"Kars’ta bir heykel yıkıldı, içimdeki direnç çöktü. Eski tren rayları söküldü, çevrelerindeki bahçeler gibi sessiz/ ıssız kaldım. Gezi Parkı’nda dostlukla birleşmiş insanlara saldırıldı, tüm resimli roman kahramanlarım canlandı. Bir sarhoş, yavru bir köpeği denize attı, ben sarhoşu atamadım. Gecenin geç bir vaktinde kapımın önüne sığınmış kediye biber gazı sıkıldı, ben o sıkanı bulamadım." diyor kahırla Mehmet Zaman Saçlıoğlu.
Belli ki çok üzülmüş, çok canı sıkılmış. Öfke dağına dönmüş.
Bu kadar dış etken ona fazla gelmiş olmalı ki bilinçaltının yanardağı patlamış sonunda ve…
BirGün çıkmış ortaya.
Onun yazdıklarıyla bir kez daha yaşıyorsunuz yüreğinizi/ beyninizi yaralayan olayları…
Minik minik öykülerle kâh kahroluyorsunuz kâh dertleniyorsunuz.
Mehmet Zaman Saçlıoğlu, öyküleriyle aydın portresi çizen bir yazar.
Onun öykülerini okuyup da Diderot’u, Sartre’ı, Tolstoy’u, aklına getirmeyen tek kişi yoktur dersek bu abartı olmaz.
Sahi ne demişti Diderot?
"Gerçek insan muhalefeti yüreğinde taşıyan insandır."
Sartre ne demişti?
"Yazarın asıl işi göstermek, kanıtlamak, açıklamak, aldatmacaları ortaya çıkarmak. Masalları, putları küçük bir eleştiri banyosunda çözündürmektir."
Ya Tolstoy?
"Acıyı duyuyorsan canlısın. Başkasının acısını duyabiliyorsan insansın."
Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun diğer öykülerinde de teneffüs ediyorsunuz ‘aydın’ lığı.
Ülkesinin- insanının sorunlarını kendi sorunu bilip içselleştiren, tanıklığını arı- duru bir dille okuruna aktaran, onu düşündüren, çözüm arayışı yolculuğuna çıkaran Mehmet Zaman Saçlıoğlu, istiyorum ki hep öyküler yazsın!
***
Gittiğim her ülkenin meydanlarından başka ara sokaklarına girer, kaybolurum. Bunu bilerek yaparım. Karşıma çıkanlarla merhabalaşır, ilgi görürsem de evine girip salonunu/ mutfağını, yerdeki halısını, kullandığı buzdolabını görmek isterim. Başkalarının ev hâli oldum olası ilgimi çekmiştir benim.
Bu merakım bana çok şeyler öğrettiği gibi bazen korktuğum da olmuştur.
Şairlerin, yazarların ev hâllerini de öteden beri merak ederim. Örneğin evin içinde terlik giyiyor mu, koltuk takımı, kitaplığı, eşine/ çocuğuna olan tavrı, nasıl yazdığı gibi konuları bilmek isterim.
Gazeteci Sevim Dabağ da benim gibi meraklı anlaşılan…
Sabahattin Kudret Aksal, Salâh Birsel, Edip Cansever, Ahmet Muhip Dıranas, Attila İlhan, Behçet Necatigil, Tahsin Saraç, Cemal Süreya ve Can Yücel’in eşleriyle gidip konuşmuş, onlar hakkında en ince ayrıntısına kadar değilse de merak ettiğimiz kimi özelliklerini bize aktarmış. Onları daha iyi tanımamıza yardımcı olmuş.
Siyaset bizde çok konuşulan bir konudur ya… Örneğin Sabahattin Kudret Aksal evde hiç siyaset konuşmazmış. Siyasal yanı yokmuş. Geceleri yazarmış. Bazen aklına bir sözcük ya da dize gelse yataktan kalkar yazarmış. Vapur yolculuklarında kalabalığın arasına girmezmiş hiç. Hiç yüksek sesle konuşmazmış. Hiçbir şeyden şikâyet etmezmiş.
SalâhBirsel günde dört paket sigara içiyormuş. Sekiz on bardak da sütsüz/ şekersiz nescafe içermiş.
Edip Cansever, çocukluğunda okuldan kaçtığı zaman hep kütüphaneye gidermiş. Kökleri Anadolu’da olmasına karşın o hep İstanbul şairi olmuş.
Ahmet Muhip Dıranas, her dakikası değişken bir şairmiş. İçki içmeye ortaokul yıllarında başlayan Dıranas, sigarayı da birini söndürüp diğerini yakacak kadar çok içermiş. Çok dağınık bir hayatı olmuş. İhtilalden önce Demokrat Parti’nin desteklediği Zafer gazetesinde zehir zemberek yazılar yazarmış. Eşini de çok üzmüş.
Attila İlhan, çocuk sahibi olmak istememiş. "Araba almam, ev almam, aile ilişkilerine girmem." dermiş.
Tahsin Saraç, günde iki saat uyurmuş. "Uykuyla vakit kaybetmemek gerek." Dermiş. Yolda yürürken bile gazete okurmuş.
Cemal Süreya, birçok ünlünün katıldığı bir açılışta Zühal Tekkanat’ı görünce yanına gidiyor ve şöyle diyor: "Madam ya da matmazel, pek güzelsiniz. Benimle evlenir misiniz?"
Zühal Tekkanat da "Böyle bir şey düşünürsem kendim karar veririm." diyerek tersliyor.
Can Yücel, kendisine "Nerelisiniz?" diye sorulunca hep "Her yerliyim." dermiş.
***
Burada her şeyi yazacak değiliz tabii ki…
Benim gibi meraklı olanlar alsın okusun Sevim Dabağ’ın kitabını…
Okumak; televizyon karşısına geçip maçları izlemekten/ tartışma programlarını seyretmekten daha iyi bence.