1922’nin ekim ortalarıydı. Daha henüz yağmurlar düşmemişti Urla ve Çeşme toprağına. Mevsim güzdü ama sıcaklar hâlâ bütün şiddetiyle sürüyordu.
"Kim bilir bizim topraklar nasıl kavruluyordur şimdi?" dedi Hasan’a.
"Beş yıldır baba toprağı mı görüyoruz Hüseyin?" dedi ve ekledi; "Benim bildiğim mi var?"
***
Bu toprağın yabancısıydı her ikisi de…
Düşmanı 9 Eylül’de denize döken hücum kıtasının sırtı güreşte yere gelmez/ bileği bükülmez bu iki Silopili Çavuş kardeşleri Yüzbaşı Selim, terhis zamanı buraya göndermişti.
"5- 6 yıl görmediğiniz köyünüze döneceğinize bu verimli toprakları işleyip sebze-meyve-bostan işi yapın, paralanın" demiş ve zeytinci Quarto’nun adını vermişti.
Kavunu, börülcesiyle ünlü bu küçücük köy, artık onların ikinci vatanıydı. Çok arzu etseler de Silopi toprakları bu iki çavuş kardeşlere Çin gibi, Japonya gibi gelir olmuştu.
"Silopi’ye gitsek bağımız bahçemiz mi olacaktı sanki…" diyen Hasan Çavuş değildi sadece.
***
Silopili Topal Ahmet Çavuş’un çocukları artık Quarto’nun evlatlarıydı.
Zeytinliğin içinde bulunan iki göz odalı kerpiç binada yaşıyorlardı. Silopi’ye benzer yanı, burada da akreplerin çokluğuydu. Silopi’deki su sorununu ise yaşamıyorlardı burada.
Yüreklerini burkan tek konu, yürüme engelli kardeşleri Yusuf ve romatizmalı yaşlı anneleriydi. Ağrısı/ sızısı hiç bitmeyen annelerini keşke buraya getirebilselerdi. Topal Ahmet Çavuş acaba sağ mıydı, üzüntüden belki de ölmüştü, bildikleri yoktu.
Onların ne seslerini duyuyorlar ne de görebiliyorlardı. Belki de hepsi rahmetli olmuşlardı.
Sadece Quarto değil, köylüler de çok sevmişti Mustafa Kemal’in bu iki askerini. Köy kahvesinde hergün bu iki askere çay ısmarlama yarışına girmiş gibiydiler.
"Mustafa Kemal’i gördünüz mü hiç?"
"Paşamızın gözleri sahiden çakmak çakmak mı?"
"Boyu iki metre vardır değil mi?"
"Geceleri ne yapıyordunuz?"
"Kaç gavur askeri vurdun?"
"Sizin de denize attığınız gavur askeri oldu mu hiç?"
Akşamları akla hayale gelmeyen sorulara verdikleri yanıtlarla geç saatlere kadar kahvede oturuyorlardı.
"Gavur dediğin senden benden farksız. Sülo gibi, Ahmet, Mehmet gibi. Tıpkı biz… Onlar bize komşi diyordu, biz de onlara…" diye konuşan çavuş kardeşleri hem hayretle hem de merakla dinliyorlardı.
***
"Quarto’nun köyüne Şarklı iki çavuş yerleşmiş" sözü, her yerde konuşulur olmuştu. Çevre köylerden ziyarete gelip tanışıp görüşenler oluyordu.
"Selim Yüzbaşı sevdiyse, ikisi de çok iyidir mutlaka" diyenler az değildi.
Kör Cavit’in kahvesi akşamları tıklım tıklım oluyordu. Kahvenin girişinde, hemen karşı duvarda "Selim Yüzbaşımızın gönderdiği Hasan Hüseyin Çavuş kardeşler köyümüzde ikamet etmektedirler" yazısının yanında da kocaman bir Mustafa Kemal Paşa fotoğrafı bulunuyordu.
Yarımada, bağları bahçeleriyle kavunlarıyla herkesin dilindeyken artık 'Şarklı Hasan- Hüseyin Çavuş Kardeşler'iyle de anılır olmuştu.
Quarto’nun bir akşamki sözleri iki kardeşin gözünü açtı. "Söylenenler güzel hoş ama evsizliğe çare değil."
Bir an önce ev bark, aile olmalarını söylüyordu Quarto.
***
"Biraz köyün dışındayız ama bu bostan bizi Çeşme’de bile ev sahibi yapar Hüseyin."
Üç yıl içinde çalışıp çabalamışlar, Quarto’nun ve Bursa’ya yerleşmiş olan Selim Yüzbaşı’nın da yardımlarıyla köyün biraz dışındaki bostan tarlasına birer ev yapmışlardı. Gün boyu Quarto’nun yanında çalışıyorlar, akşama doğru dönüyorlardı evlerine.
