Hoşgörünün Barışla Buluşması; Karşındakinin Tahammül Ve Konuşması Özgürlüğünden Geçer!
Yönetimleri ve sınıfları kuran, sürdüren insandır. Çelişki ve olanaklardan yararlanılarak yürütülen bu erk, istenirse, vazgeçişlere başladığı yerden eşitlik, barış ve temsilde adaleti sağlayabilir. Sisteme ne ad verilirse verilsin, bunu yapacak insan: vazgeçişi, elbette ayrıklığın talebinden, mülkiyet hırsından, ahlâk dışı taleplerden ve hep bencillik duygusundan vazgeçiş olacak. Başkasının emeğinden çalma sadece artıdeğer yoluyla değil, çalışmaktan kaçıp işi başkasına yüklemek emek-zaman hırsızlığıyla da yapılabilmektedir. Sovyet kolhozlarında işten kaçan, iş makinelerini hor kullanan ve üretilenden çalan sınıf ahlaksızları yaşanan sıkıntılardandı. Cinsiyet üzerinden heveslerini, gücünü kullanarak bireyin ümitlerini çalan düş hırsızları, ahlak hırsızları insanın başa çıkması gereken temel sorundur.
İnsanlığın sosyalleşip birlikte yaşama sürecinin ilkel dönemden çağdaş günümüze kadar sonlandıramadığı: cinsel rezaletler, hırsızlık ve cinayet.
Peki kaybettiğimiz: vicdan, ahlak ve dayanışma ruhu. Sürdürdüklerimize bir bakın bir de elimizle bir kenara ittiklerimize.
FRIEDRICH A. VON HAYEK “Demokrasi kavramı yüksek bir değer ve aynı zamanda bir zenginliktir. Demokrasi, zorbalık ve zulüm karşısında belli bir koruma sağlamaz, sadece bir ümit verir. Bununla birlikte demokrasi çoğunluğun sesidir ve çok önemli bir değerdir” demektedir.
İşte bu yüzden hoşgörünün barışla buluşması için karşındakine tahammül etmek ve onun kadar senin de konuşma özgürlüğüne sahip olmaktan geçer. Kurban etme anlayışından uzaklaşarak, insanı insan olarak huzura kavuşturursak doğanın ve tüm canlıların yaşama hakkını oluşturmuş oluruz. Kâr hırsı, ego ve saldırganlık birey mutluluğu ki oda krizleri beraberinde taşıyor, sonunda toplumsal huzursuzluk, çatışma yaratıyor.
Yöneticiler, ülkede uyguladıkları sistemi vatandaşına iyi anlatamazsa, kabullendiremezse başka arayışların öne çıktığı görülüyor. İyi düşünmek kadar iyi anlatıp uygulamakta önemlidir. Bulgaristan’dan ülkemize göç süreci sonrası geçen 10 yıl sonrasında göç edenlerle yaptığım görüşmede. “Bulgaristan’da herkesin işi okulu planlıydı. Devlet ne okuyacağımıza karar verir nerede çalışacağımızı belirlerdi. Bu bizde ki yetenek kadar ülke ihtiyacıyla da doğru orantılıydı. Yani biz hep işçi kalıyorduk yada çiftçi. Kaçtık Türkiye’ye geldik. Yıllar sonra gördük ki çocuklarımız iş bulmada sorun yaşıyor, istediğimiz alanda da okuyamıyoruz. Bulgaristan’da yanlış eylemişiz. Hiç olmazsa garanti işimiz aşımız vardı” diyorlardı. Son yirmi yılda gördük ki o ülke halkıda elinin tersiyle itip, paracıkların peşine kolay yol sandığı kulvarda koşmak derdine düştü. O kadar kopuş oldu ki sistem alt üst oldu o ülkede: düşmanlarına özendiler.
Geçen yazımda: Vedat Türkali’den alıntı yapmış ve “Bunun vazgeçilmez koşulu, emekçi yığınların, tam bir sınıfsal özgürlük ortamına, tüm sorunların korkusuz, baskısız düşünülüp konuşulduğu, tartışıldığı bir gerçek demokratik topluma kavuşturulmalarıdır. Toplumun yazgısına egemen Parti’nin, .. ilkelere oturtulmuş bu tam özgür davranış biçimini önce kendi içinde yaşama geçirmesi gerekir; demokratik santralimden beklenen budur” dediği kısımla başlatmıştım.
