Memleketteyken aramız çok iyiydi. Aramızdan su sızmazdı. Ailece görüşürdük zaten. Aynı sokaktaydık. Babası babamla kankaydı. Annesi de annemle…
Sokakta çok top oynadık. Ben kaleci olurdum o da karşı takımda forvet…
Ortaokul ve liseyi aynı okulda okuduk. O , iktisadi ticari ilimlerde okurken ben de fen fakültesinde matematik- astronomi okudum. Üniversitedeyken her türlü etkinliğin öznesiydi. Güzel konuştuğu için çevresi her zaman dolu dolu olurdu. Nâmı bizim bölüme kadar geliyordu. ‘Ajitatör artist' diye…
Anlatacağı konular hiç bitmezdi.
Cezayir filmleri, İsveç filmleriyle ilgili beşer günlük sinema günlerinde belediye başkanının da dikkatini çekmiş, kültür müdürlüğünde danışmanlık görevi almıştı.
Mitinglerin ve kantinlerin vazgeçilmez konuşmacısıydı. Kız arkadaşlarının çokluğu nedeniyle onu kıskanmıyorduk dersek yalan olur. Afitap, Şebnem ve Ferda’nın onu paylaşamadığını herkes biliyordu. Ben nerden biliyorum? Çünkü fırsatını buldukça iki arkadaşımla birlikte hemen iktisadi ilimlere koşardık. Laf aramızda bu okulun kızları bizimkinden çok çok güzeldi.
Ben, iki fakülte arasında mekik dokuyan bir öğrenciydim üniversite yıllarımda.
Öğrenci temsilciliğindeki Hulusi’nin, Taylan ve arkadaşlarıyla bir masada bulunduğumuz o eylemli günde "Sahi sen hangi bölümdeydin dostum?" sorusundan da anlayabilirsiniz bunu. Taylan da kahkahayla gülmüş, benim adıma yanıtlamıştı Hulusi’yi. "Gülten Hocanın gözdesinin bölümünü nasıl bilmezsin Hulusi?"
Bizim de kantinimiz vardı ama bu okulun kantini bir başka… Bizde hep ağır abilerle ağır ablalar vardı. ‘’ Benim okumam gerek. Anneme babama karşı sorumluluklarım var, derslerin dışında bir işle meşgul olamam.’’ cümlesi ağızlarından düşmezdi bizimkilerin. Doğru dürüst sevgilisi olan bile yoktu. Tangül’ün sözü de bunu doğruluyordu zaten. "Keşişler okuluna düşmüşüz de haberimiz yokmuş."
Bizim okulun kantininde farklı gazeteler olurdu. Buradaki gazeteler sanki hep birbirinin aynıydı. Tartışmalar da olurdu ama derse girmeyip kantinde saatlerini geçirmezdi kimse. Burada ise sanki güzel konuşma dersi alanlar eğitim görüyordu. Bir de sanki beyaz perdeye aday yetiştiriyor bu okul diye düşündüğüm oluyordu. Podyuma çıkmış gibiydi buranın kızları. Afitap ise bambaşka… Çay için sıraya girdiğinde konuşanlar, oturanlar, tartışanlar gözlerini ona dikiyordu hep. Buraya geldiğim her vakit Afitap ile aynı masada yer alıyordum. Çünkü yanımda Taylan oluyordu.
Bizim okulun mezunlarından öğretmenlik yapanlar azdı. İyi konuştuğum arkadaşların bir kısmı okulda kalırken bir diğer kısmı da dershanelerde çalışmaya başlamışlardı.
Taylan’ın arkadaşlarının çoğu şirketlerde ve belediyelerde iş buldu. Öğrenci temsilciliği yapan , konuşmalarına çok tanık olduğum kimileri de sonraki yıllarda belediye başkanı, meclis üyesi, esnaf, iş adamı oldular. Bugün, kentimizin büyük işadamı diye anılan şirket sahipleri hep Taylan’ın arkadaşlarıydı. Ernesto Fuat, belediye başkanı seçildiğinde benim bildiğim çoğu akademili belediye çalışanı oldu. Kısaca, akademi, kentimizin vitrinini oluşturan bir okuldu.
