur, bir gazinoda çay- kahve ve illâ dondurma faslı…
Bu olmazsa olmazların mütemmim cüzü de meydandaki konserler/ gazinolardaki ve kahvelerdeki paneller/ söyleşilerdi.
Erdal İnönü, Aziz Nesin, Erdal Atabek, İlhan Selçuk, Arif Sağ, Selda, Gördes’ten/ Salihli’den/ İzmir’den gelen akrabalarımız, eşimiz dostumuzla yaşamımın en renkli temmuzlarını/ ağustoslarını yaşadım burada. Siyasetin, sanatla harmanlandığı yıllardı Emek Ve Barış Günleri…
Acele acele yemeğini yiyen babamın "Haydi sarı oğlan, Aziz Nesin’i kaçırmayalım" diye beni Çamlaraltı’na sürüklediği günleri şimdi yaşaran gözlerimle /özlemle anıyorum.
Dikili, 12 Eylül karanlığını aydınlatmaya çalışan bir başkanın kasabasıydı.
Emeğin ve barışın dile getirildiği, şarkıların marşlarla birlikte söylendiği günlerin Dikili’si, kültür ve sanat şenliklerinin başkenti kimliğini taşıyordu.
Dikili, ülkeye öyle nam saldı ki emekliye ayrılan memurlar ve entelektüeller için adres oldu. Şair, yazar ve siyasetçilere yerleşim adresi olup gitti.
Bugün ise o küçücük balıkçı kasabasından eser kalmamış gibi…
Büyük şehirlerin bir semti gibi… Harala gürele bir yaşam hüküm sürüyor.
O sakin Dikili gitmiş yerini gürültülü bir Dikili almış. Her şehirde olduğu gibi burada da inşaat işleri/ yol kazı ve düzenleme işleri bitmek tükenmek bilmiyor. Otobüs için beklediğim AKP İlçe örgütünün karşısındaki köşeden tanık oldum buna. Akşamüzeri İzmir’in trafiği neyse buradaki de oydu. AKP’nin bitişiğindeki yol düzenleme işinde çalışan greyder, kamyon ve gelen giden taş taşıyıcı araçların gürültü ve patırtısından başım döndü neredeyse.
Araçların çokluğu da kaçmadı gözümden… 'Memur kasabası' olarak dillendirilen Dikili’nin çok doğal olarak yeni sakinleri kâh denize gitmekte kâh denizden gelmekte…
Bergama’dan tanıştığım çok sayıda arkadaşım da artık Dikilili olmuş.
Denizin varlığı, ikliminin yumuşaklığı Dikili’yi daha da cazip kılıyor.
İyi ki bir gece kalmıyorum burada, yoksa yerleşivereceğim gelecek. Neden derseniz…
Burada çok arkadaşım var çünkü…
Ne olursa olsun seviyorum Dikili’yi.
O sevdiklerimin başında da Kastro geliyor. Kastro kim diyecek olursanız, pos bıyıklı, aslan delikanlı, güzel insan Osman!
Tanıdığım günden bu yana ona hep Osman dedim. Osman Özgüven!
Benden 10 yaş büyük ama ben ona nedense hep Osman demişimdir. Daha samimi olduğundan mı vallahi bildiğim yok. Oysa Hakkı Ülkü’den 8 yaş küçüğüm ve ona hep 'Hakkı abi' diyorum.
Kendimi anlayamadığım bir konu bu.
Osman’ı Kastro’ya benzettiğimden mi nedir, yıllardır o benim gözümde 'Kastro'
Başkanlık günlerinde halkının sevgilisi gibiydi.
Eleştirmek, bizim biraz hastalığımız gibidir ya… O günlerde, "Dikili’nin alt yapısı için değil de şov için çalışıyor" diyenler de olmuyor değildi.
"Suyu parasız yapacağına önce sularımızın akmasını sağlasın" diyenler de oldu son dönem başkanlığında.
Ben her konuda tarafgirimdir. Çekimser olduğum/ tarafsız olduğum tek bir konu yoktur. Bu nedenle olsa gerek Osman için söylenenlere ve yazılanlara kulak asmamışımdır.
Bu konuda bir örnek de vereyim sizlere…
Gazeteci bir arkadaş, 10 yıl kadar önce "Gazetemde yazar mısın?" demişti. Yazmaya da başladım hemen…
Osman’dan bir telefon: "Oğlum Evren söyledi, sen o herifin gazetesine yazı yazıyormuşsun? Nasıl yaparsın bunu, bana bin bir hakaret eden o adamın gazetesinde ne işin var senin?"
Ne mi yaptım? Bırakıverdim yazmayı…
Osman’a hakaret eden gazetecinin gazetesinde işim olamazdı çünkü…
Geçenlerde de aynısı oldu gene…
Gökmen Küçüktaşdemir aradı 9 Eylül’den. "Recai abi gazetemizde yazmanızı istiyorum."
