Eşimin dostum mu düşmanım mı olduğunu anlayamaz oldum son yıllarda. Her dediğime itiraz eder oldu. Daha doğrusu her sözümün zıddını söyler oldu. Cumhurbaşkanının son sözlerinin kamu vicdanını sızlattığını, sürekli pot kırdığını, yalanlarına artık tahammül edemez olduğumu söylüyorum; "O da bir insan. Yanılamaz mı yani? Hemen kötü kötü yorumlarda bulunuyorsun?" diyor.
Apartman kapıcısının altın kalpli, peygamber gibi biri olduğunu söylüyorum. "Sen de çok abartıyorsun bu kapıcıyı!" diye tepki gösteriyor hemen. Bir film izliyoruz. Beğenmediğimi söylüyorum. "Sen film eleştirmeni mi sanıyorsun kendini?" diyor.
Akşam haberlerini izlerken arada bir öfkelendiğim/ bağırıp çağırdığım oluyor. "Son yıllarda iyice agresifleştin sen." diyor. Bu sözünü işittiğimde gerçekten kendimin agresif olduğuna inandığım oluyor. Getirdiğim her peynir için bir bahane bulup söyleniyor. "Allah bilir ucuz diye aldın bunu." diyor. Kahroluyorum ! Tabii ki ucuz diye alıyorum. Bütçeme göre ucuz da sayılmaz aslında. Kilosu 32 liralık peynir o. Eşim deri tulumu/ teneke tulumu seviyor bunu biliyorum ama o peynir 48 lira.
Kiraz aldığımda da böyle yapıyor. Salihli Napolyon kirazını yemek istiyor, bunu biliyorum ama onun kilosu 12 lira. 6 liralık kiraz, kiraz tadı vermiyor mu sanki…
Oğlumuz geldiğinde sarılıp öpüşüyoruz. Hal hatır soruyoruz. Dolu dolu muhabbet ediyoruz. İşini, arkadaşlarını soruyorum, neler yaptıklarını da… Yaşım 70’ e dayandı, hâliyle gece 12’lere kadar oturamıyorum artık. Oğlumuzu uğurladıktan sonra başlıyor söylenmeye: "Çocuk taa nerden gelmiş iki günlüğüne, erkenden yatıyorsun. Hiç mi özlemiyorsun çocuğu? İnsan çocuğuyla uzun uzun konuşup dertleşmez mi hiç?"
Evin önünden geçen domatesçiden aldığım bazı yumuşak ve ezikler için seyyar manava saydırdığımda "Ayıp ayıp kocaman adamsın, güneşin altında saatlerce dolaşan o garip adam için böylesi sözler hiç yakışmıyor sana ." demiyor mu, işte o zaman çatlıyorum sinirden…
Geçen hafta apartmandaki komşular geldi oturmaya… Dereden tepeden konuştuğumuz gibi, yukarıdaki komşunun balkonda halı silkelediğini, ayıp ettiğini de söylemiştim. Aman Allah’ım ne suç işlemişim meğerse… "Yaşını başını almış adam olarak sana hiç dedikodu yakışıyor mu ?" diye bir başladı ta ki yatana kadar…
Son on yıl hep böyle. Ne söylersem hep tersini söylüyor.
Ayda, iki ayda bir babam ve ablam geldiğinde de tersliği elden bıraktığı yok sağ olsun. Babam, içtiğim rakı için beni uyardığında, ben sesimi çıkarmıyor/ sağıra yatıyorken o "Kocaman adam o, uyarmaya gerek var mı baba?" diye babama laf etmesi yok mu illet oluyorum. Güya beni kolluyor…
Ablamın her sözüne ise müdahale etmesi âdet oldu âdeta.
Bir defasında "Bu yaz nereye gidiyorsunuz?" demişti sevgili ablam. Aman Allah’ım ne suç işlemiş meğerse ablam: "Nereye gideceğimize ne hakla karışır o ?" diye başımın etini yemişti o gece.
