Ajans Bakırçay
2022-01-25 10:33:13

Esir Şehirden Hür Şehre İnsan!

Mehmet Can Gürbüz

h.dem08@hotmail.com 25 Ocak 2022, 10:33

Bir derginin bürosunda toplanmış şairler göllerde yıkanan Leyla’lara, ahü’lara şiirler yazıyorlar… “Bunlar hep bekâr da ondan galiba” diye düşünür Kamil; “karısı, çocuğu olmazsa insan, vatanını asla, yeteri kadar sevemiyor.” (Kemal TAHİR: Esir Şehrin İnsanları 1. Kitap sayfa 252).

***

Gazetemizin yazarlarından AYDIN İLERİ arkadaşımızı vüris belasında kaybettik. İstanbul Kadıköy’de 1977 yılında doğan İleri, 1998 -2002 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Anabilim dalında lisans eğitimini, 2011’de de Marmara Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. Aydın İleri’nin 2006 yılında yayımlanan ‘Eşekle Gelen Aydınlık’ isimli bir araştırma inceleme kitabı, 2010 yılında yayımlanan ‘Olimpos Öyküleri’ isimli ortak öykü kitabı, ‘80’lerde Çocuk Olmak’ ve ‘90’lar Çocuk Mu Genç mi?’ isimli kitap çalışmalarında bir deneme-anısı, bulunuyor. Yani söz söylemenin ötesinde mücadeleciliği, yarına not düşüren emekleri onu, adı gibi aydın, yiğit ve devrimci olması yanı sıra vatansever bir kişilikti.. Ne yazık ki son yıllarda sürekli içimizden güzel insanların genciyle yaşlısıyla kopması çok fazlalaşmıştır.

Kızıştırılmaya çalışılan siyasal çekişmelerin yanı sıra ortamın geri çekilmelerle hoşnutsuzluk duvarının yükselmesini önlemeye çalışanların boy göstermek zorunda kalındığı, dünya savaşının fitilinin sanki ateşlendiği, çok yakında çıkar sanıldığı günümüzde geriye dönüp savaş ortamında ve sonrasında ülke insanımızın, aydın seviyesinde hayatı yüklenmişlerin düne ve yaşadıkları güne nasıl baktıklarını merakı içinde okumaya koyuldum.

Siyasi tarih siyasal yazılar üzerinden okunacağı gibi edebiyat üzerinden de okunabilir olduğundan ben edebiyatı tercih ettim. İktidarlara kızılır ve gitmeleri için düşünce beslenir, bazen de gidişleri için emek harcanılır. Ancak temel sorun gidecek olanın, nasıl gideceği, gittikten sonrada yerine nasıl bir şey gelmesini istemek, gelenin neler sağlayacağını nelere yol açacağını ummak, istemekte önemli. Dünü aratan adamın, iktidarın yaratacağı kırıklıkların boyutu sadece insanı mı ülkenin geleceğini de belirlemiyor mu?

İşte Esir Şehrin İnsanları (1. Kitap) kitabında tam buna işaret eden bir sayfa aktaracağım ki işçisinden çiftçisine, düşünce adamından siyasal zemin içinde çalışan politikacıların attıkları adımların, elleriyle kuracakları geleceklerinde ki rolleri, sırtlandıkları acılı yükleri anlaşılmış olsun.

Anadolu’da milli mücadele başlamış, Mustafa Kemal adıyla insanlar gelecek kurma, kurtuluş umuduyla çabalarken İstanbul içinde el uzatıp mücadeleye destek olacakların, polis, hafiye, casus ve işgalcilerle her türlü irtibatlı yapının baskısına rağmen gayret edenlerin arasında geçen bir öyküdür.

İstanbul cephesinde, dergi çıkararak milli mücadeleci, kocası tutuklu bir kadın olan Nedime Hanım, mahpushane ziyaretinde kocasına o dönemin aydınlarından dergiye gelenler için: “Bunlar biraz anormal adamlar! Hani dilsizlerde işaret anlamak yatkınlığı, körlerde elleriyle adeta görmek özelliği olur. İşte öyle bir şey… Zekâları kıldan ince, kılıçtan keskin… Ama sadece zekâları.. Neden?” diye sorar.

“Hareketsiz olduklarından… Dikkat edilirse, hayatın diğer cephelerinde dehşetli pasiftir bunlar… Doğuda aydınlar, davranış ihtiyaçlarını çoğu sözle doyururlar. Yeri gelince, kendilerini astıracak kadar tehlikeli bir espriyi söylemekten çekinmezler de, ellerindeki bastonu birisinin kafasına indirmek icap ederse korkudan, şaşkınlıktan donakalırlar. Oysa bu memleket tarihinde laf her zaman atılımlardan çok daha tehlikeli olmuştur” diye yanıt alır.