Özgür insanın demokrasiyi oluşturduğu gerçeğiyle yola çıkarsak: içinde yaşadığımız her tarafından kıstırılmış ve sarsılmış Cumhuriyet döneminin ilk günlerinden bugünlerine dek özgür ve korkusuz konuşabilme emekçi sınıflara ve/ veya onu savunan partilere ne zaman düşmüş? TİP ile bir nebze temsil edildiğine inanıldığı süreçte bile ne sınıf adına konuşabilen milletvekilleri belki korkusuzdu ancak özgürleşememişken emekçi sınıfı korkuyu aşabilir miydi? Üretici köylülerin başımızın tacıdır, efendimizdir diye cesaretlendirildiği ilk süreçte, feodal ağaların onları aciz ve hor kılınır sağlamaları, düşüncelerini ifade edip, cesurca örgütlenemedikleri, iktidara egemen olmalarının yolu kesilerek, hep yönetilene şükretmeleri sağlanmamış mıydı? Köylülükten şehir emekçiliğine devrilen sınıf hangi örgütsüz güçle özgür ve korkusuz olabilirdi ki.
Günümüzde de kendi gelecekleri savunan demokrat güçlere, doğanın ve emeğin dostlarına yeraltı zenginliklerimize sahip çıkıp uluslararası sermayeye peşkeş çekilmesini önlemek isterken, işsiz bırakılmış emekçi kesimin ekmek parası kazanma yeri olmuş bu maden yeri işçileri, içinde bulundukları konum gereği bu çabaları kendi işlerine karşı bir yürütülen bir engel, düşmanlık gibi görmektedir.
İşte tam bu süreç parti, sendika ve tabii köy enstitüleri gibi temel eğitim arenaları oluşturmak, kapatanlara inat, kaçınılmaz oluyordu. Tıkanan iktidarların uluslararası sermayeye bağlı güçlerinin yarattığı sahte demokrasi sahnesinde karşılıklı muhabbet etme, karşındakini anlama ve zıtta olsa düşüncelerine tahammül etme yolu hiç açık tutulmadı.
12 Eylül darbeci zihniyetinin silahlı güç olmasına karşın darbe icazetini dış güçlerden almak zorunda oluşu, kendi seslerinde, dillerinde ve eylemlerinde özgür ve cesur olamadıklarını işaretliyordu.
Aslında korkusuzluk önemli bir dönüştürme gücü olurken bizim için sadece maceranın gözü kapalı cesareti, sonunun planlanmadan yarının nereye taşınacağı tespit edilmeden yürütülen, çoğunlukla da negatif sonuçlar doğuran süreç olmuştur. Nasıl unuturuz? Bu ülkede beyaz terörün kontur-gerilla ile egemen kılındığı eksende gençleri kanlı ortamda macera duygularına sevk edip okulları, mahalleleri ve sokakları terör içine çeken en keskin ve saldırgan (Örneğin MLSPB örgütünün liderlerinden Şemsi Özkan’ın polis olduğu, daha sonra anti-komünist dernek başkanlığını yürüttüğünü) ortamda düşünme ve ifade edebilme ortamının yok edildiğini, yaşamın ancak savunma hatları kurarak sürdürülebilindiğini.
Peki neden? Çünkü terör ortamını sağlarsan, tahammülsüzlük ortamında kimse gerçek düşüncesini söyleme cesaretini bulamaz, kendine ait örgütlülüğü sağlayamaz, var olana katılamaz. Onun için demokrasi lazım. Ama içinde cezbedici tuzakların olduğunu unutmadan. Emekçi sınıfını kadın erkek diye bölen, ırka, renge, inanca ve dile göre bölen tuzakların kurulduğu gerçeği hep göz önünde bulundurulmalıdır. Evet dünyayı kâr güdüsü içinde güç kullanarak egemen olan sermaye, sadece kendi parasal gücünü artırırken, durmaksızın artırmak isterken diğer tüm güçleri ezmek, yok etmek, iki yüzlülüğünün seyri içinde işbirlikçilerle el ele uyguladığını unutmadan.
Demokrasi neyi sağlar: Dogmatik bir demokrasi anlayışı değil tartışmalar sonucunda insan onurunu koruyan ve kollayan bir gerçek demokrasiden yola çıkarsak: Özgür ifade etme olanağını, doğruyu ortak payda da karşılıklı müzakere sonucunda elde etmeyi. Ve tespiti yapılan doğruyu kurallar içinde bir düzenle yaşamımıza egemen kılmayı. Yöneticinin de bu düzeni yönetilenlerin çıkarını öncelikle gözeterek yönetmesini sağlamaktan geçer. Bir pandemi sürecini yaşıyoruz. Aşı için uğraş veren sonuçta aşı üreten doktorlarımız, sadece kendileri için mi çaba gösterdiler? Hayır. Sonucunda para ve itibar elde ettiler ancak toplumsal ihtiyaç olan insanlığa faydalı bir şey üretmeyi hedefleyip, üreterek elde ettiler. Yaygın söylemdir: Çoban koyunlarla inekleri otlatırken onların çıkarını düşündüğünden değil onların sahibinin çıkarını korumak bundan da kendine yaşayabileceği kazancı sağlamak için çobanlık yapar. Ama bu o hayvanların çıkarına olmadığı anlamına gelmez. Çünkü koyunlarla ineklerin yaşayıp çoğalması için beslenmesi lazım. Ancak sürünün sahibi onlardan kazanç sağlarken aynı zamanda onların beslenme alanlarını yok ederse (Betonlaştırırsa her yeri), çoğalmalarına, beslenmelerine set vurması yeni ve daha çok kâr kazanma yolunu açmasındandır. İşte tüm dünya yöneticilerinin salt kendi çıkarları için değil insanlığın, tüm canlıların ve doğanın, sadece içinde bulunduğumuz gezegenin değil galaksiyi de kapsayan herkesin yararını gözeterek yönetmekle sorumlu oldukları, düşünce ve yönetimleri beğenilmediğinde ise şiddet uygulayarak zorla benimsetmelerinin mümkün olamayacağı, zorla yönetmeleri demokrasiyi ortadan kaldıracağından yöneticinin yöneticilik vasfını kaybettiği, yeni yöneticilere bırakması zorunlu olmasını sağlayan, bunu unutan olursa, demokrasiyi hayata geçirecek bir halk yığını olduğunu hatırlatan ve uygulanmasını sağlayan anlayıştır.
