Denizi, kumu ve güneşi meşhur bir kıyı kasabasında yazlık almıştık. Yazlık dediysem orta halli bir apartman dairesi… Dört katlı, güzel bahçesi olan bir apartmanın ikinci katı.
Denize 300 metre uzaklıkta, önü arkası açık, odaları geniş, bir apartman dairesi. Bahçedeki çiçekler ve meyveler de bulunmaz türdendi. Örneğin kudret narı!
Kudret narı, her türlü derde devaymış. Komşular öyle söylüyor. Bahçeye hem renk veriyor hem de ilaç oluyor bizlere. Yeşil ve kırmızı renkleriyle göreni büyülüyor adeta.
Yerleştiğimiz ilk günlerde karşı komşu annemden ricada bulunmuş. "Denizden gelirken mayo ve bikiniyle girmeyin apartmana lütfen.’’
Bizim oğlan mayoyla, Selen’le Helen de apartmana hep bikiniyle girip çıktığından rahatsız olmuş belli ki… Karşı komşumuz muhafazakar, kocası da kendisinden farksız…
Bizimle pek konuştukları da yok. Hep annemle görüşüp konuşmaktalar. Biz sahile çay kahve içmeye ya da dondurma yemeye gittiğimizde onlar birbirlerine gidip geliyor, dertleşiyor, kaynaşıyor.
Annem de muhafazakar ya…
Aradan yıllar geçmişti. Annem ve babamı kaybetmiş, çocukları da evlendirmiştik. Akşamları da birbirimize gelir gider olmuştuk. Muhafazakar bildiğimiz Betül Hanım, fıkralar anlatmaya doyamayan, gırgır, iki laf arasına bir tekerleme sıkıştırıveren biriydi.
Yıllarca tutucu bilmiştik biz onu. Hiç de gidip gelmedik birbirimize yıllarca... Anneme de sormazdık neler konuştuklarını. Biliyorduk ki karşı komşumuz da annem gibi menkıbelerden, dini hikayelerden hoşlanıyorlardır. Annem çok iyi anlaştığına göre…
Hiç de öyle değilmiş. Onu öyle çok sevmeye başladım ki sormayın.
Cenazesinde, üstümde oturan dul bankacı Canan Hanımın sözleri kanıtlıyordu bunu: "Abidin Bey, ben sizi Betül Hanımla anlaşamıyor diye biliyordum doğrusu.’’
****
Emekli ilköğretim müfettişi Haşim abi anlatmıştı. Ülkede darbe olduğunda devrimci öğretmenlerle ülkücü siyasiler cezaevinde, aynı koğuşta birarada kalıyorlarmış. Haşim abiyi dinleyen genç ülkücü siyasiler aylar sonra başları önde şöyle konuşmuşlar:
"Biz, hak, hukuk ve adalet konusunda sizden farklı düşünmüyoruz. Sizlerin, ülkeyi Rusya’ya satacağınızı biliyorduk. Öfkemiz bundandı. Sizlere saygısızlık yaptığımız yıllarımız için utanıyoruz şimdi.’’
Geçtiğimiz günlerde çok sevdiğim bir eskiciye uğradım. Belediyelerde olan savurganlığa ve partizanlığa değinmiştik. Bir de stepne gibi izlenim veren bir lidere…
Solcuların okuduğuna, sağcıların da okumadığına değinmişti eskici kardeşim.
"Okuyan solculara karşı biz ahmak sağcılar da onları dinlemiyor, aksine öfkelenip saldırıyorduk bile.’’ deyince sarılıp kucaklayasım gelmişti Volkan Çiçeksever’i…
O Volkan ki yıllarca hep doğru bildiği yolda yürümüş, hak- hukuk- adalet ve Atatürk konularında ödün vermemiş kimselere. Ülkücülüğünü hep sürdürmüş. Özeleştirisini de yaparak…
Yıllar öncesinde dolduruşa gelen idealist ülkücü gençler ; atalarından kalma önyargıların ışığında memleketi Rusya’ya satacak olan Allahsız komünistlere karşı frenlenemez bir inanç ve hınçla saldırıyorlardı. Hak arayan işçilere de…
Ecevit’in makam arabası olarak Kartal model yerli bir aracı kullanması/ devleti gereksiz harcamalardan koruması/ israfa geçit vermemesi/ şair ruhluluğu, DİSK’in emekçinin sesi- örgütü olduğu, TÖB-DER’in örgütlü öğretmen hareketi olarak eğitim sorunlarının çözümü konusunda tartışılmaz kabul görmüşlüğü, 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olduğu gibi konular ülkücü camiada allerji yaratıyordu.
Bahçelievler’de 7 TİP’linin öldürülmesi, Kanlı Pazar gibi olaylarda faillerin ülkücüler olduğu unutulmadı.