Ablam, Karadeniz’e mi yoksa gene Didim’e mi gideceğimizi merak etmişti oysa.
Ablam, Didim’e yanımıza geldiğinde keyfim kırıktı biraz. Mutfakta balık temizlerken bana yardım edeyim demişti. Abisiyim ya kıyamamıştı halime.
Gel de anla eşimin şu sözlerinin ne anlama geldiğini: "Ben bilmiyor muyum da balığı hep o temizliyor ?" demez mi...
Öfkeden kudurmak dedikleri herhalde benim o günkü hâlim olsa gerekti.
İşine karışılmasını istemiyordu. Ablam ise hem eşimin elinden tutmak hem de beni kollamak istiyordu aklınca. "Olan hep erkeklere oluyor" diyen halam ne kadar da haklıymış.
Birisi canım ablam diğeri canım eşim...
Didim'da yaptığımız tatili yıllar sonra başıma kakmasına ne demeli ya...
Yaz tatillerinde bizim müşterilerden birinin dedesinin evinde kalıyorduk hep. Çok değilse de bir kira ödüyorduk gene de... Bahçeli, tulumbası olan, çiçeklerle iç içe bir evdi. Hem de denizin yanıbaşında. Dede, kendi eşyalarını iki odaya koyduğundan biz sadece mutfakla salonu kullanıyorduk. Oğlumuz daha ufak... Çaresizlikten salonda hep birlikte yatıyorduk. Annem bir köşede, babam bir köşede, biz bir köşede. Allah'tan ki salon büyücekti. Sıkıştığımız yoktu yani...
İki aile olarak salonda kalmak benim de hoşuma gitmiyordu ama ne yapalım çaresizlik!
Çünkü kiranın yarısını babam veriyor, mutfak giderini de ortaklaşa karşılıyorduk.
"Ben senin yaz tatilinden ne anladığını da biliyorum. İki aile aynı yerde mi yatar kalkar?"
Söylediğinde bir yanlışlık yoktu. Benim de savunacağım bir konu değildi bu.
Canımın sıkılması bu konunun yirmi yıl sonra dile getirilmesiydi.
*
Alt kattaki komşunun 10 yaşındaki çocuğunun psikiyatra götürüldüğünü, antidepresan kullandığını duyunca öfkelenmiştim. "Çocuğa antidepresan mı verilir hiç?" diye kükremiştim. Bunu Canan Karatay’dan öğrenmiştim çünkü. Eşim ne dese beğenirsiniz… "Sen kendini doktor mu sanıyorsun da böyle konuşuyorsun Allahaşkına!"
Otobüsle oğlumuzun yanına gidiyoruz. Önümdeki koltukta annesinin kucağındaki çocuk arada bir dönüp dönüp bana bakmakta. Öyle de şirin ki… Ben de dilimi çıkarıyorum arada bir, hokkabazlık yapıyorum. Çocuk nasıl da gülüyor…
Eşimin müdahalesiyle son buldu benim hokkabazlık. "Hiç tanımadığın biri o çocuk. Zevzekliğin gereği var mı, ya annesi ters bir laf ederse…"
Son üç yıldır kar gibi beyaz bir kediyle yaşıyoruz. Adı da Beyaz. Tam bir oyun kedisi. Sadece bir eksiği var : Konuşamıyor! Onun dışında her şeyiyle bizden biri. Onsuz yapamaz olduk.
Eşim, 'kızım' diye öyle seviyor ki onu yalayıp yutuyor adeta.
Evin içi her zaman çiş ve kaka kokar olsa da toz kondurmuyor ona. Beyaz’ın çişini kakasını temizlemek bana ait. Arada bir kokudan rahatsızlığımı dile getirdiğimde de haşlıyor beni. "Yaptığın bir iş yok, n’olursanki kakasını temizleyiversen, taş mı taşıyorsun sanki!"
Emekliymişim, başkaca da bir işim yokmuş zaten, bari saçma saçma konuşmasaymışım.