Bilinende doğu sözü batı yazıyı temsil eder. Her ne kadar yazıyı doğu bulmuş olsa bile.

Nedime hanım devam eder “Şimdi anlıyorum. Bizim millet ıstıraba katlanmasını iyi beceriyor da ona karşı gelmesini bilmiyor. Bu hal kin tutmamıza da meydan vermemekte… Geçen gün Ahmet Rasim Bey, ‘Galiba Abdülhamit devrini arayacağız!’ demesin mi?” diyerek Ahmet Rasim’in anlattığı hikayeyi anlatır: “Ahmet Rasim Beyin karısı doğuracakmış. Yazı yazması yasak olduğu için on parası da yok… O sıralar Yeşilköy’de oturuyormuş. ‘Sabahleyin gün doğmadan yola çıktım. Tren parası olmadığından… İki kuruş mu, altmış para mı işte öyle bir para yok… Yola çıktık. Biraz sonra şafak söktü. İlk trenler gidip gelmeye başladı. Şose, demiryolunun yanı sıra gidiyor. Trenler yaklaşınca, çalıların arkasına çömeliyorum. Yaya gittiğimi ahbaplar görmesin diyerek… Keferenin birinde bir küçük hesap vardı. Maksadım onu almak… Biraz da borç isteyeceğim… Müslümanlardan ümit beklenme… Gazeteler dersen ben içeri girince, takım taklavat apteshaneye kaçıyorlar. Herifler haklı… Fizanı boylamak işten değil. Yürüyorum bir başıma… Trenler geçerken hırsız gibi saklanıyorum. Derken güneş çıktı, dikildi. Sıcak bastı. Mendili fesin altına koydum. Ter ayaklarımın burnundan akıyor. Yedikule’den geçtik. Tramvay yolu boyunca Aksaray’a geldim ama, ben de bittim. Yirmi para yok ki bir kahvede oturup dinlensem… Ben o güne kadar sokaklardaki çeşmelerin marifetini denememiştim. Meğer benim gibi bunalmışlar için yapılırlarmış… Çok dua ettim çeşme yaptıranlara ben o gün… Laleli, Fincancılar, Mercan, Köprü… Tövbe, evet cebimde on para var. On parayı köprüye verdik denizi geçtik sağ esen… Yüksekkaldırım’dan Tünel başını tuttum ama, ben de bu kez gerçekten bitmişim. Bir de ne göreyim, kafirin dükkanı kapalı… Kepenkleri inik… Bre medet! Gözlerim karardı da bana mı öyle geliyor? Pazar mı bugün? Hayır! Çarşamba olduğunu iyi biliyorum. Biraz dikkat edince başka dükkanların da kapalı olduğunu gördüm. Meğer gâvurların bilmem ne yortusuymuş! Haydi şimdi, Moda’da oturan Mösyö Pandeli’yi ara ki bulasın! Şaşırmışım beyler… Beni korku sardı. Nerdeyse dizlerim kesilecek… Acele para bulup acele eve dönmeliyim. Kadın ha doğurdu ha doğuracak… Ebenin ücreti şurada dursun, eline koyulacak sabun parçası yok… Ekmek yok… Hiçbir şey yok… Artık utanmayı kaldırdım. Bir iki yere başvurdum. Aksilik bu ya… Aradıklarımın hiçbirisi yerinde değil… Farkında değilim galiba, ne halt edeceğimi düşünmek için bir an durmuşum. Bir de baktın ki arkadaşlarla bazı bazı uğradığımız bir meyhanenin önündeyim. Meyhaneci Alman’dır. Alman ordusunda çavuşmuş, nasıl olmuşsa gelip İstanbul’a yerleşmiş… Dil bilmez bir Alman… Öğle üzeri Alman ve Avusturyalı müşterilere yemek verir. Akşamdan sonra da buzlu fıçılarını açar. Öteki saatler, dükkan bir çeşit kıraathanedir. Yemek zamanını bekleyen müşteriler için gazete falan bulundurur. ‘Şuraya gireyim de biraz dinleneyim’ dedim. Henüz öğleye bir saat var. Selam verdim. Bir gazete aldım. Bir köşeye çöktüm. Okumaya uğraştım. Ne mümkün! ‘Şimdi öğleden sonrayı beklemeli, diyorum içimden. İkindiye doğru Babıâli’ye inmeli… Ahbaplardan birisinin yakasını kavramalı… İyi ama köprü parası? Köprüyü geçecek para ne geziyor! Kocaman bir on para lazım… Güneş kadar büyük bir onluk! Okumayı bırakmışım, gazetenin kenarına kurşun kalemle bir şeyler çiziyorum. Vakit geçmiş… Dünyayı unutmak ne demek, işte ben o gün orada anladım. Adamlar geldiler. Gürültü fazlalaştı. Başımı bile kaldıramıyorum. Arada yemek kokuları geldikçe midem sızlıyor. On parayı bulmalı… Köprüyü geçmeli… Birisine rastlarım. Hiç imkánı var mı? Utanmanın sırası değil.