Öte yandan Sosyalizmin Alfabesi, Felsefenin Temel İlkeleri gibi kitapları okumadan devrimci olunamayacağı gibi temelsiz kriterler ışığında Sol’da kümelenen gençlerin Allah konusundaki tutumları, Onu reddetmeden Solcu olunamayacağı gibi takıntıları da karşı tarafın öfkesini kabartan önemli etkenlerdi elbette.
Anlamaya çalışmak değil de birbirinin eksiğini/ açığını yakalamaya odaklı düşünsel tercihler nedeniyle çok da kan aktı Türkiye’de. Düşünsel gettolarından sıyrılamayan ülkücüler ve devrimciler yıllarca birbirlerine karşı bilendiler de bilendiler.
Köylüsünden kentlisinden, okumuşundan okumamışından her İranlının aşkla bağlı olduğu şairleri varken/ şairleri için Şairler Mezarlığı yapacak kadar vefalılarken Türkiye bunu beceremedi. Nazım Hikmet’i sevenler Necip Fazıl ve Mehmet Akif Ersoy’u bir türlü sevemedi. Oysa ne yüce ruhlu bir şairdir Mehmet Akif. Oysa ne güzel şiirleri vardır Necip Fazıl’ın… Kişiliğini onaylamasak da…
Ülkücüler olsun İslamcılar olsun, onlar da şiirleri türkü- şarkı olmuş / dünyanın dört bir köşesinde Türk Şairi olarak bilinen Nazım Hikmet’i sevemedi. Alparslan Türkeş, Nazım’dan şiir okusa da fayda etmedi.
Jeopolitiğimiz ve bağlı olduğumuz NATO ve benzeri örgüt ve kuruluşlar/ özellikle de komünizmle mücadele dernekleri buna ne izin verdi ne de geçit…
Çünkü ilahlar böyle istedi. Emperyalizm, böyle istedi.
Bereket versin ki son yıllarda bu keskin ayrışmalar artık eskisi gibi görülmüyor. Milliyetçiler, Ulusalcılar ve geniş yığınlar geçmiş yıllardaki gibi birbirlerine öfkeli değiller.
Sanki bir şeylerin farkına varmışlar gibi… Kabuk bağlamış yarayı kaşımanın yararı olmadığı konusunda hemfikirler gibi.
Gelelim, okuduğum bir anekdota / ya da işittiğim fantastikvari hikayeye…
****
Büyük bir ülkenin 18 eyaletinde kömürle çalışan/ elektrik üreten 32 termik santral var. Bunların 4’ü devletin, diğerleri de Sultan’a hemen telefon açabilecek derecede yakın olan patronların… Termik santrallere sahiplikleri de bu ilişkiden kaynaklı zaten… Devlet bankası kredileri ile… Bu santrallere sahip olurken de demişler ki,’’ Hemen bacalara filtre takacağız, santrallerin zehirli atık su ve zehirli kül depolama sorununu çözeceğiz ama bize biraz zaman verin."
Düşünün ki bu ülkenin dört bir yanı denizlerle çevrili/bereketli tarım arazileri ve yerin altı da zengin maden yataklarıyla dolu. Acı ama gerçek bu santrallerin 23’ü de özelleştirme delilerince özel sektöre devredilmiş. Her ne kadar sözleşmede ‘Bu santrallerin bacalarına filtre takılmalı’ maddesi yazılıysa da yedi yıldan beri de takılmamış. Çünkü her filtrenin maliyeti 14 milyon Euro. İstiyorlar ki onları da Sultan taktırsın. Zehirli atıkları da Sultan’ın adamları arıtsın.
Çünkü biliyorlar ki santrallerin bacalarından çıkan gazları süzmek kolay değil. Filtre takınca da santralin elektrik üretim verimi düşmekte. Dolayısıyla filtreli santralle elektrik üretmek çok pahalıya geliyor. Filtresiz santral ise kükürt gazı, azot, oksit gazı, karbondioksit, ağır metal ve kül çıkartarak havayı/ toprağı/ suyu/ insanı/ börtü böceği zehirlemekte. Üstelik Sultan bu santrallere 10 milyar 101 milyon lira teşvik vermiş .
Başka bir haber… Kanser, bu eyaletlerde almış başını gitmiş bu arada.
İşbaşındaki soyguncu- işbirlikçi iktidar, bu santrallere filtre takılması konusunda - siz ona havayı daha da kirletme diyebilirsiniz-üç buçuk yıl daha süre vermiş . Bu karar , işbaşındaki iki partinin milletvekillerinin oylarıyla alınmış.