Konuş(a)mıyorum ama konuşasım da yok değil hani…
Dokuz yıl öncesi geliyor gözümün önüne. Annemi kaybeden babamın o ağır halleri… Metabolizması bozulmuştu. Doktorlar yalnız yaşamaması gerektiğini, iyi bakıma muhtaç olduğunu söylemişler biz de yanımıza almıştık babamı. Her ne kadar kendini kontrol etmek istese de gaz kaçırmalarına ve altına kaçırmasına engel olamıyordu. Çaresiz kaldığımız için günde altı saatliğine bir bakıcı tutmuştuk.
Kadın, altı ay çalıştı. Malum, babam ve eşim… İkinci bakıcının elinden cep telefonu düşmüyordu.
İtiraf edeyim ki dışarıdan içeri girildiğinde evin içi hiç de iyi kokmuyordu. Sürekli yüzünü buruşturan eşimin ağzından çıkanlar ise yenilir yutulur değildi. "Hep biz bokun sidiğin içinde mi yaşayacağız Allahaşkına!" deyip duruyordu. En sonunda babamı huzur evine yatıralım der olmuştu.
*
Şimdi ise evimizin içi aynı o günler gibiydi. Ekşimtrak bir çiş- kaka karışımı evimizden eksik olmuyor. Eşim, "Beyaz’ım, kızımm sen gene mi kaka mı yaptın bir tanem!" derken o günler uçuşuyordu gözümün önünde. Arada bir de yatağa alıyordu Beyaz’ı. "Babaya iyi geceler demeyecek misin yoksa?" derken ne kadar da sevgi doluydu Beyaz’a karşı.
"Başlarım babasına!" bile diyemiyordum demek istesem bile.
Çünkü ben de çok seviyorum Beyaz’ı. Hele eşim yokken göreceksiniz benim onunla ne oyunlar oynadığımı… O da beni çok seviyor, bunu biliyorum. Ama şu var ki onu severken hep babam geliyor gözümün önüne. Eşimin babamı bir kez olsun hoş tutan konuşmasının olmadığı, babama bakarken yüzünün hep ekşimtırak hali, bana bakarken de hep yüzünü ekşitmesi…
Koku aynı koku. Hatta daha ağırı… Üstelik her yer kedinin dökülmüş tüyleri ve tırnakları ve adım attığımız her yer kedinin sağa sola saçılmış kumu ile dolu. Evi sabah akşam süpürsek de ortalık kedinin döküntülerinden geçilmiyor.
40 yıl önce hayatı paylaşmaya karar vermişsek Beyaz’ın çiş ve kaka kokulu dünyasını da çaresiz paylaşacağız artık. Durum onu gösteriyor. Beyaz, 40 yıl bizimle yaşamış gibi bize yakın üstelik.
Paylaşma deyince… Çok yaralıyım bu konuda. Evlendiğimizde bütçeye ben bakıyordum. Maddi sıkıntı yaşadığımız yoktu. Her istediğimizi alamasak da başkalarına özendiğimiz herhangi bir eksikliğimiz yoktu. Sağ olsun annem ve babam, çok katkılarını gördük. Yanımıza geldiklerinde kasaba uğramazdım hiç. Eti, balığı, yağı hep babam alırdı. Annem de pazara, bakkala giderken illâ cebime üçbeş kuruş sokuştururdu. Oğlumuz henüz bebekken hasta olmaya görsün. Hemen telefon ve hemen arkasından bizimkiler… Hızır gibiydiler. Oğlumuz doğduğunda bile annem başındaydı sevgili eşimin…
Yıllar sonra ise bana bu konuda şöyle diyecekti: "Yanımda birkaç gün kaldıysa ne oldu ki sanki... Akşamları horul horul uyudu durdu."
Eşiminkiler mi… Vallahi onları doğru dürüst görmedim bile. Düğünümüz dışında bir kez de üçbeş günlüğüne gelmişti kayınvalidem, hepsi bu!