Kavun karpuz, fasulye, börülce, bamya ve meyveleri ne Çeşme’ye taşıyorlardı ne de Urla’ya… Taşıma işini de Magirus İzzet yapıyordu. Urlalı meşhur İzzet!
***
Marangoz Cevdet’in kızlarıyla evlendiklerinde yıl 1928 idi. 29 Ekim 1928.
Köyde olay olmuştu Hasan- Hüseyin Çavuş Kardeşlerin davullu zurnalı düğünleri.
Ta Bursa’dan gelmişti Selim Yüzbaşı. Artık binbaşı emeklisiydi o. Köylüler ilk kez duymuş oldular onun bu iki çavuş kardeşlere olan ilgisini:
"Afyon’da bacağıma iki mermi yediğimde beni 500-600 metre ötedeki sıhhiyecilere sırtında taşıyan/ fil kuvvetli Hasan Çavuş olmasa sonum ne olurdu bilemezdim. Hüseyin’in marifeti ise bir başka…"
"Nedir O" dediler merakla…
"Hiç mi anlatmadı?" "Bölüğümün attığını ıskalamayan üç askerinden biriydi o."
"Vay anacığını!" diyenler "Anlattı anlattı ama hep vuruştuklarını anlattı. Keskin nişancılığını anlatmadı hiç" dediler.
Herkesin gözü çavuş kardeşlerin üzerindeydi.
Yüzleri kızardı, tüyleri diken diken oldu her ikisinin de.
"Onlar yaptıklarıyla bölüğün birer kutupyıldızıydılar. Bundan böyle aile yaşamlarıyla da herkese örnek olacaklarına inanıyorum."
***
Emine ve Meryem kardeşler, Binbaşı Selim’in sözleriyle öyle gururlandılar ki neredeyse o güne kadar hiç yapılmayanı yapacak oldular. Henüz gerdeğe girmeden sarılmayı ve doya doya eşlerini öpmeyi…
Ertesi gün köyün çocukları gün boyu köy meydanında mermi kovanları topladılar.
Çavuş kardeşlerin düğünüyle cumhuriyetin kutlaması aynı güne getirildiği için köylülerin çoğu "Bu, olsa olsa Selim Binbaşının planıdır" diye düşündüler.
Hikâyemizin asıl bölümü ise 29 Ekim 1928 sonrası…
***
Çalışkanlığıyla bölgede isim yapmış olan Quarto’nun köyü bundan başka özellikleriyle de anılır olacaktı.
Hasan Çavuş’un tulumba çekerken ağırlaşan eşi Emine, ebe ve komşu yardımı olmadan yarım saat içinde doğuruvermişti Mehmet Cumhur’u.
Temmuz sıcaklarının son günleriydi Mehmet Cumhur’un dünyaya merhaba demesi…
Meryem ile Hüseyin Çavuş, Quarto’nun zeytinliğinden geç vakitte döndüklerinde öğrendiler amca ve yenge olduklarını…
Adını da dördü birden verdi: Mehmet Cumhur!
O gece Hüseyin’le Meryem, heyecanla sıkı sıkıya yapıştılar birbirlerine… Kilitlendiler adeta.
"Tulumba başında doğurmak istemem ben Hüso’m!"
Dediği gibi de oldu.
18 Ağustos 1929’da Mehmet Mustafa Kemal, ebenin ve Emine’nin yardımlarıyla babaevinde dünyaya gözlerini açtı.
Mehmet Cumhur ile Mehmet Mustafa Kemal, sadece köyün dilinde değildi. Çeşme’de ve Urla’da da bilinir olmuşlardı. Kör Cavit, kahvesinin bir köşesine 10 Ağustos’ta şu kartonu astı.
"Hasan- Hüseyin Çavuşların Mehmetçikleri, köyümüze şeref verdiniz!"
***
Günler günleri, aylar ayları kovaladı.
Mehmet Cumhur’la Mehmet Mustafa Kemal, dört inek, iki köpek, yirmi tavuk ve horoz içinde geçirdiler çocukluklarını.
"1 tavukta 2, inekte 4 ayak varsa 2 tavuk ve 2 inekte toplam kaç ayak bulunur?" sorularının yanıtlarını bu evde öğrendiler. Her gün buna benzer sorularla iç içe oldular.
Urlalı bir balıkçının önerisiyle kara üzüm yetiştirmeye başladılar.
"Bileydim, daha önce başlardım bağcılığa" diyen Hüseyin Çavuş’un üzümleri daha sonra en iyi şaraplık üzüm olarak anılmaya başlayacaktı.
