Önce çocukluk dönemimizde, sonra okul sıralarında hepimiz yaşamışızdır. Arkadaşlarımızdan biri, diyelim ki uygunsuz bir davranışta bulunmuş ya da bir suç işlemiştir. Bu olumsuz eylemin sorumluluğunu üstlenmek yerine, bir başkasını suçlayarak bundan sıyrılmaya çalışmıştır. Geçmişte yaşanmış benzer davranışları anımsayabildiğimiz gibi yakın çevremizde de zaman zaman bunun farklı örneklerini görebiliyoruz.
Suçlama, kimi insanlar için bir savunma yöntemi olmaktadır. Bunlar kendilerini korumak, başarısızlıklarını gizlemek, karşı koymak, yadsımak, üzmek, hatta ezmek için başkalarını hedef almaktadırlar. Bir başka deyişle, kendi suçlarını örtmek için suçlayacak birilerini aramakta, günah keçileri yaratmaktadırlar.
Günah keçisi kavramının, adları değişse de birçok inancın içinde yer almakta olduğunu görebiliriz. Yahudi geleneğinde, Tevrat’ın Levililer bölümünde, bu uygulama ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. İsrail oğullarının bütün bir yıl boyunca işledikleri günahlardan kurtulmak için, bir erkek keçi simgesel olarak çöle bırakılır ya da uçurumdan aşağıya atılırdı. Yine farklı inanç ve geleneklerde doğal felaketlerden, hastalıklardan kurtulmak için keçilerin yerine insanlar kurban edilmiştir. Bu uygulamaların yüzyıllardan bu yana sürdüğünü söyleyebiliriz. Doğrusu, herkesin bireysel inancına dayalı eylemleri sorgulamakla çizgimi aşmak istemem. Ben yalnızca insanlar arasındaki ilişkilerimize odaklanmakla yetineyim.
Jean Paul Sartre’ın, Varoluşçuluk ve Hümanizm adlı kitabında şöyle bir konuşma geçer:
“Mary, Mungo ve Midge. Büyük bir suç işlemiş olmakla yargılanıyorsunuz. Kendinizi savunmak için ne diyeceksiniz?”
“Evet, yaptım” dedi Mary, “Ama benim kabahatim değildi. Bir uzmana danıştım, o böyle davranmam gerektiğini söyledi. Yani beni değil, onu suçlayın!”
“Ben de yaptım” dedi Mungo. “Ama benim de kabahatim değildi. Terapistime danıştım, onun söyledikleriyle böyle davrandım. Yani beni değil, onu suçlayın!”
“Yaptığımı reddetmiyorum” dedi Midge. “Ama benim kabahatim değildi. Bir astroloğa danıştım. Neptün Koç burcunda olduğundan yapmam gerekenin bu olduğunu söyledi. Yani beni değil, onu suçlayın!”
Yargıç bir iç çekti ve kararını açıkladı: “Bu daha önce benzeri görülmemiş bir dava olduğundan durumu deneyimli meslektaşlarımla konuşmam gerekti. Üzülerek söylemem gerekir ki, gerekçeleriniz onları inandıramadı. Bu nedenle hepinizi en ağır cezaya çarptırıyorum. Ama unutmayın ki, meslektaşlarıma danıştım ve bu cezayı vermem gerektiğini onlar söylediler. Yani beni değil, onları suçlayın!”
Yukarıdaki söyleşi, bana Âdem’in cennet bahçesinden kovulmasına neden olan, Tanrı ile olan konuşmasını anımsattı. Tanrı, “iyiyi ve kötüyü bilme ağacının meyvesi”nden yemesini yasakladığında, Âdem, işlediği suç için hemen Havva’yı suçlamıştı. Havva da hiç altta kalır mı? O da kabahatin yılanda olduğunu söyleyerek kendini savunmaya çalıştı.
Şu kadar bin yıllık insanlık tarihi içinde, bu anlatımlar birer alegori de olsa, ilk insanlardan bu yana kimi davranışların hiç değişmediğini görebiliyoruz. Her çağ ve toplumdaki insan; duyguları, coşkuları, tutkuları, olumlu ve olumsuz yanlarıyla yine aynı insan!
Suçlamaya başladıktan sonra işi Tanrı’ya kadar götürebiliriz. Nitekim Eduardo Galeano’nun Ve Günler Yürümeye Başladı kitabında bunun güzel bir örneğini okuyoruz:
1918’de Moskova’da, devrimci coşkunun tam ortasında, Anatıoli Lunacharski Tanrı’yı yargılayan bir mahkemeye başkanlık etmiş. Bir İncil sanık sandalyesine oturtulmuş.
Savcıya göre Tanrı, tarih boyunca insanlığa karşı sayısız suç işlemiş. Savunma avukatı, ileri derecede bunaklıktan rahatsız olduğundan, Tanrı’nın suç ehliyeti olmadığını öne sürmüş; ama mahkeme yine de onu idama mahkûm etmiş. 17 Ocak 1918 günü, şafak vakti, beş mitralyöz mermilerini gökyüzüne doğru boşaltmış.
Bu satırları okurken, gülmemiz mi yoksa üzülmemiz mi gerekir, bilmiyorum.
Herhangi birimiz ister yasalara karşı gelmiş, isterse yerleşik erdem kurallarını çiğnemiş olalım, kendimizce haklı gerekçeler üretmekten hiç geri kalmıyoruz. Uygun olmayan davranışlarımız için ya başkalarını suçluyor, ya bilgisizliğimize sığınıyor ya da cin, şeytan gibi doğaüstü güçlerin bizi yönlendirdiğini öne sürüyoruz. Eğitimimiz, bilgimiz, aklımız sanki bir an için devre dışı kalıyor, bir başkasının etkisinde kalarak yasaların ya da geleneklerin karşı çıktığı suçları işliyoruz.
Sosyal ve ticari ilişkilerde olduğu kadar, özellikle politikada, bütün ters giden işler için, bir başkasını suçlamak nedense olağan görülebiliyor. Öyle ki, kimi zaman “çamur at izi kalsın” düşüncesiyle karşımızdakileri lekelemekten geri kalmıyoruz. Böylece kendimizi akladığımızı sanarak, bir sorumluluk üstlenmekten, erdemlerimizle örnek olmaktan kaçınıyoruz. Nereye kadar bu olumsuzluklarımızı örtebilir, bunları nasıl gizli tutabiliriz?.. Kuşku yok ki zaman içinde bir bilenin, bir görenin ortaya çıkıp gerçeği söylemesine, bizi suçlamasına kadar!
Günah keçileri bulmak yerine… Hatalarımızı bilme erdemi kadar, suçlarımızı da üstlenme yürekliliğini gösterdikçe, insan olma yolundaki hedefimize daha çabuk ulaşmış olacağız.