Hafta sonları okuldan memlekete döndüğümüzde de bitmiyordu meşgaleleri. Belediye başkanı, sokağımıza kadar gelir onu alır giderdi. İlçemizin kültür sanat etkinlikleri için Taylan’a danışıyor, söyleşiler ve konserler düzenlenmesi konusunda da kendisine yardımcı olmasını istiyordu.
Özetle, Taylan, üniversite yıllarında güvenli bir geleceğin de kapısını aralamıştı.
İlçemizin çok güvendiği üç beş gençten biriydi Taylan. Çalışkan, dürüst ve gelecek vaat eden…
Ben, okulu bitirdikten sonra özel bir kolejde öğretmenliğe başladığımda Taylan da cafe- kitaplık işletmeciliğine başlamıştı. O günlerde bu alan yeni yeni gelişmekteydi.
Hafta sonlarında gene birlikte oluyor, ona yardımcı oluyordum. Hatta Pazar akşamları eve dönerken elime üç beş kuruş sıkıştırdığı da oluyordu.
Dört yıl aynı evde kalmıştık onunla. Çok güzel günler yaşamıştık. Okulu bitirince ayrı bir eve taşınacağını söylediğinde üzülmemiştim. Çünkü çapkınlıkları, arkadaş bolluğu nedeniyle ortak yaşam sürdürmemizin güçlüğünü ben de anlayabiliyordum.
Cafedeki görevim kasaya bakmak olmuştu. "Kasaya kimi oturtsam çalıyor Deniz." diyordu.
Artık ikimiz de memlekete adım atmaz olmuştuk.
İlçemizin belediye başkanı da buraya taşınıp siyaseti sürdürünce Taylan’ın önü iyice açıldı. Cafenin vazgeçilmez müşterileri öğrenciler ve siyasiler olmuştu. Adını duyup da hiç görmediğim milletvekilleri, belediye başkanları, müzik ve tiyatroyla ilgilenen kişilerle tanışır görüşür olmuştuk.
Başkanımız Tarık Özkan’ın , "İşlerimi bundan böyle burada sürdüreceğim ama siyasetten hiç kopmayacağız. Burada iyi bir ekip oluşturacağız Taylan." dediğini işittiğim gün ben de bu ekipte yer almayı arzu etmiştim ilk kez.
Ne yazık ki olmadı bu. Matematik öğretmenliği galebe çaldı. Bırakamadım mesleğimi
Tarık Beyin inşaat işleri, siyaset dünyasıyla iç içeliği, Güneş Cafe Kitaplık’ın işine de yaradı. Küçükköy’de ikincisini açtık. Daha doğrusu açıldı. Taylan’ı öylesine çok seviyorum ki onun işini kendi işim gibi görüyorum. Güneş Cafe onun değil de ikimizin sanki.
Defalarca söyledi, "Öğretmenliği bırak, Küçükköy’dekinin başına geç." diye.
Derken üçüncüsünü de açtı Taylan. Açılışa katılanların boy boy fotoğrafları çıktı ertesi günün gazetelerinde. Taylan, bizim memleketin eski belediye başkanı ve partinin il başkanıyla kol kolaydı.
Bir cumartesi akşamıydı. Kebap 35’in gazetelerde boy boy fotoğrafları çıkan Ayhan Işık’a benzeyen o patronu Zülküf Bey çıkageldi Cafeye. Bu kente gelen elitlerin çoğu bilir Kabap 35’i. Eti özel olduğu gibi, çalışanlar da işinin ehlidir.
Tarık Bey, ben, Taylan, devlet tiyatrosu oyuncusu ve yönetmeni Devrim, gazeteci Süha ile birlikte toniklerimizi yudumluyorduk.
"Sizdeki çevre ile yapılmayacak iş yok Taylan Bey" diyordu Zülküf Ağa.
Biz ‘bey’ dedikçe "Biz beyden anlamayız ağam, siz bana 'ağam' deyin anlarım ben." diyen bıyığı ve saçının boyalı olduğu çok belli olan Kebabçı Zülküf, kahve faslından sonra Taylan’a "Yarın sabah benim orada" deyip ayrıldı.
19 Ekim, Taylan’ın kebapçılığa başladığı gün olarak yer etti zihnimde.
Kentin en pahalı dört köşesinde Tay-Zül Kebap şimdi kentin elitlerinin adresi oldu. Özellikle de siyasi kadroların yemek yediği, konuklarını ağırladığı bir adres…
Dört yıl sonrasıydı.