Hasan da Hüseyin de ilk kez tanışmışlardı şarapla.
Salihli’de esir aldıkları Salikis’in "Burada şarap içmeyecekseniz ne diye yaşıyorsunuz ki…" sözünü anımsadılar.
Şarabı, Urlalı Yorgo’dan öğrenmişlerdi. Emine’yle Meryem de son günlerde hep aynı şeyi söylüyorlardı. "Şarap içen gavurların hiç kalp hastalığı olmuyormuş."
Artık fasulye, bamya, kızartma ve balık yerken hep şarap içiyorlardı.
Bir akşamüzeri evlerinin önünde duran kamyonetten üç kişi indi. Mehmet Cumhur, heyecanla çığlık attı: "A, öğretmenim!"
Milli Eğitim Müdürü ile matematik öğretmeniydi gelenler. Kamyonetin şoförü böyle demişti.
"Çayınızı içmeye geldik Çavuş kardeşler."
Çay demişlerdi ama balık sofrasına denk gelmişlerdi. Şaraba da hayır diyememişlerdi.
Milli Eğitim Müdürü gülerek şoföre "Burada sadece çay içtik Remzi Efendi, biliyorsun değil mi?" deyince Hasan- Hüseyin Kardeşler "Buraya gelinir de Sakız’da bile nâmı olan şarabımızdan içilmez mi müdürüm?"
"Remzi Efendi de biliyordur bunu" deyince "Asıl konuya gelelim" dedi müdür.
***
Köy halkı olsun çevre köyler olsun ilk kez öğrenmiş oldular yatılı ve pansiyon sözcüğünü.
Hasan’la Hüseyin Çavuş’un evlerine gelen müdürle öğretmenin Mehmet Cumhur ve Mehmet Mustafa Kemal için geldiklerini bilmeyen kalmadı.
"Duydun mu Çavuş Kardeşlerin Mehmetlerinin matematik profesörü olduklarını?" şeklindeki konuşmalar her evde akşam sofralarının konusuydu.
Yaşlanan Quarto, "Bugün de bana ikram edin şu meşhur şaraptan" dediğinde akşam ezanı okunuyordu. "Tanrı uludur, Tanrı uludur…"
Elindeki gitarı ve mızıkayı uzatarak "Bunlar Mehmet Cumhur ile Mehmet Mustafa Kemal’in… Oğlumdan bana kalanlar… Yasımdan bir gün olsun çalamadım ben. Bundan böyle onlar çalsınlar."
1937’nin Eylül’ünde Çavuş Kardeşlerin evinden ezgiler yükseliyordu gözyüzünün derinliklerine…
"Bu kadar çabuk mu öğreniliyordu bu meretler?" diyen Emine’yle Meryem’in keyfine diyecek yoktu. Kasım kasım kasıldıkları da olmuyor değildi köydeki kadınların arasında.
Çocuklarına "Çalın söyleyin ama çalgıcı da olmayın!" demeyi de ihmal etmiyorlardı.
10 Kasım 1938, kara bulut gibi çökmüştü ülkenin ovalarına/ dağlarına. Köye de…
O sabah radyolar Atatürk’ün öldüğü haberini verdiğinde Hasan Çavuşla Hüseyin Çavuş tulumbanın başında keleterlere üzüm yerleştiriyordu.
Mutfaktan elinde tabağıyla fırlayan Emine’nin "Paşamız ölmüş kızanlar! Babamız ölmüş" çığlıklarına Hüseyin Çavuş’un evinden fırlayan Meryem’in çığlıkları karıştı.
"Atamız gitti elden ey Hüseyin Çavuşum!"
Marangoz Cevdet’in kızlarının feryadı ovayı çın çın çınlattı o gün.
Ne yaptıklarını bilmeden her ikisi de kocalarını bırakıp köye doğru koştular. Babalarının evindeki sessizliği yırtarcasına sarıldılar annelerine/ babalarına.
Evin önü bir anda düğün alanına döndü. Dövünen dövünene, çığlıklar atan atana, kendini yerden yere atan atanaydı.
Tek bir kırlangıç yoktu gökyüzünde. Uçuşan tek bir kuş yoktu. İkide bir havlayan köpeklerin nutku tutulmuştu sanki… Havada tek bir esinti yoktu.
Köse Şakir’in evinin önündeki tavuklar gıdaklamayı unutmuş, şaşkın şaşkın bağırıp çağıran/ dövünen köylülere bakınıyorlardı.
Sesini çıkarmayan tek kişi Kör Cavit’ti.
Koca radyosunu kucağına almış, yaşlı gözlerle seslere kulak kesilmişti.