Ve bu kararı, bu iki partinin de genel başkanlığını yapan ( Bu ülkenin yönetimi bir başka çünkü )/ aynı zamanda o ülkenin Sultanlığını yapan kişi veto etmiş. Kendi partililerinin aldığı karara karşın Sayın Sultan da "Sizler çok daha fazla dolar kazanacaksınız diye biz milletimizin zehirlenmesine fırsat veremeyiz. Bir tarafta milletim var bir tarafta da oligarşik zümre…" demiş.
Ve bu vetoyu, santrallere filtre takılmasını iki buçuk yıl erteleyen yasaya onay veren/ bir bakıma oligarşik zümrenin yanında yer aldıklarını ilan etmiş olan milletvekilleri de alkışlamış. Elleri kızarırcasına…
Oysa… Bu yasa, veto edilmeyip de yürürlüğe girseydi bu süreç zaten bilimsel verilere göre iki buçuk yıl sürecekti.
Yasanın veto edilmesiyle santrallerin sahipleri ve milletin zehirlenmesi açısından değişen bir şey olmayacak. O halde ?
Bu "veto" neyin nesi oluyor?
Aklı başında olan kişiler biliyor ki bu veto, kamuoyunun gazını alma…
Hin oğlu hin Sultan’ın bir manevrası !
Çevre sorunlarına duyarlı mı duyarsız mı olduğu anlaşılamayan bu iktidar ve Sultan’ın ülkesinde yaşayanların bu duruma bakıp bakıp da bir şey yapmadıklarını düşünün.
Kahrolursunuz değil mi? Duymak, dinlemek bile sinir ediyor insanı değil mi…
Şaşırtıcı bir şey olmuş o ülkede. Ülkenin başkentinde kim olduğu bilinmeyen- deli olduğu iddia edilen- biri "Bunlar bizimle dalga geçiyor, uyanın millet, sıra yarın ebemize gelecek. Sonra da anamıza!" diye haykırınca herkes başını çevirip deliye bakmış.
Deli olduğu iddia edilen kişi bağırıp duruyormuş: "Çiçekseverler, hayvanseverler, topseverler, sinemaseverler, yeşilseverler, dansseverler, doğaseverler uyanın! Bu insansevmezlere karşı birleşin!"
"Doğru söylüyor." diyenler öyle çoğalmış ki…
Birbirinden hiç hoşlanmayanlar, partisi- derneği farklı olanlar, birbirleriyle hep sürtüşen gruplar bir araya gelmişler ve insansevmez iktidarı, Sultanla birlikte alaşağı etmişler.
Sevinenler sadece o ülkenin insanları olmamış. Dünyanın öbür ucundaki "Ya bizimkiler de o Sultan’a benzer giderse…" diye tedirginlik yaşayanlar da bayram etmiş.
****
O düşsel dünyanın insanları, insansevmez iktidarı alaşağı ettikten sonra dünyanın dört bir köşesine yıllarca nasıl kandırıldıklarını anlatan kitaplar, dergiler ve cd’ler göndermişler.
"Biz yıllarca kandırıldık. Aldatıldık. Vatan, din, Aziz Petrus, millet diye… Birbirimize düşürüldük. Ekmeğimiz , sütümüz, toprağımız yetiyordu yetmez oldu. Bir dilim ekmeğe muhtaç kaldık. Onlar ise köşklerde/ kâşanelerde yaşar oldular. Adını- sanını bilmediğimiz bir delinin dürtmesiyle uyandık biz. Siz de dürtün yanınızdakini."
Bu hikâyeyi öğrendikten sonra hep dürtesim geliyor sağımdaki solumdaki insanları.
Önyargılarımı terkedip başladım bile. Önüme geleni dürtüyorum. Bizi kandıranlara, soframıza göz dikenlere karşı bir araya gelelim diye dil dökmeyi de unutmadan…
Almanya’da faşizmin iktidar olmasında, siz yalnız Nazilerin çok çalışarak mı hükümet olduklarını sanıyorsunuz? Gerçi bu konu yıllar önce değerlendirilmiş ve yazılıp çizilmiştir ama ben gene de dillendirmiş olayım. Yeraltındaki madenleri yabancı şirketlere peşkeş çeken bir iktidara karşı birleşmeyi beceremeyenler günün birinde Hitler’i hiç aratmayan bir musibetle karşı karşı gelecekler ama iş işten geçmiş olacak.
Bu nedenle dünden kalan hesaplarla uğraşacağımıza soframızdaki ekmeği azaltanlara karşı birliğimizi sağlayalım diyorum. Bunun için de hikâye anlatmaya, şiir yazmaya gerek yok.
Yanındakini, altta oturan, üstünde oturan komşunu dürt!
Hatta düt düüt diye öt!
Bu kadar çok uyumanın yararı olmadığını anlat sağındakine solundakine…