Tarık Bey, partinin il başkanı, Taylan da il yönetim kurulu üyesiydi.
İldeki siyasetçilerin gözbebeğiydi her ikisi de.
O günlerde her ikisi de büyük inşaat işlerine başlamışlardı. Kazançlarıyla da partiye yararlı oldukları konusunda herkes hemfikirdi. Parti binasının satın alınmasında ikisinin katkısı dillerdeydi Dürüstlükleri, çalışkanlıkları ile köşe yazarlarının köşelerini süsler olmuşlardı.
"Öğrenci yurdu açalım." diyen Tarık Beyin önerisinin ardından yükselen beş katlı öğrenci yurdu Tarık Başkana Ankara’nın yolunu açtı. Güvenilir siyasetçi, dürüst işadamı portresi çizen Tarık Başkan artık meclisin de gözdesiydi.
Ben, devlet lisesine geçmiştim. Akşamları özel dersler, cumartesi Pazar da elimden geldiğince cafelerin denetimini yapıyordum. Hırpalanıyordum ama Taylan’ın hesabıma yatırdığı para ile de mutlu oluyordum doğrusu..
İnşaat, cafe- kitapçılık, kebapçılık ve siyasetle içiçelik Taylan’ı gazetelerin, televizyonların vazgeçemediği konuk durumuna getirmişti. Popüler, güvenilir, yakışıklı ve çalışkan Taylan…
Kaşları yay, kirpikleri ok, bakışı hançer olan Banu’nun Taylan’la olan ilişkisinin açığa çıkmasıyla şehirde tuhaf denilebilecek bir gelişme yaşanır oldu.
Şımardı diyenler olduğu gibi, bu ilişkiyi onaylayıp sağda solda "Erkektir, tabii ki yapacak." diyenlerin tartışmaları Taylan’ı adeta kentin yıldızı durumuna getirdi.
Artık il başkanıydı.
Hem de iki dönem yaptı bunu. Kitle örgütleriyle bir araya geliyor, kentin gelişmesi adına her türlü projeye destek çıkıyordu.
Füsun’la uzun da sürse her türlü ilişkisini bitirmişti artık. Boşanmışlardı.
Banu’ya daha fazla zaman ayırıyordu artık.
Benim Taylan’a olan kızgınlıklarım da işte bu dönemdeydi.
Eskiden sadece partililere geniş zaman ayıran Taylan’ın yanına her türlü insan gelir gider olmuştu. Yumurta topuklu orta yaşlı bıçkın tipler, adı mafyaya çıkmış galericiler, güven vermeyen yüzler ve üstü başı dökülen tipler…
Bana da ikide bir "En akıllı kişi her zaman başkalarından öğrenecek şeyler bulan kişidir." deyip duruyordu. Ben de yapıştırıyordum sözü: "Kumarhaneci Şehmuz’dan ne öğreniyorsun ki?"
Canı sıkmıyor değildim bu sözlerimle ama çok eskilere dayanan arkadaşlığımız nedeniyle de sesini çıkarmıyordu.
"Kırkyalan Osman ile ne işin var senin?" dediğimde ise kah gülüyor kah köpürüyordu.
"Bilmediğin çok şey var senin" diyordu bana. Bilmediklerim, onun bu döneminde daha da artmıştı.
Oysa avucumun içi kadar bildiğim biri Taylan.
Emekli olunca cafe kitaplıktaki işime devam etmektense belediyedeki hatırlı dostlarımızın aracılığıyla belediyede çalışmak için girişimde bulundum.
Taylan’a haber vermeden, gidip özel kalemdeki Ferda’ya dilekçemi verdim. Şaşırmışçasına "Dilekçeye ne gerek var ki ?" dedi. "Olsun" dedim.
Bir hafta sonra Hulusi’nin müdür olduğu sosyal işler müdürlüğünde işe başlayacağımdan öyle emin(d)im ki…
İki hafta geçti aradan. Bir akşam vakti Yalı’daki cafe kitaplıkta Taylan ve partiden arkadaşlarımızla otururken "Sen dilekçe mi bıraktın özel kaleme ?" dedi.
Gülümseyerek "evet" dedim.
Bir ay geçti. Hâlâ ses seda yok. Cafeye de gidip gelmiyorum. Taylan’ın da arayıp sorduğu yok.