Köy köy olalı, hiç böyle bir olaya sahne olmamıştı.
Neden sonra Bakkal Salih’in sözleriyle kendilerine geldiler:
"Hasan Çavuşla Hüseyin Çavuş’u göremiyorum. Onlar nerede?"
Güneş tam tepedeyken, ortalığı ısıtamıyorken tulumbanın başına geldi iki kız kardeş.
Hasan Çavuşun başı keleterin üstüne düşmüş gibiydi. Çömelmiş vaziyetteydi. Hüseyin Çavuş da elleri sıkılı vaziyette yan gelip yatmışa benziyordu.
"Nerede kaldınız?" dedikleri yoktu. "Nereden geliyorsunuz?" da…
İyi ama neden ses vermiyorlar, neden kıpırdamıyorlardı.
***
"Sorularıyla hep düşündüren, karınca ezmekten korkan, eline silah aldığını görmediğim, her fırsatta ağaç ve meyve fidanı diken, Yunan askeri için gavur değil 'Komşunun askerleri' diyen bir babam ve amcam vardı benim."
Duvar gazetesindeki Mehmet Cumhur’un yazısını okumayan ve etkilenmeyen kalmamıştı okulda.
"Neden sen de anlatmadın babanı?" diyenlere Mehmet Mustafa Kemal de "Doğru olanı iki kez yazmaya gerek yok öğretmenim. Amcaoğlumun sözleri yeter" yanıtını vermişti.
Hasan Çavuşla Hüseyin Çavuş’un kalp krizinden ölmelerinin üstünden daha bir ay bile geçmemişti.
Milli Eğitim Müdürü okula gelmiş, Mehmetlere baş sağlığı dilemiş, onları da alıp birlikte evlerine başsağlığına gitmişti. Ayrılırken de "Türkiye Cumhuriyeti bu iki Mehmet’i bağrına basacaktır,merak etmeyin!" demişti Marangoz Cevdet’in kızlarına…
Çavuş kardeşlerin ölümü milli eğitim müdürünü öyle etkilemişti ki köyden dönüşünün ertesinde hemen kaymakama çıktı:
"Efendim, o köyün adını Çavuşlar Köyü yapabilir miyiz?"
"Devletimiz o iki Mehmet’e sahip çıkacak. Ta ki mesleklerini ele alana kadar. Gerisini karıştırmayın bence" demişti kaymakam.
***
Enstitü ve Gazi Eğitim yıllarından sonra her ikisi de matematiği tercih etseler de Mehmet Cumhur matematik, Mehmet Mustafa Kemal fizik alanında sürdürdüler eğitimlerini.
İki Ankaralı eczacıya gönül verdiklerinde artık evlenme yaşındaydılar. Kızılay’da bir kitabevinde karşılaşmışlardı bu iki kızla.
Rizeli Neriman ve Ordulu Teslime ile tanıştıklarında Adnan Menderes altın yıllarını yaşıyordu.
Kaşlı gözlü Karadeniz kızlarına vurulmuş gibiydiler. Kızlar da bilim âşığı bu iki delikanlıya…
Hiç beklemedikleri bir şey oldu.
Bir anda kendilerini Rize’de ve Ordu’da buldular.
***
Ne Neriman’ın anne ve babası ne de Teslime’ninki benziyordu Hasan Hüseyin Çavuşa ve annelerine…
Hiç tanışmadıkları kuşku ve endişeyle tanıştılar Karadeniz’de. Bir o kadar da kayınço ve baldız nüfusuyla…
***
Yıllar yılları kovaladı.
Hasan Çavuş’la Hüseyin Çavuş’un oğulları iki Karadeniz kızıyla evlendiklerinde Mehmet Cumhur’la Mehmet Mustafa Kemal’in eğitimleri de sona ermişti.
Matematik mühendisi ve atom fizikçisi Mehmetler diye gazetelerde boy boy fotoğrafları yayımlandığında iki Mehmet’in de evinde deprem yaşanıyordu.
Mehmet Cumhur’un kızı, Mehmet Mustafa Kemal’in oğlu olmuştu.
Ne var ki her iki Mehmet’in evinde bayram yaşandığı gibi kavga da vardı.
Kızın göbek adı Mehmet mi olurdu?
Mehmet Cumhur, kızına Mehmet Mefkure adında kararlıydı.
Mehmet Mustafa Kemal de de Mehmet Salih Bozok’ta…
***
İki ay sonra her ikisi de evlerine bir not bırakarak terk ettiler Ankara’yı.
"Bizde Mehmetsiz isim yağsız-tuzsuz yemeğe benzer."
Nereye gittiler, ne yapıyorlar, bir bilen de olmadı hiç..