Mitch Albom’un kaleme aldığı, Öğretmenim Mori’yle Salı Buluşmaları kitabını yıllar önce okumuş ve oldukça etkilenmiştim. Bu güne değin kim bilir kaç kez sayfalarını keyifle çevirmiş, kimi denemelerimi de onun düşüncelerinden esinlenerek yazmışımdır. Bu söyleşilerin kahramanı Mori bir öğretmen, aynı zamanda hayatı her yönüyle sorgulayabilen bir düşünür. Yakalandığı bir hastalık nedeniyle organları birer birer işlevlerini yitirmekte, giderek ölüme yaklaşmaktadır. Bu zorlu süreç içerisinde düşünce ve deneyimlerini paylaşmak üzere, her Salı günü öğrencisi Albom ile bir araya gelirler.
Kitap, bu söyleşilerin derlenmesiyle ortaya çıktı. Hayattan ölüme, günlük yaşantımızda bizi yönlendiren her tür duyguyla ilgili düşünceler, bu buluşmalarda içtenlikle dile getirilmiş. Beni en çok etkileyen, Mori’nin anlattığı düşünsel görüşleri kadar, bedenen başkasına bağımlı olan, hızla tükenen hayatını hiç acındırmadan, geniş bir felsefi yaklaşımla nasıl yorumladığıdır. Yaşamının son anlarına kadar Mori’nin bilinci yerindedir, bedenen de bir başkasına ne denli bağımlı olduğunun farkındadır. Öyle ki, her ihtiyacı bir başkası tarafından giderilen bebeklerin durumuyla kendini kıyaslar.
Kitabın her satırındaki insanı düşündüren iletileri bir yana…
Çevreme bakıyorum, hayatı boyunca kendini her yönüyle özgür sanıp başkalarına bağımlı bir şekilde yaşayanları düşünüyorum. Yalnızca bedenlerinin değil, duygu ve düşüncelerinin de görünmeyen iplerle bağlı olan insanları! Kendimi elbette ki bunların dışında tutmuyorum. Ben de kimi konularda başkalarına bağlı, belki de bağımlı olduğumu biliyorum.
Bu ipler, yasalar, gelenekler, yerleşik kurallar kadar, korkularımız, sevgilerimiz, inançlarımız, eğilimlerimiz, tutkularımız oluyor. Bunlar aynı zamanda toplum içinde birlikte yaşamanın getirdiği sınırlar, sınırlamalardır. Kuşku yok ki özgürlük tanımımız da bu sınırların genişliğiyle doğru orantılı olmaktadır.
Ayrıca kimi insanların, görünmeyen bir bağın iplerini ellerinde tutarak, bizi baskı altında aldıklarını, davranışlarımızı etkilediklerini, hayatımızı yönlendirdiklerini söyleyebilirim.
M.Ö. I. Yüzyılda yaşamış ünlü Hint bilgesi Beydeba, Kelile ve Dimne kitabında şu öyküyü anlatır:
Zamanın birinde, bir deve yavrusu anasının peşinden gidiyor, ancak onun hızına bir türlü yetişemiyormuş. Dayanamayıp biraz yavaşlaması için annesine yalvarmış. Bunun üzerine anne deve şöyle demiş: “Yular bende değil yavrum, ne yazık ki başkasının elinde; o beni çekiştirdikçe, hızlı gitmek zorunda kalıyorum.”
Aslında zaman zaman her birimiz, benzer bir öykünün kahramanı oluyoruz. Yuları ya da görünmez ipleri kim elinde tutuyorsa, onun peşinden, istediği hızda gitmek zorunda kalıyoruz. Bu kişi ailemizin ya da yakın çevremizin bir bireyi olabilir, işverenimiz, amirimiz ya da bulunduğumuz toplulukta bizi yönetmeye çalışan herhangi biri… Öyle ki, sahip olduğumuz bazı değerleri yitirme korkusuyla o kişiye bağlanıyor, bilinçli ya da bilinç dışı onun egemenliği altında yaşantımızı sürdürüyoruz.
Hiç göremesek de, o bağlar zaman zaman ağırlığını bize duyumsatıyor!