Çocuk doğdu mu acaba? Annesi sağ mı? Birden bire nefis bir tereyağı kokusuyla ürpererek geri çekildim. Garson önüme kocaman bir kase içinde, et suyu ile yapılmış nefis bir sebze çorbası bırakmasın mı? Şaşkın yüzüne bakmış olacağım ki, ‘Buyurun çorbanız!’ dedi. Ekmek, çatal, kaşık, bıçak, tuzluk, hardallık hep önüme gelmişte haberim olmamış… Etraftaki masalarda ecnebi ustabaşılar, ha babam atıştırıyorlar. Şimdi ne yapmak lazım? Sanki iki çeşit hareket ihtimali varmış gibi… Hayır! Hayır! Ben yemek istemedim. Perhizim. Bir arkadaşı bekliyorum, demekten başka çare mi olur? Lakin bu bir türlü dilim varmadı. Bir yutkundum, bir daha yutkundum. Başıma ne rezillik gelecekse karnım tok iken gelsin! Diyerek çorbaya saldırdım. Arkadan et geldi, yedim. Salçalı makarna geldi, yedim, hatta komposto geldi, onu da yedim ama son kaşıkta beni bir şaşkınlık kapladı. Hem şaşkınlık hem de mahvedici bir pişmanlık… Ahmet Rasim açlıktan caddeye düşüp ölmeyi belki bir şeylerle açıklayabilirdi ama, cebinde para yokken Alman’ın dört tabak yemeğini dolandırmayı hangi özre bağlayacak? Hem de başkalarına değil, kendisine…

Hepsi beş altı kuruşluk… Beş altı kuruş dile kolay… Köprüyü geçecek metelik yok… Yarabbi! Canımı al! Yeter artık! dedim. Gavura ne demeli? Hesap görecek gibi davranıp tezgâha yaklaşarak eli cebe atmak… Eyvah! Cüzdan evde kalmış! Mı demek daha doğru? Hem midene söz geçiremezsin, kendini götürüp rıhtımdan denize atamazsın hem de düzenbazlık yaparsın ha!... (Kendi kendine) Bir de şerefli adamsın öyle mi? Bir de müstebide çatarsın… Bu sırada garson ‘Buyurun paranın üstü’ demez mi? Bir herifin yüzüne, bir de masaya bıraktığı küçük tabağın içine baktım. Dört mecidiye ile bir sürü bozuk para… Tezgahtaki Alman çavuşu, utangaç bir gülümsemeyle ‘Alınız, alınız!’ diye işaret etmiyor mu? Parayı cebime nasıl koydum nasıl dışarı çıktım bilemiyorum. Gözlerimden sicim gibi yaş akıyordu. Öyle sessiz bir ağlamak değil, hıçkıra hıçkıra…”

İşte kendini sefilliğe sokan, birilerine muhtaç eden, düşünmesini elinden alan adamı arar olması. Meğer Alman Çavuşu bizim Ahmet Rasim gelmez olunca arkadaşlarından yazması yasaklandığı, parasız kaldığını öğrenmiş daha önceden, dalgın duruşunu da görünce bu dostluğunu yapmış.

Kitabın kahramanı kocanın yanıtı ise: “Aldırma, o gün bir şeye öfkelenmiştir.” (Kemal TAHİR: Esir Şehrin İnsanları 1. Kitap sayfa 200 - 203).

O yüzden söz uçar yazı kalır derken aslında sözle tepki gösteren insanlarımızın son gün söylediklerine bak denilir. Çünkü ruh hallerine göre farklı farklı konuşurlar. Ancak yapmaları gereken şeyin son günkü ruh halleri neyse ona göre davranırlar. Bir önce ki söylediklerinin hiçbir önemi yoktur, geride kalmıştır. Söylendi ve uçtu gitti onlar için.

Sevgiyle, sağlıcakla kalın…

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.