Ne doğumda ne hastalıkta ne ölümde onları görmedim hiç. Çok kalabalıktılar. Her biri de ayrı ayrı şehirlerde… Nişanda düğünde bile bana bir şey takan olmadı .Bu, çok canımı sıkan bir konu. Abileri , kardeşleri de gelmemişlerdi zaten … Onlar, zaman sonra gelir gider oldular. Oysa koluma bir saat takmalarını çok isterdim eşiminkilerin…
Evimize gelip gitmelerini de bu nedenle istemiyorum zaten.
Kayınvalidemin arada bir geleceği vardıysa da o üçbeş günlük gelişinden sonra vazgeçmiştir zaten. Anlatayım:
Geldiğinde yaz mevsimiydi. Eşim de ben de izinliydik. Oğlumuz da ilkokulda okuyordu galiba…
Bizim ailede sofra birlikte hazırlanırdı hep. Herkes işin ucundan tutardı illâ ki… Birlikte de kaldırırdık. Babam hariç… Bu nedenle de babama çok kızardım zaten. Kardeşler olarak anneme yardım etmeyi biz bebeklik günlerimizden öğrenmiş olmalıyız.
Kayınvalidem sofraya ne otururken ne de sofradan kalkarken yardımcı oluyordu. Hazır sofraya oturuyor, karnını doyurunca da kalkıp köşesine geçiyordu. İlk üç gün oralı olmadım. Yanılmıyorsam dördüncü ya da beşinci gündü. "Sizin köyde sofra kurulurken hiç yardım etmezler mi kayınvalidem?" dedim. "Bak" dedim, "Biz bu işi hep birlikte yaparız. Yerken de içerken de hep yardımlaşırız."
Ortalık buz kesmiş gibiydi.
Asıl vurucu sözüme henüz gelmemiştim. Bir bana bakındı bir eşime… Bir şeyler der gibi oldu ama diyemedi de… Eşim ise tedirgin. Oğlum sessiz, sadece yeme içmede…
"Babam da sizin gibi yapardı ama şimdi yapmıyor artık." dedim. Nedenini de söyledim. "Şu elimdeki çatalı eline batırıverdim çünkü."
Eşime döndü, "Doğru mu söylüyor kızım ?" dedi. Eşimin suratı beş karış. Oğlum muzip muzip bana bakındı ve arkasından kalktı gitti. Kayınvalidem arkasından… Arkasından da eşim…
Sofra bana kalmıştı. Yarım saat sofraya ne gelen oldu ne giden…
Biraz saygısızlık yapmıştım ama kayınvalideme de ortaklaşa iş yapmanın doğruluğunu- güzelliğini anlatmalıydım. Daha doğrusu öğretmeliydim.
Elini sürdüğü yoktu hiçbir şeye… Ben böyle görmedim ki… Dayanışma olmaz mı bir evde ?
Yıllar önce de doğurduklarını hep çocuklarına havale etmiş zaten.
Benim baldızların ve kayınçoların yıllar öncesinden annelik stajı yapmışlıkları var anlayacağınız.
Ertesi sabah gitti kayınvalidem.
O kahvaltıdan sonra on gün kadar hiç konuşmadı eşim benimle. Yaşlı başlı kadına yapılır mıymış benim yaptığım…
Kayınvalidemi en son işte o gün görmüştüm. 30- 35 yıl önce…
Benim her işte kendisine yardım etmemi isteyen , 'paylaşım' sözcüğünü dilinden düşürmeyen eşimin annesinin bencilliğine- tembelliğine sesini çıkarmaması ne demek oluyordu, işte bunu hiç anlamıyordum.
Gün boyu köşesinde oturan/ hiçbir işe el vermeyen insana tahammülüm yok benim. Ne yapalım bu da benim tabiatım!
Evin temizliğine, yemeğin yapılmasına, sofranın kurulmasına katkı koymayan bir eş’i görmek değil, düşünmek bile istemiyorum ben. Babama olan kızgınlığım da bundandı hep.