Ülkenin ve dünyanın kadim canlılarının çıkarı gözetilmesi demek, toprağın, suyun ve havanın da haklarının gözetilmesidir. Faşizm ve diktatörlüklerde, saltanatlarda ve global sermaye işbirlikçiliğinden geçmeyen anlayıştır. Azların veya gücü alınmışların katledilmesini öngören değil, savaştan medet uman değil, katılınılabilen ve katabilen, karşısındakini yok saymadan dikkate alabilen yönetimliliktir. Burada iş benzeştirmekten vazgeçmek, oluşturduğun kalıplarını sıkıca örüp, karşıtını düşman gören anlayıştan uzak kalmak, terk etmek demektir. Geçen günlerde Bülent Arınç’ın CHP’nin Kılıçdaroğlu ile eski kalıplaşmış düşüncelerden uzaklaştıkça oyu yükselişe geçti deyişi burada daha iyi anlaşılıyor.
Peki demokrasiyi ne sağlar? Önce adalet sonra bilinç. Daha sonra örgütlülük ve dürüst insan sağlar. Utanca düşmeden, vicdanıyla hareket eden, algılayan ve kendisiyle birlikte evrenin mutluluğunu birleştirebilen insan kâmil, dürüst insan, eylemliliği ile yaratacağı yönetim elbette demokrasi olacaktır. Erdemli insanlar kulaklarını seslere açtığı gibi kalplerini sevgiye açık tutarlar. Tabi iktidar bunlarla yönetilmez çıkarlar çatışması, faydacılık üzerinden yürür diye düşünüldüğünde, erdem yine önemini yitirmeyen eylem değeridir.
Ayrıca toplumun değil de politikacının gücü üzerinden siyasal belirleyicilik yapıldığında, o toplumu oluşturan bireylere, politikacının çok işlevli uzmanlarıyla kendi siyasal çıkarları ekseni üzerinden, doğru şudur diye benimsetilmesine, sahip çıkılmasına bağlı siyaset demokrasi değildir. Politikacılardan, uzmanlarca doğa, emek ve insan temelli siyaset değil çıkar temelli siyaset ağır basar. O yüzden toplumsal örgütlülükte kararlar test edileceği kıstas doğaya bugün ve gelecekte ne fayda sağlıyor ne kadar zarar veriyor. İnsanı çocuk, kadın – erkek, hasta ve sağlam vb. her yönünden fayda zararı sonuçlandırarak toplumsal karara dönüştürülmelidir. Örneğin savaş kararı belki savaş tutkunları için çok fayda sağlayıcı görünse bile, doğanın, kadın ve çocukların zarar göreceği bilindiğinden, bilinmesi ve düşünceyle özgürce söylenebilmesi sağlandığında o kadar rahat savaş kararları çıkmaz değil mi? İşgalcilere karşı ülke savunması toplumca kabulü en kolay iştir halbuki!...
Vedat Türkali’nin yazısında belirttiği gibi: Emperyalist dünya öylesine bunalmış durumda ki, bir buçuk milyarlık bir pazarı ideolojik kaygılarla yitirmek lüksüne katlanamaz bugün. Bu bunalım yarın daha da artacaktır. “Kapitalist, kendisinin asılacağı ipi satan adamdır,” sözü boşuna söylenmemiş! Gönüllü gönülsüz, satmak zorundadır o ipi. Bütün bu olgular, içten içe birikimlerle emekçilerin özgür dünyası için gerçek demokratik sıçramalara doğru giden, uzun aşamalı bir “dünya devrimi” sürecinde yaşadığımızın belirtileri değilse, nedir?
Ülkemizde gerçek demokrasinin işlevleştirildiği günlerin yaklaştığı umuduyla…
Sevgiyle, sağlıcakla kalın…