Ertesi gün hemen gönderdim "Maoriler ne istiyor?" yazımı.
Üçüncü yazımı gönderdiğim günlerdi. Yayımlanmıştı da…
Gökmen’den bir telefon: "Performans düşüklüğü nedeniyle gazeteyle ilişkimi kestiler."
O Gökmen ki yıllardır yazan çizen, etkinlikler düzenleyen pırıl pırıl bir genç… Gazeteci- Yazar…
Gözümün önüne Kemal Nehrozoğlu’nu ziyaret ettiğimiz gün geldi. Annem ve yeğenimle Çankaya Köşkü’ndeydik o gün. Ahmet Necdet Sezer de Cumhurbaşkanlığından ayrılmak üzereydi. Süresi dolmuştu.
Annem sormuştu Kemal Bey’e: "Siz ne yapmayı düşünüyorsunuz Kemal Bey?"
"Ahmet Bey ile geldim ben. Onunla da gideceğim."
Nitekim, öyle yaptı ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinden ayrıldı.
Üç canım abim dediğim kişiden ikincisidir Kemal Nehrozoğlu. Asaletini anlat anlat bitiremeyeceğim, biyolojik abim bildiğim biri…
Bu konuda ona çekmişim ben.
Gökmen’e yanıtım kısa oldu: "Madem böyle. Ben de kesiyorum ilişkimi…"
Çünkü bana yazma teklifinde bulunan oydu. Gökmen’e yol verenlerle benim de işim olmazdı, olamazdı. Belki benim de yazmamı istemeyecekti o kişiler.
Osman Özgüven’e hakaret eden kişinin gazetesinde yazmayı kendime yakıştıramamıştım.
Kastro, bugün 77 yaşında. Konuşurken zorlanıyor. Eskisi gibi canlı/ hareketli değil…
Ama esprileri bırakmıyor elden… Keyfi 40 yıl öncesindeki gibi…
Oğullarıyla iç içe… Büroda eşiyle dostuyla bir araya gelip özlem gideriyor, eskileri yâd ediyor.
Dikili için, Dikilililer için Başkan Adil Kırgöz kendisinden yararlanıyor mudur bildiğim yok. Bir ara çok girip çıktığı bu büroya gelip çay kahve içiyor mu sormadım ama Kastro’dan 'bir bilen' olarak yararlanmıyorsa, yanlış yapıyor bence.
Aynısı Bergama’daki Başkan için de geçerli. Sayın Başkan, Mehmet Gönenç ve Sefa Taşkın’dan yararlanırsa hem kendisi hem de Bergamalı yarar görür diye düşünenlerdenim ben.
Lâfı nereye getireceğim?
Hakkı Ülkü, Sefa Taşkın ve Osman Özgüven 12 Eylül sonrasının Bakırçay’ında sadece bölgesinin değil ülkemizin de adını, düzenledikleri emek- barış şenlikleri ve Bergama Kermesi ile duyurmuş üç belediye başkanı. Üç siyaset adamı… Bakırçay’da 12 Eylül karanlığına karşı kendi özgün kültür politikalarıyla itirazı bayraklaştırmış kişiler… Deneyimli siyasetçiler…
Neden onları bir araya getirip konuşturmuyoruz?
Neden onların deneyimlerinden yararlanmıyoruz?
Ülkeyi çürüten, değerleri alt üst eden ve çökerten AKP İktidarının politikalarına karşı neler yapabiliriz sorularının yanıtını aramak/ bulmak adına neden onları dinlemiyoruz?
Osman’la olan yoldaşlığım kadar Hakkı Ülkü ve Sefa Taşkın ile de dostluğum sürüyor.
Kayıt cihazım ile her birini tek tek ziyaret edip düşüncelerini dinleyip kâğıda mı döksem yoksa üçünün de konuşacağı bir panelde moderatör dedikleri kolaylaştırıcı veyahut 'yönetici' mi olsam…
Üçü de çok okunan bir roman gibi…
Dillerden düşmeyecek bir şiir gibi…
Hiç mi tarihe not düşmeyelim?
Örneğin Dikili’de bunun için bir salon tahsis edilse ve Bakırçaylılara çağrıda bulunup onlarla birlikte bu üç başkanı dinlesek…
Ülkeyi yönetmekten aciz, kokutan iktidara karşı bir yol haritasıyla ülkemiz insanına seslensek…
Fena mı olur?
Kastro Osman, Hakkı Baba ve Zeus Sefa’nın bize söyleyecekleri / anlatacakları çok şeyler vardır diye düşünüyorum.
Sizler ne diyorsunuz?