Çarşıda, pazarda eşim ya da oğlum olmadan bir şeyler yemeyi ve içmeyi içine sindiremeyen biriyim ben. Aç aç dolaşırım ama asla bir şey yemem ve içmem. Yediğimi eşim de yemeli. Bundan tat alıyorum ben.
*
Evliliğimizin 15. Ya da 20. Yılı olsa gerek… "Bundan böyle bütçeyi ben yapmak istiyorum." dediğinde eşim, hemen teslim edivermiştim sorumluluklarımın evraklarını.
Beyaz eşyacıya, kooperatife olan borç senetlerini…
Allah için tutumlu mu tutumlu bir eşim var. Gereksiz harcamaları olmayan, hep evini düşünen evcimen biri.Bana sadece günlük harçlığımı veriyordu. Gerisini değerlendiriyordu. Borsa, altın vs. için.
Zaman içinde çıktı sorunlar… Yeğenim evleniyor, çeyrek altın ya da yarım altın, ya da bilezik alınacak. Ağırdan alıyor eşim. Amcamın kızı evlenecek, abimin torunu sünnet olacak… Altın ya da bir başka armağan alınacak… Oralı değil… Benim de kenarda köşede bir birikimim yok ki oradan harcayayım.
Söylediği tek söz: "Sende vardır."
Güvenini sarsan ne yaptım da bana güvenmez oldu anlayamıyorum.
Düğünlere, sünnetlere, nişanlara o gün bugün hiç adım atmıyorum artık. Giden oğlumla eşim oluyor. Eş dost da iyice asosyal oldun deyip duruyorlar bana.
Düşünüyorum da günün birinde oğlumuz evlenecek olduğunda bizim oğlana ya da geline ne takacaklar acaba… Ben hiç gitmez oldum, eşim desen ya gitmiyor ya da doğru dürüst bir armağan aldığı yok. Millet aptal değil ki, her şeyi biliyor- görüyor. Yarın da ona göre hareket edecek.
Bir ara emeklilik sonrası ek iş yaptım. Oradan aldığım ücreti kuruşuna kadar eşime teslim ediyordum. Oğlumuzun özel üniversite taksitini bu parayla ödüyorduk.
Okul bitti, ben de ek işi bıraktım. Dinlenecek, aylak aylak gezecektim artık.
Huzurevindeki babama daha çok zaman ayıracaktım. O da çok soru sorar olmuştu son günlerde. Eşim neden gelmiyormuş ziyaretine, ev işi bir şeyler yapıp gönderemez miymiş, Taylan neden arayıp sormuyormuş…
Zaten keyfimi kaçırıp duruyor eşim, bir de babamın ahiret soruları, iyice bunalıyordum. "Biz de o oyundaki Zühtü Beye benzedik gitti." diyordu babam her gidişimde.
Evliliğimizin dördüncü beşinci yıllarıydı. Oğlum, kreşten usanmış gitmek istemiyordu. Çözümü de hep birlikte bulmuştuk. Annemle babam da bizimle kalacaktı. Çoğunlukla da annem… Oğlumun annemle şaşılası bir uyumu vardı. İki arkadaş gibiydiler. Ağlarken bile anne değil de babaanne diye ağlıyordu. İkisi aynı odada yatıyorlardı. Annem ona masal anlatıp dururken uyuyup kalıyordu. Buna çok tanık oldum. Bizim oğlanın bilmediği masal yoktur bu nedenle. Çevremde gördüğüm en güzel nine- torun ilişkisiydi.
Ben tiyatroyu çok seviyorum. Annem de çocukluğundan bu yana sinema ve tiyatroyu hep sevmiş. Devlet Tiyatrosundan sezonun bütün oyunları için bilet alıyordum. Babam da bize uyuyordu hep. Oğlum desen ona keza… Yanında babaannesi var ya… Oyunun olduğu gecelerde telaşımız saat altı’dan sonra başlıyordu. Hepimizde bir heyecan bir heyecan sormayın… Surat asan bir kişi var: Eşim!
Dairedeki arkadaşlarımın eşleri gıpta ediyorlarmış. Her oyuna ailece gittiğimiz için. Eşleriyle de bu konuda sorunlar yaşıyorlarmış. Neden biz de tiyatroya gitmiyoruz diye.. Benim eşim ise her oyun gecesinde surat asmakta. Bütün gün çalışıyormuş, bu tiyatro da nerden çıkıyormuş… Hepimiz mutluyken eşim mutsuz!
Sezon bitene kadar da hep böyle oluyordu. Yılda bir kez bile tiyatroya gidemeyen arkadaşlarımız varken biz her oyuna gidiyoruz ve eşim mutsuz.
İşte, o oyunlardan birindeydi Zühtü Bey. Çocukları tarafından huzurevine bırakılan emekli zabıta müdürü Zühtü Bey... Beş çocuğunun bakamadığı Zühtü Bey... Bir sahnede ağlıyordu Zühtü Bey, "Biz sizleri okutacak, iş sahibi yapacak, evlendireceğiz diye gecemizi gündüzümüze katmıştık Şüküfe ile, siz bir tek babanıza bakamıyorsunuz. İyi ki Şüküfe erken göçtü sonsuzluğa da görmedi şu hallerimi!" diyordu.
Bir günden bir güne ne eşim ne de ablam ve abim "Dönüşümlü olarak bakalım babamıza" demişti.
Babam kahroluyor ama elimden bir şey gelmiyordu. Kedimizin o pis kokusuna dayanan eşim babamın kokusuna tahammül edememişti..
Evlendiğimiz günlerde mülayim, sesi hiç çıkmaz olan eşimin son hallerini anlamakta zorlanıyordum. Annesine ve babasına düşkünlüğü tavan yapar olmuştu son yıllarda. Taa, Mutki’ye gider gelir olmuştu.
Huzurevinden geç döndüğüm akşamlar, "Babamız İran’daki bir huzurevinde mi yoksa ?" diye şamata yapıyordu benimle.
Surat asıp da neden surat astığını anlayamadığım garip özellikleri ortaya çıkmıştı zamanla. Yıllardır kullandığımız çamaşır makinesi sık sık arıza yapar olmuştu ya da bana öyle geliyordu. Ek işe gireli bir ay olmuş, ücretimi almış ve eve sürpriz olarak o gün çamaşır makinesi getirmiştim. Hem de peşin almıştım. Annemi babamı da davet etmiş, eve çerez, pasta , meyve suları almıştım.
Eşim henüz işten gelmemişti. Hepimiz, ablam da dahil olmak üzere masayı donatmış saat 18.’i bekliyorduk. Pastanın üstüne de bir mum dikmiştik. Her ne kadar yemekten sonra o işi yapacaksak da eve girer girmez sürpriz yapacaktık hanıma.
Saat 18.00. Kalabalığı görünce çok mutlu oldu. Epeydir ne annemi ne babamı ne de ablamı görmüştü. Hayrola falan dedi. Bir şeyler olduğunu anladı. Ablamla doğruca onu banyoya götürdük. Arkamızda da babam, annem ve oğlumuz.
Sevinçten çığlık atar zannetmiştik her birimiz. Üstünde kırmızı kurdela olan çamaşır makinesini görünce olanca ciddiliğiyle "Bu ne ?" dedi. Ben, şaka yapıyor sandım, elimi uzatıp "Hayırlı olsun yeni kızımız, bundan böyle senin hizmetinde !" dedim şımarık şımarık… Ardından da ablam uzattı elini…
Buz gibi suratla yatak odasına geçti. 15 dakika sonra geldi aramıza.
O akşam ne gülenimiz oldu ne fıkra anlatanımız ne de pastadan yiyenimiz…
Annemler de yemekten yarım saat sonra ayrıldılar.
Ek işten aldığım ücretle eşimin gönlünü alırım diye eve getirdiğim çamaşır makinesine aşağı yukarı bir yıl boyunca ne bakasım geldi ne de dokunasım. Hatta bir defasında tekmelemek bile geçti içimden..
Yıllardır, doğum gününde ne bir kırmızı karanfil ne de herhangi bir armağan alıyorum eşime. Dünya Kadınlar Günü ve Anneler Gününde de…
Arada bir söyleniyor, "İnsan eşine doğum gününde bir toplu iğne olsun almaz mı?"
"Sen o hakkını yıllar önce çamaşır makinesiyle kaybettin!" demek istiyorum ama kabalaşmak da istemiyorum. Susuyorum sadece.
Bayramlarda bir araya geliyoruz ya… Anacığım, babam benim diye sarılmaya göreyim. Yanımızda bulunan her kimse ona doğru eğilip "Bu ne oluyor Allah aşkına küçük çocuklar gibi şimdi?" deyişini ise hiç unutamıyorum. İnsan anasına babasına sarılıp kucaklamaz mı onları yani…
Anlayamadığım bir başka şey varsa o da annemle babamın son günlerinde onlara olan vurdumduymazlığın/ ilgisizliğin hatta saygısızlığın… Sana gelinleri gibi değil de kızları gibi davranan o iki güzel insan için arkadaşlarına da "Kayınvalidemle kayınpederim bir tanedirler. Haklarını ödeyemem." demen…
Her doğum gününde, evlilik günümüzde seni arayan / kutlayan bir kadına son demlerinde hiç ilgi göstermemene nasıl bir yorum yapacağımı inan bilemiyorum.
Şaştığım bir başka konu da, annenin ve kardeşlerinin sana bu konuda hiç müdahalede bulunmamış olmaları. Gerek abin gerekse de ablan ve kardeşlerin nasıl da seviyorlardı annemi öyle. Abinin bir sözünü hiç unutmuyorum: "Herkese böyle bir kayınvalide nasip olmaz, kıymetini bil !" demişti anımsıyorsan. Bunu diyen abin, annemin en ağır günlerinde onun yanında bulunmayıp da kendilerini ziyarete gitmene neden ses çıkarmamıştı acaba…
"Kayıvaliden ağır durumdayken burada senin işin ne?" demesini isterdim doğrusu.
Arada bir aptal mıyım yoksa ahmak mı diye aynaya baktığım oluyor. Sana o günlerde "Neden gidiyorsun, şimdi zamanı mı ?" demediğim için…
*
Artık iyice yaşlandık. Yılların muhasebesini yapacak durumda bile değiliz.
Huyumuz suyumuz değişti. Bayramlarda ne alt kattaki komşuya ne de karşımızdakine gider gelirdik. Şimdi eşim bir alt katta bir karşımızdaki Şadiye Hanımda. Yaptığı tatlılardan, böreklerden götürüyor, onlarla kahve içiyor, eve davet ediyor. Koluna girip karşı komşumuzu kaç kez eve bile taşıdı Şadiye Hanımın bakıcısıyla.
Annem geliyor gözümün önüne. Komşulara ettiği muhabbetin onda birini bile yapmıyordu ona. Hiç anlayamadığım bir konu bu. Oysa ne kavgaları olmuştu ne dırdırları.
Ben de ona uyup taşınıyorum sık sık komşulara. Karşımızdaki komşunun eli ayağı iyice tutmaz durumda. Günün yedi saatinde bakıcısı geliyor eve. İkide bir "Allah kimseye muhtaç etmesin insanı" deyip duruyor.
"Bakıcının parasını iki oğlum karşılıyor da onun için rahatım. Huzurevine bırakıverecekler diye ödüm kopuyordu."
"Evlatlar varken anneyi babayı huzuevine bırakmak da ne oluyormuş öyle !" diyeceğim geliyor.
Diyemiyorum.